19 Ocak 2025 Pazar

Filmin Sonu


Babam rica etti. 80’lerin başında Paris’te otelde çalışırken tanıştığı, daha sonra birlikte Cinémathèque’in müdavimi olduğu arkadaşı Ahmet Bey ona Fransızca bir sinema kitabı hediye etmek istiyordu. Bana yalnızca birkaç durak mesafede oturduğunu öğrenince emaneti almak için soğuk moğuk aldırmadan, bayır yukarı yürüyerek gittim. Nükleer felaket sonrası terk edilmiş gibi duran çocuk parkı yürüdüğüm yoldan.

Apartmanın dış kapısı açıldı, merdivenle iki kat çıktım. Holün sağındaki dairenin kapısı ardına kadar açıktı, kimse yoktu. Eşiğe gelip durdum, bekledim. Niyetim, alacağımı kapıdan alıp içeri girmemekti fakat eşikten içeri bakmak bile zaman yolculuğu gibiydi. Üstüne, kapıya güçlükle gelen Ahmet Bey’i görünce ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdim. Sigara içsem rahatsız olur musun? Olmam. İçer misin? Şimdi almayayım, teşekkürler.

İnce yapılı, kamburu çıkmış, çok küçük adımlarla yürüyen bir adam. Eski battaniye ve sehpa düzeninden, gecesini gündüzünü kanepede geçirdiği aşikâr. Mobilyalar oymalı, kakmalı, koyu renk bir ahşap takım. Devasa kitaplık/büfe, masa, sehpa, sandalyeler aynı. Aşina olduğum bir model. Gözün alabildiği her yer kitap yığınları; Fransızca, Türkçe… 

Koltuğun ucuna eğreti oturdum, her an kalkıp gitmeye hazır. Önce babamla tanışıklıklarını anlattı, sonra sinemadan konuştuk. Hiç duymadığım filmlerden bahsetti bana, gözlerim parlamış olabilir. Nicholas Ray'den söz ederken Johnny Guitar’ın adını getiremeyince, ben de tarifinden çıkaramayınca kalktı, yine küçük adımlarla kitaplığa gitti, çok eski bir sinema ansiklopedisi aldı, küçük adımlarla pencerenin önüne gelip açtığı sayfayı gün ışığına tuttu. O sırada telefondan bakıyordum ben de, Johnny Guitar dedim. Rahatladık.

Tekrar kanepesine oturdu. Onat Kutlar zamanı Sinematek’ini anlattı, şimdikini sordu. Babama hediyesine ilaveten İngilizce, Fransızca ve Almanca sinema kitapları verdi bana da. Almancam yok dedim. Olsun, onun da yoktu. 

Paris’e döndük. Babamın Sorbonne’da doktoraya diye gidip geçim derdine düştüğü için yapamadığını biliyorum. Onun gitme sebebini sordum. Hemen soramadım ama. Büyük ihtimalle siyasi çıkacak, ben de sorduğum için kendimi salak gibi hissedecektim. Ne olacak, itlik serserilik yapmaya! Bütün Avrupa’da sürttüm. Tünediğim koltuktaki eğretiliğim geçer gibi oldu. Bir yandan da önündeki sehpada yan yana sıralanmış paketsiz, dal dal sigaralardan birini alıp yakıyordu.

Paris’i geçtik, şimdi buradaki geçim sıkıntısına geldik. Eskiden ne güzeldi. Sevin’le o bar senin, bu bar benim sabaha kadar içerlerdi. Babam hiç içmezmiş ki, niye siroz olmuş bu adam? Olacaksa onun olması gerekirmiş. İçki sigara şimdiki gibi pahalı değil tabii. Gece boyu oradan oraya zıplamak için zengin olmaya gerek yok. Saydığı yerlerden bir tek Çiçek Arif’i biliyordum, bir de Yakup’u. İlk isimleriyle saydığı insanlar… Türkiye’de sinema yazını. 

Babam Paris’te çalışırken günde toplam yedi şişe şarap içtiğini anlatıyor ama dedim. Palavra sıkıyor dedi. Güldük. Karşılıklı bir kadeh şarap içmişlikleri yoktu. İşin doğrusu ben de hiç inanmamıştım ama öylesi bohemliği hayal etmek benim de hoşuma gidiyordu. Gerçekler ne kadar değersiz bazen. Hüseyin içki içiyor muydu yahu? Akşam işten sonra tek tük. O ne ki, ben içkiyle yaşıyordum. İşten dönerken bir şişe viski alırdım, param yoksa Calvados. Clavados’u bildin mi? Bildim. Bak hâlâ elimde sigara. Ama içkinin yerini bak o ilaç şişeleri aldı. Olsun, nasıl olsa ölmeyecek miyiz? Yaşarken tadını çıkarmalı. Sen daha yarı yaşımdasın, dur bakalım. Yarın ölmeyeceğimin garantisi yok ki. İçki yıpratıyor insanı. Kimse bu kadar yaşayacağımı beklemiyordu, kırkını görmezsin diyorlardı. Tamam işte. Sağlığına dikkat eden nice insan öldü. İyi yapmışsınız…

Babamın sirozunun hakkını ben veriyorum dedim. Şaşırdı. Tipim tutmuyordu galiba. Biraz bozuldum. Evin hâli beni sormaya zorluyordu ama soramazdım. Geçim derdinden, kiralardan geldik. Bir kere evlenip boşanmış. Çocuk yok. Üç kardeşler. Bu ev annesinden kalmış. Bu ev olmasa sokakta kalırmış. Gözümde canlandı. Çoluk çocuk sorunca... Hiç benden koca olur mu? Bilmiyorum ki, az önce girdim kapıdan ama olmaz galiba. Benden de olmaz. Hem ben yeltenmedim bile. Kârdayım.

Daldan dala atladık. İçki seven şairleri sayarken Verlaine’den alıntı yaptı: “Ah, si je bois c'est pour me soûler, non pour boire”. Sinema, resim… Evdeki en son teknoloji, karşısındaki ufak televizyondu. Çok güzel klasik müzik çalıyordu. Çalan müzikler klasik tablolarla eşleştirilmişti. Hem gözü hem kulağı okşuyordu. 

Kendimi gördüm. O koyu renk eski ahşap mobilyalar, sıra sıra kitap yığınları, geceyi gündüze karıştıran bir kanepe, benden hiç olur mu diyen halis muhlis bir serseri. Belki de tanıdığım en kral serseri. Böylesi ani bir yakınlığı en son 17-18 yaşlarımda bir gece yarısı Datça’da, Güler Yücel’le bahçelerindeki kanepede aynı büyük yastığa kaykılmış konyak içerken duymuştum. Abla, sen büyük zilli, bu küçük zilli demişti Emin beni göstererek. Gururlanmıştım. Zilli, serseri… Benden başka türlüsü olur mu? 

Muhabbetimiz akıyordu ama gitme vaktimin geldiğini hissedip kalktım. Ayakkabılarımı giyerken birlikte ayaküstü sendikayı gömdükten sonra eşikten geçerek kendi zamanımıza geri dönüp merdivenlerin başına kadar geldim. Bu kadar karamsar olma, filmin sonu iyi dedi. Filmin sonu iyi, diye tekrarladı kapıyı kaparken, benim hâlâ umudum var. Konuştuklarımızdan fazlasında anlaşmışız gibi ayaklarım biraz geri giderek, filmin sonunun iyi miyi olmadığına kırık bir gülümseyişle yavaş yavaş indim merdivenlerden. 

Gelecekteki kendimi arkada bırakır gibi. Olamazdım elbet. Ne okudun? Sosyoloji. Gözleri parlama sırası ondaydı. İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji okumuştu o da. Sorbonne’a doktoraya diye gitmiş… babamla aynı hikâye. Kan çeker gibi çekti serseriliği serseriliğimi ama ne kadar istesem de onun kadar, onun gibi olamam. O kadar bilgili, dopdolu, hem de gençliğinin hakkını dibine kadar vermiş, İstanbul’da da Avrupa’da da sürtmüş... Ne güzel sürttüm dedi öyle. Konjonktür hocam, konjonktür aynı şekilde sürtmeye müsait değil ne yazık ki. Koşullar yaratılabilirse de bende o kadar göt yok işin Türkçesi. Ağzından bir iki küfür kaçtı diye ne demeye mahcup oldu öyle, hay allah... Buyurun, rica ederim dedim. 

Dediği gibi otuz kırk yıl daha yaşarsam benim de kamburum çıkar mı, ben de küçücük adımlarla mı yürürüm? Peki ya aklım? Varsın kullandığım son teknoloji kırk elli yıllık olsun ama aklım? Bunun binde biri aklım kalacak mı? Ressamları, resimleri, şiirleri, şairleri, filmleri, filmleri, filmleri hatırlayacak mıyım? Birbirleriyle çarpıştırabilecek miyim? 

Filmin sonu… Bilmem. Neme lazım, sonu daha gelmeden film her an kopabilecekmiş gibi yaşamakta fayda var. Kendi meşrebimce hakkını vermeye çalışıyorum işte. Bizden birini görmeyeli epey olmuştu.