30 Ekim 2010 Cumartesi

Homur homur homur...

Homurdanmaktan yorulunca pencereyi açtım. Gökyüzü ne kadar mavi. Dün bütün şirretliğimle “cik cik cik beynimi sittiniz lan” diye sövüp saydığım kuş sesleri gene yayılacak ova bulamadıklarından bulvarı doldurmuş. Gözümü alan güneşe de bir posta sövdükten sonra havanın berraklığına hayret ettim bu sefer. Ağaçlar filan. Yıldız Parkı’nda hissettim neredeyse. “Salak, iki adımlık yol. Hissedeceğine bas git, iki huzur dol gel işte”. Bu sefer huzura sövüp saydım. “Tutturdun bir huzur, bulamayasın” diye beddualı sövdüm kendime de.


Ben küçükken giderdik Yıldız Parkı’na. Özellikle de şehir bembeyazken. Hep mutlu kareler var aklımda. Kocaman, masalsı bir diyardı benim için. Ben büyüdükçe o çekmiş. O uçsuz bucaksız yeşil göl,  orta boy bir su birikintisi şimdi. Olsun. O gölün kenarında bir bank vardı. Türkan Şoray, kendisine meftun olan fakat aşkını kendine saklayan udi Ekrem Bora’nın hayaletiyle o bankta oturmuştu yan yana. Çok severim o filmi. “Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu”. 1990 yapımı olması gerek. O bankın durduğunu düşündüğüm yere gidip oturuyorum. Belki tam orası değil, yanılıyorum. Belki Yıldız Parkı bile değil filmdeki park. Ne fark eder. Öyle sessiz ki. Öyle güzel. Tarifi zor. İnsan içine çıkıp gene de insanlardan kaçabileceğim bir yer. Sığınak. Benim.

Akşam bir arkadaşım çalacakmış Taksim’de bir yerde. Hem dinlemek istiyorum hem de bahane olur, evden kazımış olurum kendimi dedim. Gitmeyeceğim herhalde. Çok insan. Halbuki sevgi pötürcüğü insandım, ne oldu böyle bilmiyorum. İnsan kaçkını minör depresif küçük burjuva n’olcak! 6’sında kaçamayacağımı biliyorum en azından. Blues Festivali bir gelenek. Ortaokuldayken bir akşam annemler beni gene böyle homur homur bir vaziyetteyken evden kazıyıp zorla götürmüşlerdi. Deli gibi de eğlenmiştim. Sahi, deli gibi eğlenmeyeli epey oluyor. İçmenin de bir işe yaramadığını kabullenmiş bulunuyorum. Aman ne hoş. Yarın gitsem Yeşilay’da sekreter olarak işe başlayabilirim herhalde.

“Depresyon semptomları gösteriyorsun, çabuk çık oradan!” derdim kendime. Gene aynı gerzek semptomlar. Arkadaşıma kesinlikle katılıyorum, depresyon şımarıklıktan başka bir şey değil. Hele minör depresyon…geçir bir tane suratına, bak bir şeyi kalıyor mu! İşin kötüsü teze odaklanamıyorum artık. İçimden gelmiyor. Doğum sonrası depresyona döndü anasını satayım! Tezi ıkına ıkına çıkardık, iyi güzel de… Tamam hadi o kadar değil ama bir “Nadi, bu ne?!” vakasından da hallice şimdi. Abi bu ne yaa!

Bugün Cumartesi değil mi? Öff nasıl da kalabalık olacak Taksim. Mekanlara girmesi, çıkması, bira alması…hepsi ayrı mücadele. Bak bak, prensesteki derde bak hele! Tam dayaklık lan. İnsan içine çıkmamaktan kendime sardırdım, evet. Ama o kadar sıkıcıyım ki kesmiyorum. Tam bir kısırdöngü: Çok sıkıldığım için tezin kalan birkaç günlük işini savsadıkça savsıyorum ve bu çok uzayan tez faslı kapanmadıkça daha çok sıkılıp bunalıyorum. Diyorum ya tam dayaklığım.

Şu Hindistan işi inceden heyecanlandırmaya başladı beni. Gidip de dönmemek var. Var yani, neden olmasın? Delhi Üniversitesi diye bir şey var. Gerekirse doktora yaparım, nedir yani? Mastırı üç senede yapan doktorayı rahat bir on senede bitirir. Hiç öyle anam gibi geçerli mazeretlerim de olmadan üstelik. Daha çok ilkokul dönemi argümanları üstünde duruyorum: “Zeki ama çalışmıyor”. Şansım yaver giderse otuz beşimde de doktorayı bitirir, “ee post-doc’a nerede akıyoruz hacı” yavşaklığıyla kolları sıvarım ve bu böyle uzar gider. O proje senin bu araştırma benim uğraşıp didinirken elbet bir meslektaşımı da gözüme kestirir, aklını çelerim. Meslektaş dediğim, civar bölümler de olur: Antropoloji, siyaset, kültürel çalışmalar. Yeteri kadar akılsızını bulabilirsem “hocam gel senle ortak bir çalışma yapalım, kız erkek fark etmez, sağlıklı olsun”  diye teklifimi götürürüm. Böylece hem neremize takıldığını anlayamadığım biyolojik saatimin kafasını kırmış, hem de genlerimin devam edeceğini garantiye alarak varoluşçu psikolojinin favori gündem maddesi ölüm korkusuna “off nası koydum ama çocuğu” diye hareket çekmiş olurum. Senaryo bu.



2 yorum:

  1. ben de o sulu kısmı oradaki havuzlara benzettim. hey gidi hey, ilkokulda pikniğe gittiğimizde içi boşken topumuz düştü diye içine girmiştim de çıkamamıştım, ilkokukl öğretmenim çıkarmıştı beni de kahramanım olmuştu. sonra sonra gittiğimde uzaktan kumanda ile tekne yarıştırıyolardı burada abiler, hey gidi. yıldız parkı forevır!!!

    YanıtlaSil
  2. olsun sen de az cevval değilmişsin :)

    son gördüğümde de boştu ama hiç çaktırmayıp su varmış gibi davranmıştım. sincap mincap kovalayıp ebleh ebleh sevinmiştim bi de..

    YanıtlaSil