Baştan
anlaşalım, ben kitap okumayı sevmem. Bir türlü sevemedim işte, sıkılıyorum. Ama
sen, “Öyleyse ne işin var mezarımda?” diye sormazsın bana. Mezarının yalnız
senin mezarın olmadığını bilecek kadar şairsin. Bugün Cumartesi ya,
Sarıyer’deki öğrencime gittim matematik dersi vermeye. Eve dönüyordum, Aşiyan
tabelasını görünce bir uğrayayım dedim. Beni hatırladın mı? Damla ben.
Ağustos’ta
doğmuş, Ağustos’ta ölmüşsün… Ben de yazın doğdum, 1992 Temmuz’unda. Doğduğum
gün hastanenin trafosu patlamış, karanlıkta açmışım gözlerimi. Düşünsene,
gözünü bir açıyorsun yine karanlık. Sanki hiç doğmamışsın gibi. Burada değil ha
Ankara’da doğdum. Buraya taşınalı daha bir yıl olmadı.
Ankara’daki
evimiz Doğu Sokak’ta. Talatpaşa Bulvarı’nın Gençlik Parkı tarafına değil de
öteki tarafına düşüyor. Ev dedemden kalma, kira filan vermiyoruz. İstesek de
veremeyiz. Babam memur, annem ev hanımı. Ben tek çocuğum ama anca işte. Beni
Eskişehir’de üniversiteye yollamak için nasıl zora girdiklerini ben biliyorum.
İşletmeyi bitirdim geldim buraya, yeni mezunum diye bin beş yüz lira maaşla
gece gündüz çalıştırıyorlar bir yıldır. Çok şükür tabi, bir sürü arkadaşım hâlâ
boşta gezerken ben iş buldum. Ama bu İstanbul’da en ucuz ev kirası iki bin,
nasıl olacak? Mecbur, üç kız bir evi paylaşıyoruz. Ev dediğim de Ortaköy’ün
yıkıldı yıkılacak evlerinden biri ama ne yapalım. Şu matematik derslerinden elime
geçenle birlikte idare ediyorum işte. Annemle babama yük olmuyorum ya artık,
içim rahat.
Babamla
annem, çok iyi insanlardır ikisi de. Babam annemi çok sever. Annem pek
göstermez ama o da düşkündür babama. Babamın anarşi döneminde kaybettiği bir
abisi varmış, onun arkadaşının kız kardeşiymiş annem. Çocukluk aşkı yani. Amcam
nasıl ölmüş bilmiyorum, hiç anlatmaz babam. Annem biliyordur herhalde. Kesin
biliyordur. Babam on yedi yaşındaymış daha. Amcam da yirmilerinde filan olmalı.
İkisi de solcuymuş o zamanlar. Ondan ölmüş galiba amcam. Babamın hâlâ gözleri
dolar amcamı anarken. Annem de babam da halk partili. Başkalarının anne
babalarına benzemezler yani. Eve her gün gazete alınır mesela. Akşamları
yapılacaksa pilavı salatayı babam yapar. Bazen annemin sofrayı toplamasına bile
yardım eder. Namaz filan kılmazlar ama çok iyi insanlardır. Gerçi babam bayram
namazlarına hep gider ama o kadar. Olsun, iyilik başka şey.
Çınar
mesela… Hayatımda ilk dinsiz onu gördüm ben ama ondan iyi insan da tanımadım.
İlk yıl bizim okulun bahar şenliğinde tanışmıştık. O Ankara Siyasal’da okuyor;
liseden arkadaşını ziyarete gelmiş Eskişehir’e. Ortak arkadaşlar filan derken bütün
şenlik boyunca muhabbet ettik. Daha doğrusu o konuştu ben dinledim. Hayatımda
okuduğum bütün kitapların Ankara’daki odamda, yatağımın üstünde asılı bir kat
rafta durduğunu duyunca gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Bir tek o zaman dertlendim
okumadığıma. Öyle güzel adamdı ki beni sevsin istiyordum. Allah biliyor ya ansiklopedi
bile okurdum beni sevmesi için. Neyse ki gerek kalmadı. Ben ona, o bana gide
gele Eskişehir-Ankara tren yolunda geçti iki yılımız. O tren raylarından
farksızdık aslında. Ayrı olduğumuzu bilmesine biliyor ama ayrı yönlere de
gidemiyorduk.
Bir
hafta sonu annemlerden habersiz Ankara’ya gittim. Garda karşıladı beni. Yemek
yemeye Tavukçu diye bir yere götürdü. Beyaz floresan ışığı, dümdüz taş duvar, yüzleri
o duvarlara benzeyen bir sürü amca… kupkuru bir yerdi. Moralim bozuldu ama
belli etmedim. İyi ki etmemişim. Bir başkaydı o gece. İlk rakıyı o akşam içtim.
Babam bazen evde iki bardak içerdi de kusasım gelirdi kokusundan, meğer ne lezzetliymiş.
Hele Çınar ne kadar zarifti bardağımı elleriyle doldururken. Elleri çok
güzeldir Çınar’ın. Hele sesi… Neftî kadife bir kumaşa dokunmak gibi gelirdi onu
dinlemek. Öyle tok, öyle yumuşak. Bana ilk defa o akşam Tavukçu’da okudu senin bir
şiirini. “Bilirsin ben hoyrat severim/ -kendi fikrime göre, erkekçe.-/ bir
ağaç, bir bulut, bir kuş ve biz/ ellerin ellerimde, ürkekçe (...) selam, en
güzel hasretlerden/ selam sana, korkak ve iyi kadın.../ ömrüne başlıyan/ tomurcuk
gibi, baharda/ aşka, sadık ve neş'eli başladın...” Yalan değil, hoyratça
severim derken biraz korkuttu beni. O sahiden çınar ağacı gibi bir adam, ben
sahiden damla gibi kalıyorum yanında. Yine de içerledim işte. Korkak olsam
babamlardan gizli ne işim var Kızılay’ın göbeğinde? Ben gözümü karartıp
gelmişim, onun dediğine bak. Bir şey belli etmedim tabi, gülümsedim. Zorla
değil ha, ona bakarken kendiliğinden gülüyordu yüzüm. Bir de ellerimi ellerine
almaz mı şiir okurken. Derya içinde damla gibi kaybolup gittiler avcunda.
Ötesine geçmedi. Bir de kendine hoyrat diyordu. Bizim lisedeki çocuklar hoyrattı
asıl. Lisede kimseyle birlikte olmazsan kezbana çıkardı adın ama çok göstere
göstere de yapmayacaksın ki kaşar demesinler. Ben bir kere denemiştim ama canım
çok acıdığı için yapmamıştım bir daha. Çınar’ı ise ben istiyordum. İstediği
kadar hoyratım desin, onun canımı yakmayacağını biliyordum. Bizim kızların
anlattığı gibi zevk bile alırdım belki. Ama istekli görünmemek için bir şey
demiyordum. Beni yanlış anlamasına dayanamazdım.
Bir
hafta sonu “hadi İstanbul’a gidelim” dedi. “Tamam” dedim. Neresini dese tamam
diyecektim. Cumartesi sabahın köründe İstanbul’daydık. Teyzemlerin filan haberi
yok tabi, söyler miyim hiç. Belki o beni anne babasıyla tanıştırır dedim
içimden. Gerçi ayrıymışlar ama bir umut işte. Yok, elimden tuttuğu gibi beni
buraya getirdi. Nereye gittiğimizi de söylemiyor. Deniz kenarında bir bankta
oturup alelacele birer simitle kahvaltı ettikten sonra karşıdan karşıya geçtik.
Bu kahverengi “Aşiyan” tabelasını bir yerden çıkaracağım ama nereden.
Mezarlığın kapısından girerken hatırladım. Genç bir edebiyat hocamız vardı
lisedeyken. Sınıfta bir Allah’ın kulu dinlemezdi kadıncağızı, varsa yoksa test
çözüyoruz, ne yapalım. Niyeyse onun söylediği kalmış aklımda. Ne demeye
mezarlıklardan bahsettiğini hiç anlamamıştım.
Mezarlıktan
korkmuyorum ama meraklandım tabi. Çık çık da bitmiyor. En sonunda geniş, ferah
bir mezara geldik. Baktım Orhan Veli yazıyor taşta. Orhan Veli’nin solundan
yukarı tırmanmaya devam ettik. İşte şu kargacık burgacık merdiveni çıktık en
son. Bir ara dengemi kaybeder gibi oldum, tuttu beni. Sonra böyle senin ayakucuna
oturduk işte. Soluklandık. Akarsular gibi konuşan o adam bir şey demek istiyor,
diyemiyor. Yine şiir okuyacak sandım. Okumadı da. Bir basamak aşağı indi sonra.
Gidiyoruz diye ben de kalktım yerimden. O zaman bana doğru dönüp durdu. Bir
güzel baktı ki… Sen şahitsin işte. Buracıkta öptü beni.
O gün
bu gündür şiirlerini okuyorum. Ayrılalı beri daha çok okuyorum çünkü onu bana
getiriyorlar. Okudukça sesini duyuyorum, elleri saçlarımda geziyor sanki… Ne o,
kitabın kapağındaki gibi yan yan gülümsüyor musun yoksa? Haklısın, Çınar’dan
sonra eskisi gibi olmadım. Ne bileyim bir kurt düştü içime. Eskiden olduğu gibi
emin değilim her şeyden. Öyle şeyler anlattı, öyle şeyler paylaştı ki farklı
görünüyor dünya. Tanıdığım kimseye benzemiyordu ki. Konuşurken bile farklı
konuşurdu herkesten. Halk değil halklar diyordu mesela. İlk duyduğumda anlamamıştım.
Bizimkiler bizzat halk partili ama hep halk derler. Halkımız şöyle, halkımız
böyle. Çınar’sa halklardan, onların haklarından bahsederdi. Haklı gibiydi.
İnandıklarını savunurken hiç çekinmezdi bir şeyden. Herkese kafa tutabilirdi.
Dışlanır mıyım, yalnız kalır mıyım diye düşünmezdi hiç. Belki düşünüyordu da
önemsemiyordu. Benim için önemli. Çevresinde kimse olmasa neye tutunur, nasıl
ayakta durur insan? Mesela onsuz nasıl yaşıyorum, gel bana sor. Hayaller kurmak
zorunda kalıyorum, hepsi onsuz. Arnavutköy’de önünden hep geçtiğim şık bir
restoran var, orayı işletmek istiyorum mesela. Hayalimde masaları teker teker
geziyorum, müşteriler bana ne kadar keyifli zaman geçirdiklerini anlatıyorlar. Boğazdan
ağır ağır geçen şilepleri seyrederek biraz yorgun ama gururla kahvemi yudumluyorum.
Henüz bu kadarını kurabildim. Şimdi aklıma bile gelmeyen daha ne hayaller
kuracağım kim bilir.
O
sırada sert bir rüzgâr esti boğazda. Toprakla konuşmakta olan Damla’nın
duymadığı bu hırçın rüzgâr önce denizin tüylerini ürpertti, ardından servi ve
erguvanların arasından geçerken serin bir esinti olup Damla’nın kuru başakları
andıran saçlarını havalandırdı, saydam tenini ürpertti. Akşam çöküyordu. Şairin
ayakucundan isteksizce kalktı Damla. Düşmemek için dar merdivenleri dikkatle
indi, Orhan Veli’ye gülümseyerek selam verip ağır adımlarla çıkışa doğru
ilerledi. Bu saatte Beşiktaş yönüne giden otobüslerin tıklım tıkış olacaklarını
düşününce morali bozuldu, “en kötü yürürüm” diye avuttu kendini. Karanlık olmuştu,
evlerin ışıkları bir bir yanıyordu ama hava ballı ılık süt gibiydi, üşümezdi.
Oysa
aynı rüzgâr, mezarlık kapısının üzerinde bulunduğu yokuştan aşağı inmekte olan
Furkan’ın içini ürpertmiş, kolundaki tüyler diken diken olmuştu. Mezarlık
kapısından çıkan ufak tefek sarışın kadını görünce, Hamdi’yle Recep burada
olsalar yapacaklarını düşünüp gülümsedi. Sırf eğlencesine evine kadar takip
edebilirlerdi, şansları varsa kız pes edip onları eve bile alabilirdi. Bu tür
kızlar böyleydi, kendi mahallesindekilere benzemezlerdi. Furkan sol eliyle sağ
elindeki iri yüzüğü çevirdiği esnada ne yapmak istediğini düşündü. Önünden
geçtiği apartman kapısındaki yansımasına baktı bir an. Yaradan boy vermemişti
ama o vücut çalışmış, kendini geliştirmişti. Aslan gibiydi evelallah. Hem ne
Recep gibi sürekli ter kokuyor, ne de Hamdi gibi içi kir dolu tırnaklarla
geziyordu.
İki
metre ilerisinde tam önüne çıkan sarışına bir laf savurdu. Kız ürküp
duymazlıktan geldi, adımlarını sıklaştırdı. Furkan kızın yüzünü görmek
istiyordu ama saçları da çok güzeldi, ipek kumaşa dokunmak gibiydi kesin. Furkan
ikinci kere laf atınca kadın durdu, hışımla geriye dönüp Furkan’a bağırmaya
başladı. Etraftan çekinmeden avazı çıktığı kadar, sanki birikmiş de patlamış
gibi ağır konuşuyordu. Gerçi etrafta kimse yoktu, ışıkları yanan evler de merak
edip bakmazlardı ama kadın öyle can havliyle bağırıyordu ki herkes duyabilir,
insanlar en sonunda çıkıp bakabilirlerdi. Furkan kadının susması için
aralarındaki iki metreyi telaşla kat edip kadının üzerine atıldı, elleriyle
ağzını kapadı. Kadının dehşetle açılmış gözleri iki ela kuyuya benziyordu. Furkan’ın
sol elinde kalan saçları da sahiden ipek gibiydi. Furkan onu susturmaya
çalıştıkça kadın ona daha da şiddetle karşı koyuyordu. İnce bedeninden
beklenmeyecek kadar güçlüydü. O zaman daha güçlü karşılık verdi Furkan. Kadının
gözlerindeki dehşetin rengi acıya döndü. Furkan acıyı görünce panikledi, kadını
vargücüyle yere fırlatıp yokuş yukarı koşarak kaçtı. Başının düştüğü yerden
onun uzaklaşmasını izleyen Damla kurtulduğu için rahatladı. Rahatlamayla
karışık can acısıyla gözlerini yumarken kafasının gerisinden ılık ılık akan
kanı denize ulaşmaya çalışıyordu ama yokuşun yarısına bile gelmeden kuruyup
kaldı.
Furkan
eve vardığında elleri hâlâ titriyordu. “Hak etti” diye tekrar ediyordu içinden.
Kalkıp evine gitmiştir ne yapacak. Ne yapacak, evine gitmiştir. Bağıracak ne
vardı. Hak etti. Elini yüzünü yıkadı, gömleğini değiştirdi, anasının kurduğu
sofraya oturdu. Oğlunun çatalı tutarken elinin titrediğini gören kadın
endişelendi ama bir şey soramadı. Oğulcuğu delikanlı olmuştu artık, delikanlıya
olur olmadık her şey sorulmazdı. İyiydi, evindeydi ya; hayırlı evlattı
Furkan’ı. Babasının tüpgaz dükkânının başına geçmiş, aslanlar gibi işletiyordu.
İçkisi kumarı yoktu; elin namuslu karısına kızına dönüp bakmaz, nerede bir
dilenci görse sadaka verir, hayır duasını alırdı.
Furkan
o gece kan ter içinde deli deli uyudu ama sabah uyandığı zaman rüyasında ne
gördüğünü hatırlamıyordu. Gözlerini açtığı saatlerde o yokuşun üzerinde uzun
ince, koyu bir çizgiden başka bir iz kalmamıştı. Furkan yüzünü yıkarken
insanlar o kuru çizgiye basarak yokuştan aşağı iniyor, işlerine gidiyorlardı. O
da çok geçmeden eski ahşap kapıyı arkasından örtüp iki sokak ötedeki dükkânına
yöneldi. Recep ile Hamdi içeri daldıklarında dükkânın anahtarı daha kapıda
sallanıyordu. Furkan onları görünce omuzlarını gayri ihtiyari geriye çekip
dikleşti. Bu defa da Furkan’ın gömleğinin rengine takılan Hamdi her zamanki
gibi eğik bir gülüşle üzerine gitti arkadaşının. Furkan ona gülerek sinkaflı
bir küfürle karşılık verdikten sonra dün akşam kendisine pas atan kadından,
kadının diri memelerinden ve yusyuvarlak kalçalarından bahsetti. Recep de Hamdi
de Furkan’ın giyimine takılmayı bırakıp onu iştahla dinlediler. Furkan boyundan
kaybettiği için olacak kendileri kadar skor sahibi değildi ama çok güzel
anlatıyordu namussuz. Elbette dünkü karşılaşmaya dair can sıkıcı ayrıntıları
çıkarmış, olayı biraz değiştirerek Receplerin hoşuna gideceğini bildiği şekilde
aktarmıştı. Kızın o kadar kolay tav olmasına arkadaşlarının aklı tam yatmasa da
yevmiyeli işlerine yetişmek için Furkan’ın dükkânından çıkabilmeleri birkaç
dakikalarını aldı.
Furkan
arkadaşlarının gidişini dükkânının camı ardından muzaffer bir edayla izledi.
Nasıl da ağızları açık dinlemişlerdi ama. Yine de bunun burada kalmayacağını
biliyordu. Orta birdeyken Hamdi, Recep, Apo ve Yusuf’la Kumkapı’daki geneleve
gittiklerinde Furkan’ın salya sümük ağlamış olması arkadaşları arasında hâlâ
alay konusuydu. Oysa ne derlerse desinler en az onlar kadar erkekti Furkan da. Daha
dün kanıtlamıştı kuvvetini. Nasıl da yere çalmıştı karıyı. Ah bir
görebilselerdi. Kızın kendisini onun çelik gibi kollarına nasıl teslim ettiğini
kendi de görebilseydi… Hem kendi içi rahatlar, hem de artık bıkıp usanmaya
başladığı bu takılmaların sonu gelirdi. Her şeye rağmen çocukluktan beri mahalle
arkadaşıydılar, onlar olmasa yapayalnız olurdu. Tüm alayları, takılmaları bir
yana onlar da Furkan’ı severdi. En nihayetinde birbirlerine benzerlerdi işte.
Recep’le
Hamdi’nin sol köşeyi dönüp gözden kaybolmalarını izledikten sonra başını
çevirdiğinde sokağın karşısındaki dükkânın kiracısı Fatih’le göz göze geldi. Furkan’ın
dedesinin ahbabı Abdullah Amca ölünce torunları bu basık zücaciye dükkânıyla
uğraşmak istememiş, dükkânı kiraya vermişlerdi. Fatih mahalleye bu vesileyle
gelmiş, o köhne dükkânı çekip çevirmişti. Kısa zamanda kendini sevdirmiş, mahallede
kabul görmüştü. Arkadaşları iyi kötü bir muhabbet kurdukları halde Furkan
niyeyse Fatih’e uzak duruyor, yaklaşmaya çekiniyordu. Birbirlerine uzaktan gülümseyerek
verdikleri selamlar yeterliydi. Camın arkasından yine sevecenlikle gülümseyerek
başıyla selam verdi Furkan. Fatih de elini göğsüne götürerek ona mukabele etti.
Sonra ikisi de masalarının başına geçip birbirlerinin tenekeden bozma çay
kaşıklarının ince belli çay bardakları içinde çıkardığı sese kulak kabarttılar.
Ayşecan Ay
19.08.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder