Günlerdir kafamı kurcalıyor. İlkin ne olduğunu bile
anlamadım. Yalnızca birkaç kez uzaktan gördüğüm ama gidip tanışmadığım, adını
sormadığım, bilmediğim biri gibi. Hem tekinsiz hem de aşağılık bir şey. Tanımıyor,
tanışmak da istemiyorum. İstemiyordum. Kendimle verdiğim savaşlarda hep
yenilirim.
Vücudumun gözle görülür bir yerinde büyükçe bir sivilce baş
göstermiş, ardından patlamış ve hızla akan cerahatin önünü alamamışım gibi. “Önünü
alamamak” ifadesini tercih etmem bunu irademe bir tehdit olarak gördüğüme
işaret ediyor. Her şeyden önce bu bir irade meselesi ve iradem bununla baş
etmekte yetersiz kalıyor.
Cerahat demişken… Tiksinme eşiğim oldukça yüksektir fakat bu
cerahat, kendi bedenimden çıkan bu pis kokulu yapışkan sıvı midemi
bulandırıyor. Uzun zaman kapalı kalan bir ceset gibi kokuyor. Tiksinti dolu bakışlarımla karşılaşınca gözlerimi kaçırıyorum aynadan. Bu ben olamam.
Lise bitene kadar ilişkim olmadı. Bu, ortaokul ve lise
hayatım boyunca sınır tanımayan çılgın bir aşk hayatım olduğu anlamına
gelmiyor. Olanlar vardı. Benim yoktu. Derslerde kitap okuyan ve resim
atölyesinden çıkmayan kızdım ben. Hiç çekici değildim, oğlanların beni
sevmemesine şaşmamalı. Oysa ben tanıdığım bazı oğlanları kafamda kura kura
kahramanlara dönüştürüp onları çok sevdim. Bu benimle ilgili bir şeydi,
bilmelerine ve her şeyi bozmalarına ihtiyacım yoktu.
İlk sevgilimden bu yana tam on yıl geçmiş. Bu on yıl içinde
akmaz kokmaz platonik aşkları özlediğim zamanlar oldu ama arzu edilme arzusu
hep baskın çıktı. Yani hayatımın ilk on sekiz yılı sevmekle, izleyen on yıl ise
sevilmenin tadını çıkarmakla geçti. Baktım çıkmıyor, sevgi arsızı oldum çıktım.
Sevilmeyi çok sevdim ama ilişkideki mülkiyet esasından, sahiplenmelerden hiçbir
zaman hoşlanmadım. Birine ait olmak, birinin olmak fikri hiç de romantik
gelmedi. Zilyon tane açık ilişki yaşamadım ama iyelik kipini güvenli bir mesafede tutmaya çalıştım.
Kısaca kıskanmadım, kıskanılmaktan da hoşlanmadım. Kıskanmak
fiili bana kıskacı çağrıştırıyor ve mülkiyet esasının bir uzantısı olduğunu
düşünüyorum. “Bana aitsin ve öyle kalmalısın” gibi bir şey söylüyor. Ben de o
duyguya dönüp “değilim ve olsam bile bu konuda senin yapabileceğin hiçbir şey yok” diyorum.
Şimdi görüyorum ki aslında ben de herkes gibiyim. Oysa
bugüne kadar değildim. Bu denli su yüzüne çıkan, yüzleşmem gereken bir şey
olmadı bu. Güvenli bir derinlikte
tuttum, hatta tamamen boğulup gitmesi için kafasına bastırdım. Ehlileştirdim. “Modern”, “geniş”
ve “rahat” tabir edildim. İşin doğrusu kıskançlığa kafam basmadı pek. Birini
kıskanmak için kişinin özsaygısı, özgüveni yerlerde olmalıydı; kendiyle bir
sorunu olmalıydı. Yediremedim kendime, yakıştıramadım.
Tiksintiyle baktığım cerahati tanımlamaktan bile aciz
olduğumu fark ettim. Daha ne olduğunu bile tam bilmiyordum. Evrimsel psikolojik
açıklamasını az çok tahmin eder gibiydim. Genç ve doğurgan kadın, imkânlara
sahip erkek ve türün devamlılığı vs. Karanlık ya da yükseklik korkusu gibi
hayatta kalmamızı sağlayan bir şey işte. Öte yandan psikolojiden aldığımız
gazla evrensel olduğu sonucuna varamayız. Kültürel olarak belirlendiği
muhakkak. Bunu karşılayan tek bir sözcük bile barındırmayan diller olduğuna
eminim. Ekonomik olarak ise gayet tutarlı. Aile sosyolojisinde yaptığımız Lenin
okuması geldi aklıma. Türün devamlılığını sağladıktan sonra aile kurumunu ayakta tutabilmek için de son derece
işlevsel.
Tamam da ne bu? İlk yaptığım, hakkında yazılmış tezlere göz
gezdirmek oldu. Sonra makaleler. Ardından Türkçe ve İngilizce etimoloji
sözlükleri. En son da kütüphanemde bulunan ve en son üniversitedeyken kapağını
açtığım “aşk kitapları”.
"Aşk kitapları" |
Çok geçmeden, bu konulara kafa patlatmanın da ötesinde, incelemeye ve irdelemeye neden bir son verdiğimi hatırladım. Zarar vermişti. O
zaman çok daha gençtik. Tıkır tıkır işleyen radyoların, televizyonların nasıl
işlediğini görebilmek için açıp incelemek gibi bir şeydi ilişkilerimize
beşerici gözüyle bakmak. Tam on yıl sonra bir mühendis kafalıya, bir Düz adam
Sami’ye, benim Sami’me hak vereceğim
aklımın ucundan geçmezdi: “Çalışıyorsa dokunma.”
Yazıya başlarken niyetim küçük literatür taramamdan süzülen
ilginç noktaları paylaşmaktı. Vazgeçtim. Kaldı ki psikoloji camiası da net bir
kavramsallaştırmada uzlaşmış değil. Eh ben de Othello vakasından fersah fersah uzağım…
Ortalığı velveleye verecek bir durum yok.
Ben anlayacağımı anladım. Hala kıskanç bir insan değilim.
Yalnızca, 28 yaşında kıskanma duygusuyla barışmış bir kadınım. Bundan önce hiç
mi sevmedim de kıskanmadım? Eşşek yüküyle sevdim. Bunun daha çok benle ilgisi
var. Kurguladığım ideal bende böylesi ilkel
duygulara yer yoktu. Bundandır ki baş etmek için de rasyonel açıklamaların dibine vurdum.
Roland Barthes. 2005. "Bir Aşk Söyleminden Parçalar". Metis Yayınları: İstanbul |
http://www.youtube.com/watch?v=1Jh4aGQBUZM
http://www.youtube.com/watch?v=RjiLF44Ajzo
YanıtlaSilhakkı buluttur
Sil