“Tecrübesiz hisler içindeyim” diye geçiyor altyazım. “O ne demek lan?” diye soruyorum. “Yani böyle, daha önce tecrübe etmediğin gibi hissetmez misin hiç? Hani nasıl hissedeceğini bilemeyerek kalırsın ya, öyle”. Arınıp paklanayım derken hızımı alamayıp tabula rasaya döndüm adeta, pirüpak oldum. Keşke daha oturaklı bir kadın olsaydım. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini iyi analiz edebilen, buna uygun davranıp doğru kararlar verebilen filan. Cins-i latifin yüz karasıyım lan. Ne aklı başında olabildim yeteri kadar, ne de adam akıllı gösterebildim şapşallığımı. Tepedeki çimenlikten alemi seyreyler gibi bir haldeyim şimdi.
Su hala sıcak ve güneş kavurmasa da yakıyor hala. Fakat yalan borcum mu var, içim üşüyor. Kendimden de, mevsimlerin değişmesinden de kaçamayacağım daha fazla. Kimse denemediğimi söyleyemez, ama yetti, tamam. Şu birkaç günde iyice sıvayıp sağlamlaştırdığım tek kişilik huzurumu da yanıma alarak döneceğim İstanbul’a. Tam kendi ebadımda küçük bir sığınak inşa etmiş gibiyim. İçinde biraz su, biraz yiyecek, az biraz da hava. İyi niyetli bir mezar.
Fırtınalar kopuyormuş İstanbul’da. Bana uyar. Bu günlük güneşlik havayla tezat teşkil etmeye başladım gene. “Sigarayı bıraktın ya, hep ondan” diyorum. Bu baş ağrıları, öksürükler, bu yerli yersiz huysuzluk. Halbuki dün akşam ne güzeldi. Ayaklarımın altında boylu boyunca Gökova Körfezi, bardağımda en sevdiğim rakı, önümde Rum usulü servis edilmiş mezeler, lağos olmuş buğulama, babam yanağıma bir öpücük bile kondurdu. Tam “daha ne istiyorsun lan” derken, Müzeyyen “bunu olmasın sakın?” diye verdi gene cevabımı. Rüzgar kırdı dalımı dedi, bir yudum aldım. “Ne o en nihayet bıraktın mı sigarayı küçük hanım?” dedi, “bıraktım Müzeyyen Abla” dedim, “ama böyle devam edersen çok sürmeyecek”.
Karşımda bir damlacık bir kız oturuyordu. Kendisi ne kadar küçük ve fakat ne kadar büyüktü hayal dünyası! Kendi çocukluğumu anımsayınca utandım şimdiki halimden. Halbuki Peter Pan’a (o zaman yazıldığı gibi okunuyordu) söz bile vermiştim büyümeyeceğime dair. Tabi o zaman söz vermek şimdiki gibi tantanalı bir iş değil. Hiç susmayıp bana sürekli bir şeyler anlatan o bir damlacık kıza bakıp bakıp, “sözümü tutamadım mı lan yoksa” dedim. Ama işte gelip sarıldı arkadan, demek ki hala ışık var. Sonra hiç fark etmeden dünyaları verdi bana: “Böyle gözlükle, ceketle filan büyük sandım seni önce…” Gülümsedim. “Değilim” dedim, “hadi gel anneye çaktırmadan kılçıkları verelim kediye”. Arabada baktım uykusu gelmiş, koluma yatıyor. Kaldırdım aradaki gereksiz kolumu, damlacığı sardım sineye. Yol daha uzun olsun istedim. Olmadı.
Balkondaki kırlangıç yuvası bu. Onlar gidince sakalar yerleşmiş yuvaya. Çalı çırpıyla kuvvetlendirdiği yuvadaki yavrularına yem taşıyor şimdi anne. Hayatın bu döngüselliği hoşuma gidiyor, hepsi bu.
Büyümek, biraz da, sevginin gücünün her şeye yetebileceğine inanmayı istemeye istemeye de olsa bir kenara bırakıp, birbirlerini çok sevseler dahi insanların her zaman birlikte olamayacaklarını kabullenmek olabilir. Ceket giyip, gözlük takan bir damlacık kızların fazladan bildiği yegane şey de budur belki. Olamaz mı, olabilir...
yine koymuşun cümleyi: "Büyümek, biraz da, sevginin gücünün her şeye yetebileceğine inanmayı istemeye istemeye de olsa bir kenara bırakıp, birbirlerini çok sevseler dahi insanların her zaman birlikte olamayacaklarını kabullenmek olabilir..."
YanıtlaSilartık cümle mi bana koydu, ben mi cümleyi..
YanıtlaSilistanbul iyidir, iyidir. hatta candır :)
YanıtlaSilbu arada o yuvalar kırlangıç mıymış, bizim okulda da çok vardı bunlardan. bu sene kazıdılar ama tüm hepsini
sizin okul nere ki? valla ornitolojiye ilgim tavuk kanadı ve piliç çevirmeyle sınırlı olduğundan pek sorgulamadım kırlangıç yuvası denince.
YanıtlaSilistanbul candır hakikaten ya. bugün az çınlatmadım sıkatinin kulakları. dönesim var bir an önce.
:) valla istanbul'da ama izmit'e yürüme mesafesinde okul, o yüzden istanbul doğa özelliklerini taşımayabilir :) ama bundandı işte yuvaları ben de hiç anlamam ki yuvaları falan heralde bunun gibiydi diyeyim o zmn
YanıtlaSilve evet ya istanbul bi tane :P