Değirmendere sahili, bölünmezlik ilkesine meydan okuyor adeta: "Çocuklar ölmesin" demenin veya savaşa karşı barışı savunmanın suç sayılıp cezalandırıldığı ülkenin bir parçası değil burası. Burada, Petkim'in karşı sahilinde, hayat apayrı bir düzlemde akıyor.
Işığı bal rengi ılık sonbahar güneşi dokunduğu her şeye ve herkese iyi geliyor sanki. Baştan başa bütün sahil, oltasını, kovasını ve portatif sandalyesini kapıp gelmiş amatör balıkçılarla dolu. Becerikli veya talihli olan her balıkçı başına en az iki kedi düşüyor. Bazı kediler fazla üstelemeyip güneşten ısınmış çimlerde veya banklarda mayışmayı tercih ederken ısrarcı olanların ağızlarında koca koca uskumrularla güvenli sotelere doğru keyiften yaylana yaylana uzaklaştıklarını görebiliyorsunuz. Isınmış çimlerin bir diğer sakini de iri sokak köpekleri ve terk edildikten sonra onların koruması altına girmiş ufak köpekler. Çınaraltı Meydanı'nın sahilinde, yani depremden önce yerinde Kırık Çatal'ın olduğu şimdiki küçük kumluk alanda herkes bir arada: Köpekler, kediler, martılar, güvercinler, kargalar, serçeler, kumrular... Bütün Değirmendere halkı onları beslemek için seferber olmuşa benziyor. Sahil, yemeleri için bırakılan küçük ekmek yığınlarıyla dolu. Buna, bizim gibi, kuşları beslemek için aktardan kilo kilo buğday alanlar da eklenince güvercinlerin tombulluğu iyice açıklığa kavuşuyor.
Karnı tok, mayışık ve de cümle mahlukatla barışık sokak hayvanlarına dokunan güneş asırlık çınar ağaçlarına, banklarda el ele oturan yaşlı çiftlere, bisikletli küçük çocuklara, yeni doğmuş taylar gibi yürümeye çalışan bebeklere ve onların anne babalarına da dokunuyor. Evet, vurmuyor, dokunuyor. Bu güneş ancak dokunabilir, okşayabilir, belli belirsiz bir öpücük kondurabilir ama vuramaz. Bu güneş sanki bir tek bu sahile dokunuyor, ayrı bir ülke kılıyor burayı. Yolda hiç tanımadığınız bir insanla karşılıklı gülümseyip günaydınlaşabiliyorsunuz.
Oysa ben, geldiğim ülkeyi, hiç dinmeyen bir göğüs ağrısı olarak bedenimde taşıyorum, kasaveti ruhumu her geçen gün biraz daha karartıyor, her gün biraz daha kanırtılan bir yara gibi acısı gitgide derinleşip yer ediyor. Geldiğim ve gerisin geri döneceğim ülkede hava kurşun gibi ağır. Daha da ağırlaşacak ve biz bunun bilgisiyle yaşamak zorunda kalmaya devam edeceğiz. Dolayısıyla hazır vakit varken, huzurdan payımı almak için attım kendimi dışarı. Sahile vurdum.
Yalnız değildim. Muhtemelen acemi balıkçılardan birinin oltasına takılarak evinden koparılmış, sonra da kenara atılarak kuruyup ölmüş küçük sarı bir deniz yıldızı gördüm. Aldım geri attım denize. Yaşamdan sonra herhangi bir şey olduğunu sanmıyorum ama yine de evinde olsun istedim. Ne bileyim.
Akşam güneşini arkama almış, bir kilometre ya gitmiş ya gitmemiştim. Balıkçıların arkasından, oltalarına gelmemek için dikkatle geçiyordum ki karşımdan bana doğru yaklaşan bir cisim gördüm. Spiderman tişörtlü, yarı boyumda bir oğlan çocuğu gözlerini yummuş, kollarını uçar gibi açmış koşuyordu. Ben yanından yürüyüp geçmek için meylederken gözlerini açtı, minik kanatlarını hiç indirmeden koştu, koştu ve kafasını karnıma koyup, kollarını da gövdeme dolayıp sarıldı. "Biliyor musun, ben çok uslu durdum" dedi kafasını kaldırıp. "Aferin sana" dedim. Başını okşuyordum. Elimi alıp öptü, başına götürdü, "Bayramlar gününüz kutlu olsun" dedi. "Senin de kutlu olsun" dedim. Olta başında bekleyen anne babası bir yandan benden özür dilerken, bir yandan da "Oğlum ne yapıyorsun" diye soruyorlardı. Küçük Spidy kollarını hiç gevşetmeden çok net bir şekilde "Ablayı seviyorum" dedi. Hislerimiz karşılıklıydı.
Aynı yoldan geri dönerken yine karşılaştık. Bu defa ben de kollarımı açıp sarıldım. Bu kadar sevgi içinde kulaklığımın kablosu koluna dolanır gibi oldu, onu çekip alınca bu defa "Beni kurtardın abla" diye sarıldı. Hiç bu kadar kolay kahraman olmamıştım. Aslında biraz daha öyle sarmaşık kalsaydık, biraz oyun oynasaydık beni hiç bozmazdı. Annesi yine özür dileyerek aldı çocuğu karnımdan. Gülerek "YouTube'a koyup Efe gibi internet fenomeni yapacağım onu" dedi. Mevzu bahis Efe'yi de tanımıyordum ya, gülerek "Tabi, neden olmasın" dedim ama aslında neden olsundu? Spidy'den zorla ayrılıp yürümeye devam ettim.
Böyle bir şey ilk defa başıma gelmiyor. Fakat bu doğru zamanda geldi. El kadar yüzüne, yumuk gözlerine ballı güneş değmiş ufak bir çocuk kollarını açarak bana sarılıverdiği için şimdi biraz daha dirençli hissediyorum kendimi. Biraz daha dayanabilirim çünkü sevgi var. Hiç tanımadığım çocuklarla ve hiç tanımadığım köpeklerle aramda sessiz bir anlaşma olduğundan şüpheleniyorum. Katıksız bir sevgi duyuyoruz birbirimize ve hiç çekinmeden gösteriyoruz bunu. Azize olsaydım, terk edilmiş sokak köpeklerinin ve küçük çocukların azizesi olmak isterdim. Nasıl olsa nerede olsam gelip buluyorlar beni. Durduğum yerde tüylü bir burun çıkıveriyor kolumun altından veyahut bir çocuk sımsıkı sarılıveriyor durduk yere. Bunun, doğanın bana "Boş ver, doğurma sen, biz varız" deme şekli olduğunu düşünmeye başladım. Hepsi benim kuzucuklarım.
Ümidin düşmanları, ümitlerimizi kırmakta, haklarını teslim etmeliyiz ki bir hayli maharetliler. Hayallerimize çomak sokuyor, yaşama sevincimizden çalıyorlar. Yazık ki direncimiz de azalıyor zaman zaman. Çok fazla acı var, dayanamıyoruz. Dayanamadıkça dayanışmak da güçleşiyor; yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça dayanmakta daha da zorlanıyoruz. Beni bu karanlık, bu gürültü içinden çekip çıkaran, kör kuyularda merdivensiz bırakmayan tek şey, her zerremde duyduğum bu ılık sevgi. Başka hiçbir şey yok. Tam da o kör kuyunun dibini yeni yuvam olarak benimsemeye başladığım sırada birdenbire karşıma çıkan ve beni bütün varlığıyla kavrayıp o kuyudan çıkaranların gözlerinde gördüğüm sevgiyi tarif edemiyorum. Öyle bir sıcaklık ki... ışığı bal rengi ılık sonbahar güneşine benziyor olsa olsa. Yok, anlatamıyorum. Ne yapayım, ben de bütün varlığımla gülümsüyorum onlara. Sana.