Burada yüzlerce yazı var. En iyi bildiğim şey hakkında, aşk
üzerine yazıyorum. Cam büfenin en üst rafında duran porselen bir çay takımı ya
da girilmesi yasak bir misafir odası değil aşk benim için. Bildiğimi söylemekte
mahsur görmüyorum. Âşık olduğum ilk adam gibi tıpkı:
“kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin”
Yazmak için yeterli oluyor ama.
Bir adamı çok sevdim.
Ayrı düştüm.
Yoksa yazamazdım.
Hasret dayanılmaz olduğu için yazmaya başladım. Şarkıdaki gibi, gündüz düşlerinde
hep ona vardım. Üç yıl önce buraya yazmaya başladım. Üç yıl önce yazmaya
başladığım zaman üç yıldır her gün, ama her gün ayrılığın ilk günü gibi
ağlıyordum. Ayrılığın ilk günü tam üç yıl sürdü. Birlikteliğimizden bile uzun.
Çok sevdim be abi.
O da beni çok sevdi. Keşke o kadar sevmeseydik birbirimizi.
Bir daha birlikte olamayacağımızı bildiğim için hep
yazdım. Sarı
Işık da o, Karanlık da.
Yazmak acımı dindirdi. Bazen de çoğalttı. Ben o acıyı da sevdim, alıştım,
besledim, büyüttüm onu. Âşık olduğum adamdan ayrıldığımda onu hala seviyordum.
Zaman, o sevgide donup kaldı.
“Sevgimizin, aşkımızın üstünden
sene geçti, ay geçti… Ne birleştik, ne ayrıldık biz… Bu aşkın, bu sevdanın
üstünden hayat geçti, ömür geçti, yaş geçti.” Tam tamına altı yıl, on üç gün ve
gençliğimiz.
Bunca yıl kukuma kuşu gibi oturup beklemedim. O yalnız eski
filmlerde olur. Kırk odalı konak gibi kalbim. Onu aldım en güzel odasına
yerleştirdim. En deniz gören ama rutubetsiz. Sonra üzerine kapıyı kitledim. Çok
şanslıydım, elini tutacak kadar sevdiğim insanlar tanıdım. El ele tutuşmak
deyip geçmemeli, önemli. Bir Mayıs gibidir, safları sıklaştırmaktır el ele
tutuşmak. Sevmediğim kimsenin elini tutmadım. Sevmeden tek bir adım atmadım.
Yukarıdan ayak sesleri geldiği zaman inandırmakta zorlanırdım ama içim rahat,
gönlüm ferah.
İki yıl önce yeniden olabilir miyiz diye merak etti.
Gözlerimde korkuyu görünce vazgeçti. Meydan okuyan, çekip giden, uçan kaçan,
elde avuçta durmayan kadın yoktu yerinde. İçi titreyerek bakan bu yeni kadını
sevmedi. Bunda onu terk edecek yürek yoktu artık. Oysa bu kadını elde tutmaya
çalışmak da onun meydan okumasıydı ve terk edilmeyi bile
sevmişti o. Bu kadın ise kendini bıraksa onu bırakamazdı artık. Geldiği uçakla
geri döndü Almanya’ya. “Vazgeçmek” denetimli kullanılması gereken şiddetli bir
fiildi.
Confrontation
İki yıl sonra dört gün önce, yine bir ayın 23’ünde
çıkageldi. Apartmanın girişinde posta kutusu niyetine duran plastik sehpanın
üzerindeki mektupları karıştırdı, Paris’ten attığı kartı bulup çıkardı. Bana
Amsterdam’dan sarı laleler almış, Paris’ten “burda olsan gezsek” diye biten bir
kart atmıştı. Daha önce de Amsterdam’dan sarı laleler alındığını söylediğimde
biraz bozuldu. Demek ki Amsterdam’a gidildiğinde yapılması gerekenler
listesinde “Leyla’ya sarı laleler almak” gibi bir madde vardı. Paris’ten attığı
kart da benim içimi burdu. Neden orada değildim ki? Onun bensiz ne işi vardı
oralarda? İki çocuk gibi karşılıklı bozulduk.
Sabahtan girmiştim mutfağa. Birkaç meze hazırladım. Taze
fasulye pişirdim etin yanına. Rakıya koyacak buzumuz var mı diye buzluğu
kontrol ettim, vardı. Güzel, sade bir elbise giydim. Saçlarımı açtım çünkü
Bengi olsa “toplama şu saçlarını, açık bırak” derdi, biliyordum. Mutfak
önlüğünü giydim yemek yaparken, kafama da yemeni bağladım. Türk sanat müziği
açtım radyoda. Hiç sevmezdi Türk sanat müziği, benim yüzümden dinlerdi.
Benim yüzümden dinlerdi; Türk sanat müziği dinlerken yüzümün
aldığı şekli severdi.
Konağın en deniz gören ama rutubetsiz odasının kapısını
araladım. Onu neredeyse on yıldır tanıdığımı fark ettim. Çoğu ayrı geçen koca
koca yıllar, bir Alman kenti ile İstanbul arasındaki mesafe kadar uzak yollar
girmişti aramıza. Saçları daha da beyazlamış, göbeği alıp başını gitmişti.
Kokusu bile bir değişikti sanki. Ama işte komik gülüyordu hala, ben onu
güldürmeyi seviyordum ve ezberimdeydi adımlarının melodisi.
Mutfakta yemek hazırlarken geri sardı zaman. Leylâ değil
bir kız çocuğuydum közlediğim patlıcanlar olmuş mu diye kaşıkla dürterken.
Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Bir Jager içtim, sonra bir tane daha.
Yanaklarım pembeleşti hafiften. Patlıcanlar da kahveye çalıyordu, aldım
fırından. “Hiç Leylâ değilim şu an, hiç Leylâ değilim” diye söylendim kendi
kendime. Leylâ değilsem kimdim? Hafızasını kaybedip kim olduğunu hatırlamayan
insanların saldırganlığı çöreklendi yüreğime. Leylâ değilsem kimim ben? O kim
şimdi, nasıl biri?
“Gözlerinde korkuyu görünce olmayacağını anladım” deyişini
anımsadım. Gittim aynaya baktım. Portmantonun taraf loştu biraz, gidip
banyodaki aynada baktım yüzüme, gözlerime. Bir tür makyaj yapmak gibiydi
gözlerimdeki korkuyu silmek. Hangi kapatıcı, hangi fondöten kapatabilir yara
almaktan korkan âşık bir kadının korkusunu? Çok kötü adamlar tanıdım ben. Evet
bayım, yüreği nasırlaşmış gerçekten kötü adamlar ama onlardan hiç korkmadım.
Gözümü bile kırpmadım gözlerinin içine bakarken. Korkmadığım için onlar korktu
benden. Pabuç bırakmadım. Kötü adamları ne çok sevdim Tanrım. Ne besbelli, ne
kolay adamlardı. Akmaz kokmaz şam şeytanları! İyilik öyle mi ya? İyilik zordur,
kırılgandır, ağırdır. Evet, ağırdır. Sıvı cıva gibi bronşlarının en ucuna
varasıya doldurur akciğerini. İyilik ürkütür beni. Islak fayansta yürümek
gibidir iyi bir insanla aynı havayı solumak. Eskisi kadar iyi bir insan
olmadığını biliyordum elbet. Yıllar geçtiğimiz yolların haritalarını çizmiştir
tenimize, yeni gibi olmaz a! Kabul ediyorum, kötü bir adam olmasını istedim
içten içe. Sorular bildiğim yerden gelsin ister gibi istedim. Oysa en iyi
bildiğim yer oydu bir zamanlar. Yeteri kadar zaman çarçabuk geçsin de bir an
önce kavuşalım birbirimize de istemiştim.
Gözlerimden sildim korkuyu. Mutfak önlüğü ile yemeniyi
çıkardım. Leylâ oldum yeniden. Biledim hislerimi, meydan okumaya hazırladım
kendimi. Savaş ilan ettim. Ölebilirdim bu savaşta ama korkusuzca ölecektim. Bir
sofraya bir kendime baktım. Âşık olunacak kadındım yeminle!
Kapı çaldı. Açtım. Üst kata çıkmasını bekledim. Bavulu
ağırdı. Ben sığardım içine. Sığmamış mıydım zaten? Almanya’ya giderken
uzaklaşmak, yeni bir hayat kurmak vardı aklında. Ama işte bu bavula sığmış ve
onunla birlikte gitmiştim Mannheim’a. Bu defa da ben saklansam içine, giderken
alıp götürse beni de… Anlaşıldı, Leylâ yoktu onun yanında. Bir kız çocuğundan
öteye gidemeyecektim. 29 yaşında görünmeye çalışan 19 yaşında bir kızdım
düpedüz. Aperatif olarak cin tonik hazırlayacak kadar 29 yaşında fakat yeşil
Bodrum mandalinalarını ince ince doğrarken eli titreyecek kadar 19 yaşındaydım.
Bardağını verip karşısındaki kanepeye kurulurken elimi ayağımı nereye
koyacağımı bilmiyordum. Halbuki ne kadar rahat görünüyordum. Görünebiliyor
muydum? Beni bir kitap gibi okuyabilen adama poz mu kesiyordum? Ne salaklık ama
işte her şey mubah aşkta ve savaşta, özellikle de ikisi bir arada olunca.
Onu izledim. Ağzını izlediğim için ağzından çıkanları
dinlemediğim anlar oldu. Ellerini, bileğini, burnunu, kulaklarını izledim.
Saatler geçti. Ben onu izlerken ne konuştuk bilmiyorum. Sonra konuşmaya
başladık. “Tamam” dedik, “en azından denemeliyiz bunu”. En az iki sene daha
orada, uzaktan nasıl olacak diye düşündükçe nefesim kesilir gibi oldu. Ona bakınca
geçer gibi oldu. Geçmedi.
Günler geçti. Hem tanıdık, hem yepyeni. Elini tuttum
yeniden. O sucukları doğradı, yumurtaları çırptı ben öyle seviyorum diye. Çay
demledim ben. Bana da bir sigara sardı, içtik. Birlikte karşıdan karşıya
geçerken arabaların geldiği tarafıma geçiyor hala. Mephisto’dan Varlık,
Robinson’dan Birikim aldık. Tünel’den Ortaköy’e kadar yürüdük. Yoruldu,
terledi, şaşırdım. Evde bol bol bira içtik, dizi izledik internetten. Güldük.
Çok güldük. Güldükçe anladık sevgi duvarını aştığımızı. Üzerine gitmedik birkaç
gün. Özlemiştik. “Kimi özlediğimi unuttum artık” dedim ama özlediğim gerçeğini
değiştirmiyordu bu. Yaptığım, yazdığım, yaşadığım her şeye bu özlemin kokusu
sinmişti. Şimdi ise evim
bellediğim adam karşımda, yoğurt bulaşmış bıyığıyla beyaz beyaz bana
gülümsüyordu.
Closure
“Bu işte bir terslik var” dedik. Çırılçıplak kalmak
gerekiyordu bunu diyebilmek için. Yıllarca karşılıklı uzaktan büyüttüğümüz aşkı
bile soyup çıkardık üstümüzden. İki insan kaldık. Daha da kötüsü bir psikolog
ve bir sosyolog. Fazla irdelemenin meslek hastalığı olduğunu ve ilişkilerin
ıncık cıncık irdelenmemesi gereken şeyler olduğunu bildiğimiz halde elimizde
değildi, yine yatırdık masaya. İki bira daha getirdi buzdolabından. Iron Maiden
sesi gelmiyordu stattan. İnadına sessizdi Beşiktaş. Karanlık balkondan sessiz
Beşiktaş’ı izleyerek konuştuk.
Nasıl mümkün olabilirdi bu? Ayrı kaldığımız altı yıl
geçmemişti sanki aradan. Sanki o televizyon izlerken ben su içmek için iki
dakikalığına mutfağa gidip dönmüştüm. Nasıl bu kadar rahat olabilirdik
birbirimizin yanında? O zaman anımsamaya başladık, birbirimizi severken nasıl
ayrıldığımızı. Biz sevgi duvarını çoktan aşmıştık. “Bana âşık mısın?” sorusunun
cevabını bildiğimden emindim. Ta ki gözlerimin içine bakıp sorana kadar. “Çok
fazla sevgi var. Çok fazla şefkat ve güven. O kadar çok sevgi var ki insan bu
kadar sevgiyle ne yapar, nasıl baş eder bilmiyorum.” Ağlıyordum. Gözümde bir
elma canlanır onu düşünürken. Yarısı o, yarısı ben. Hala öyleyiz fakat toplamı
aşk eden iki sevgili değiliz artık. İki can dostu, handiyse aynı annenin
çocukları.
Bunu idrak etmek de, kabul etmek de çok zor benim için. Her
şeyden zor. Bu artık ne ona ne de bana dair bir mesele. Aşk bile değil, bu bir
varoluş meselesi artık. Bundan sekiz yıl önce beni severek var etti sanki. Önce
annem, sonra o doğurdu beni. Beni sevmediğini düşündüğüm zamanlar öksüz yetim
hissettim kendimi. Ona duyduğum aşk ve özlem tanımladı, var etti beni. Ana
hatlarımı çizdi, içimin renklerini taşırmadan boyadı. Annemden öğrendiğim gibi
tatlı ve yoğun kokan bir şefkatle sevdim onu ve bana nadir bulunan ipek bir
kumaşmışım gibi davranmasını izledim artan bir şefkatle. İki rayı gibiydik bir tren yolunun…
Tembel bir öğleden sonra sarısı huzur içinde nasıl
huzursuzlandığımı anımsıyorum şimdi. Bir koza gibi ılıcacık sarmıştı beni. Oysa
ben meydan okumak, meydan okunmak istiyordum. Biraz çatışmaya özlem duyar
olmuştum. Oyun oynamak istiyordum, dans etmek istiyordum. Şefkat bağımlılık
yapıyor ama tutkusuz yaşayamıyordum. Sanıyordum ki bu bir gençlik hastalığı,
delikanlılık çağı… Yaşar doyarsın, sonra yerine yerleşir ve bir daha da
uğraşmazsın. Öyle olmuyormuş. Şimdi ikimiz de aynı şeyi istiyoruz ama
istediğimiz şey birbirimizde yok. Zaman zaman kıskanıyoruz birbirimizi,
özlüyoruz, arıyoruz, “hala seviyoruz”… Sonra o başımı göğsüme yaslıyor ve ben
onun neredeyse tamamı ağarmış olan saçlarını okşuyorum. Buradan bir aşk
çıkmıyor. Bu da beni deli ediyor. Bir insanın bir insanı bu kadar sevebilmesi
mümkün mü? Peki ya âşık olmaması? Ne ki aşk? Tanrım, ne ki? Hiç vazgeçecek
miyiz onu aramaktan? Peki ya bulabilecek miyiz? Bulunca anlayacak mıyız? Eğer
bu değilse ne, o değilse kim? Kendimi kaybolmuş hissediyorum.
Bengi bunun iyi bir gelişme olduğunu düşünüyor. Bunu
yıllarca bir yük gibi taşıdığımı ve artık bundan özgürleştiğimi... Geleceğe
daha umutlu bakmalıymışım. Haklı olduğunu biliyorum ama yük dediği bir parçam
olmuştu benim. Elim, gözüm, ruhum olmuştu. Şimdi özgürüm ama ne halt edeceğimi
bilmiyorum. Sabitini kaybetmiş denklem gibiyim.
Ona âşık olmadığım bir hayat tasavvurum hiç olmadı ki. Ayağımın altından yer
çekilmiş gibi. Çırılçıplak hissediyorum kendimi. Bir tek onun Leylâ’sı
olamadım. Küçük kızı, kız kardeşi, annesi oldum. Şimdi nasıl hissetmem
gerektiğini bile bilmiyorum. Şu an, şimdi. Onu annesine doğru yolcu etmiş ve kendimle
baş başa kalmışken ne düşünmeli, nasıl hissetmeliyim? Ben şimdi ne yapmalıyım,
ne yapacağım? Kim oldum şimdi, biri miyim hala?
Boşandık.
Boşan.
Boş.
Boşluk?
O, bir an dipsiz gibi görünen bir boşluğa düştü; ben, ancak
boşanırken fark ettim esasen evli olduğumuzu. İki eski eşiz şimdi, iki ilk eş. İlk eşlik mühim müessese, belki
evliliğin kendisinden bile güzel, derin, anlamlı… Kim bilir belki ilk
seviştiğin ama illa ki geçmişte kalmaya yazgılı. Sartre ve Beauvoir gibi olmayı
düşlerdim hep. İçimden tabi. Güzellemem gerekiyor ya illa ki!
Birlikte geçirdiği yıllardan fazlasını ayrı şehirlerde,
ayrı ülkelerde, ayrı insanlarla geçirmiş iki eştik, birbirinin zihninde yaşayıp
büyüyen iki düş. İki düştük, iki eş, düşledikçe ayrı düştük.
“Bu aşk değil” dedik birbirimize, “aşk bu değil”. Yazıldığı
kadar kolay okunmuyor, okunduğu gibi söylenmiyor. Kolay değil, hiç kolay değil
hem de. Hiçbir şey olmasa on yıl var neredeyse. On yıllık aşinalık; rahatlık,
içtenlik, kendiliğindenlik on yıllık.
“Biraz daha beklesek” dedi, “birkaç yıl daha”. Kolay değil
hemen kızıp köpürmek, “bana hiç mi saygın yok” demek. Bozuk bir musluk gibi
ağlamak ne kolay hâlbuki. İplik gibi ince ince, yavaş yavaş ve daim. Neden
olduğunu bile bilmeden ama mütemadiyen, bir boşluğa bakıp konuşmaya devam
ederek. Su sızdıran bir dinginlikle devam etmek konuşmaya, konuşurken ‘neden su
sızdırıyorum lan ben?’ diye arada kendine kızarak. Kolay değil bir çırpıda
bulmak cevabı. Sevgiye evrilmiş bir aşkın yatağında, derinden öfkeyle,
kırgınlık, yorgunluk ve umutsuzlukla aktığını izlemek kolay değil. Ne duymak,
ne görmek kolay. Hiç kolay değil.
Günler geçmesi gerekti. Kendimden başka kimseyle, hatta
kendimle bile konuşmadığım günler. Boşluğu uzun uzun seyretmem gerekti. İçine
düşmeyeceğim o boşluğun, hayır. Ne boşluklar içime düşüp kafasını yardı benim. Kolay
değil kendimi yeniden bırakmam. Bırakırsam tekrar bulamam. Artık değil. Ben o
değilim artık.
İpotekli geçen yıllarıma yenilerini eklemeyeceğim, hayır.
Ömür geçiyor; ömrüm, ömrümüz geçiyor. Zaman beklemiyor, ben de artık
beklemeyeceğim; hayır. İçimden yükseldikçe yükseldi sesim; taştı, dizlerime
kadar yükseldi: Hayır!
İki ilk eş, iki eski düş, bir odada karşılıklı oturmuş
konuşuyorduk. “Bana müsaade” dedi adam. “Ben de kalkıyordum, beraber çıkalım”
dedi kadın. Beraber girdikleri odadan beraber çıktılar. En son kadın çıkıyordu
kapıdan, son bir kez arkasına dönüp odaya baktı. Işığı kapattı çıkarken. Hafif
bir düğme sesi duyuldu önce, sonra demir kapı kapandı. Adam ve kadın böyle
boşandı.
Sokak kapısından çıkarken adam durup kadına –eski
alışkanlıkla- ne yapacağını sordu. Şöyle bir düşündü kadın, bu defa cevabı
biliyordu: “Seninle aynı şeyi yapacağım” –eski alışkanlıkla- “canım” dedi
kadın, “gidip birini çok seveceğim, ama çok… Sevince nasıl sevdiğimi en iyi sen
bilirsin, öyle çok seveceğim. Gündüz düşlerimde hep sana döndüm, artık
dönmeyeceğim. Yerime kimseyi koymayacaksın; yerine kimseyi koymayacağım. Yeni düşler, yeni denklemler kuracağım bundan
böyle. Zırhlar kuşanmayacak, duvarlar örmeyeceğim. Sen de öyle yapacaksın. Biliyorum,
her şey daha güzel olacak ikimiz için. Hoşça kal ankaram, kırkikindi yağmurlarında
şemsiyesizliğim… Hoşça kal ilk eşim.”