15 Temmuz 2017 Cumartesi

Hoyrat

 Baştan anlaşalım, ben kitap okumayı sevmem. Bir türlü sevemedim işte, sıkılıyorum. Ama sen, “Öyleyse ne işin var mezarımda?” diye sormazsın bana. Mezarının yalnız senin mezarın olmadığını bilecek kadar şairsin. Bugün Cumartesi ya, Sarıyer’deki öğrencime gittim matematik dersi vermeye. Eve dönüyordum, Aşiyan tabelasını görünce bir uğrayayım dedim. Beni hatırladın mı? Damla ben.
Ağustos’ta doğmuş, Ağustos’ta ölmüşsün… Ben de yazın doğdum, 1992 Temmuz’unda. Doğduğum gün hastanenin trafosu patlamış, karanlıkta açmışım gözlerimi. Düşünsene, gözünü bir açıyorsun yine karanlık. Sanki hiç doğmamışsın gibi. Burada değil ha Ankara’da doğdum. Buraya taşınalı daha bir yıl olmadı.

Ankara’daki evimiz Doğu Sokak’ta. Talatpaşa Bulvarı’nın Gençlik Parkı tarafına değil de öteki tarafına düşüyor. Ev dedemden kalma, kira filan vermiyoruz. İstesek de veremeyiz. Babam memur, annem ev hanımı. Ben tek çocuğum ama anca işte. Beni Eskişehir’de üniversiteye yollamak için nasıl zora girdiklerini ben biliyorum. İşletmeyi bitirdim geldim buraya, yeni mezunum diye bin beş yüz lira maaşla gece gündüz çalıştırıyorlar bir yıldır. Çok şükür tabi, bir sürü arkadaşım hâlâ boşta gezerken ben iş buldum. Ama bu İstanbul’da en ucuz ev kirası iki bin, nasıl olacak? Mecbur, üç kız bir evi paylaşıyoruz. Ev dediğim de Ortaköy’ün yıkıldı yıkılacak evlerinden biri ama ne yapalım. Şu matematik derslerinden elime geçenle birlikte idare ediyorum işte. Annemle babama yük olmuyorum ya artık, içim rahat.

Babamla annem, çok iyi insanlardır ikisi de. Babam annemi çok sever. Annem pek göstermez ama o da düşkündür babama. Babamın anarşi döneminde kaybettiği bir abisi varmış, onun arkadaşının kız kardeşiymiş annem. Çocukluk aşkı yani. Amcam nasıl ölmüş bilmiyorum, hiç anlatmaz babam. Annem biliyordur herhalde. Kesin biliyordur. Babam on yedi yaşındaymış daha. Amcam da yirmilerinde filan olmalı. İkisi de solcuymuş o zamanlar. Ondan ölmüş galiba amcam. Babamın hâlâ gözleri dolar amcamı anarken. Annem de babam da halk partili. Başkalarının anne babalarına benzemezler yani. Eve her gün gazete alınır mesela. Akşamları yapılacaksa pilavı salatayı babam yapar. Bazen annemin sofrayı toplamasına bile yardım eder. Namaz filan kılmazlar ama çok iyi insanlardır. Gerçi babam bayram namazlarına hep gider ama o kadar. Olsun, iyilik başka şey.

Çınar mesela… Hayatımda ilk dinsiz onu gördüm ben ama ondan iyi insan da tanımadım. İlk yıl bizim okulun bahar şenliğinde tanışmıştık. O Ankara Siyasal’da okuyor; liseden arkadaşını ziyarete gelmiş Eskişehir’e. Ortak arkadaşlar filan derken bütün şenlik boyunca muhabbet ettik. Daha doğrusu o konuştu ben dinledim. Hayatımda okuduğum bütün kitapların Ankara’daki odamda, yatağımın üstünde asılı bir kat rafta durduğunu duyunca gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Bir tek o zaman dertlendim okumadığıma. Öyle güzel adamdı ki beni sevsin istiyordum. Allah biliyor ya ansiklopedi bile okurdum beni sevmesi için. Neyse ki gerek kalmadı. Ben ona, o bana gide gele Eskişehir-Ankara tren yolunda geçti iki yılımız. O tren raylarından farksızdık aslında. Ayrı olduğumuzu bilmesine biliyor ama ayrı yönlere de gidemiyorduk. 

Bir hafta sonu annemlerden habersiz Ankara’ya gittim. Garda karşıladı beni. Yemek yemeye Tavukçu diye bir yere götürdü. Beyaz floresan ışığı, dümdüz taş duvar, yüzleri o duvarlara benzeyen bir sürü amca… kupkuru bir yerdi. Moralim bozuldu ama belli etmedim. İyi ki etmemişim. Bir başkaydı o gece. İlk rakıyı o akşam içtim. Babam bazen evde iki bardak içerdi de kusasım gelirdi kokusundan, meğer ne lezzetliymiş. Hele Çınar ne kadar zarifti bardağımı elleriyle doldururken. Elleri çok güzeldir Çınar’ın. Hele sesi… Neftî kadife bir kumaşa dokunmak gibi gelirdi onu dinlemek. Öyle tok, öyle yumuşak. Bana ilk defa o akşam Tavukçu’da okudu senin bir şiirini. “Bilirsin ben hoyrat severim/ -kendi fikrime göre, erkekçe.-/ bir ağaç, bir bulut, bir kuş ve biz/ ellerin ellerimde, ürkekçe (...) selam, en güzel hasretlerden/ selam sana, korkak ve iyi kadın.../ ömrüne başlıyan/ tomurcuk gibi, baharda/ aşka, sadık ve neş'eli başladın...” Yalan değil, hoyratça severim derken biraz korkuttu beni. O sahiden çınar ağacı gibi bir adam, ben sahiden damla gibi kalıyorum yanında. Yine de içerledim işte. Korkak olsam babamlardan gizli ne işim var Kızılay’ın göbeğinde? Ben gözümü karartıp gelmişim, onun dediğine bak. Bir şey belli etmedim tabi, gülümsedim. Zorla değil ha, ona bakarken kendiliğinden gülüyordu yüzüm. Bir de ellerimi ellerine almaz mı şiir okurken. Derya içinde damla gibi kaybolup gittiler avcunda. Ötesine geçmedi. Bir de kendine hoyrat diyordu. Bizim lisedeki çocuklar hoyrattı asıl. Lisede kimseyle birlikte olmazsan kezbana çıkardı adın ama çok göstere göstere de yapmayacaksın ki kaşar demesinler. Ben bir kere denemiştim ama canım çok acıdığı için yapmamıştım bir daha. Çınar’ı ise ben istiyordum. İstediği kadar hoyratım desin, onun canımı yakmayacağını biliyordum. Bizim kızların anlattığı gibi zevk bile alırdım belki. Ama istekli görünmemek için bir şey demiyordum. Beni yanlış anlamasına dayanamazdım.   

Bir hafta sonu “hadi İstanbul’a gidelim” dedi. “Tamam” dedim. Neresini dese tamam diyecektim. Cumartesi sabahın köründe İstanbul’daydık. Teyzemlerin filan haberi yok tabi, söyler miyim hiç. Belki o beni anne babasıyla tanıştırır dedim içimden. Gerçi ayrıymışlar ama bir umut işte. Yok, elimden tuttuğu gibi beni buraya getirdi. Nereye gittiğimizi de söylemiyor. Deniz kenarında bir bankta oturup alelacele birer simitle kahvaltı ettikten sonra karşıdan karşıya geçtik. Bu kahverengi “Aşiyan” tabelasını bir yerden çıkaracağım ama nereden. Mezarlığın kapısından girerken hatırladım. Genç bir edebiyat hocamız vardı lisedeyken. Sınıfta bir Allah’ın kulu dinlemezdi kadıncağızı, varsa yoksa test çözüyoruz, ne yapalım. Niyeyse onun söylediği kalmış aklımda. Ne demeye mezarlıklardan bahsettiğini hiç anlamamıştım.

Mezarlıktan korkmuyorum ama meraklandım tabi. Çık çık da bitmiyor. En sonunda geniş, ferah bir mezara geldik. Baktım Orhan Veli yazıyor taşta. Orhan Veli’nin solundan yukarı tırmanmaya devam ettik. İşte şu kargacık burgacık merdiveni çıktık en son. Bir ara dengemi kaybeder gibi oldum, tuttu beni. Sonra böyle senin ayakucuna oturduk işte. Soluklandık. Akarsular gibi konuşan o adam bir şey demek istiyor, diyemiyor. Yine şiir okuyacak sandım. Okumadı da. Bir basamak aşağı indi sonra. Gidiyoruz diye ben de kalktım yerimden. O zaman bana doğru dönüp durdu. Bir güzel baktı ki… Sen şahitsin işte. Buracıkta öptü beni.

O gün bu gündür şiirlerini okuyorum. Ayrılalı beri daha çok okuyorum çünkü onu bana getiriyorlar. Okudukça sesini duyuyorum, elleri saçlarımda geziyor sanki… Ne o, kitabın kapağındaki gibi yan yan gülümsüyor musun yoksa? Haklısın, Çınar’dan sonra eskisi gibi olmadım. Ne bileyim bir kurt düştü içime. Eskiden olduğu gibi emin değilim her şeyden. Öyle şeyler anlattı, öyle şeyler paylaştı ki farklı görünüyor dünya. Tanıdığım kimseye benzemiyordu ki. Konuşurken bile farklı konuşurdu herkesten. Halk değil halklar diyordu mesela. İlk duyduğumda anlamamıştım. Bizimkiler bizzat halk partili ama hep halk derler. Halkımız şöyle, halkımız böyle. Çınar’sa halklardan, onların haklarından bahsederdi. Haklı gibiydi. İnandıklarını savunurken hiç çekinmezdi bir şeyden. Herkese kafa tutabilirdi. Dışlanır mıyım, yalnız kalır mıyım diye düşünmezdi hiç. Belki düşünüyordu da önemsemiyordu. Benim için önemli. Çevresinde kimse olmasa neye tutunur, nasıl ayakta durur insan? Mesela onsuz nasıl yaşıyorum, gel bana sor. Hayaller kurmak zorunda kalıyorum, hepsi onsuz. Arnavutköy’de önünden hep geçtiğim şık bir restoran var, orayı işletmek istiyorum mesela. Hayalimde masaları teker teker geziyorum, müşteriler bana ne kadar keyifli zaman geçirdiklerini anlatıyorlar. Boğazdan ağır ağır geçen şilepleri seyrederek biraz yorgun ama gururla kahvemi yudumluyorum. Henüz bu kadarını kurabildim. Şimdi aklıma bile gelmeyen daha ne hayaller kuracağım kim bilir.

O sırada sert bir rüzgâr esti boğazda. Toprakla konuşmakta olan Damla’nın duymadığı bu hırçın rüzgâr önce denizin tüylerini ürpertti, ardından servi ve erguvanların arasından geçerken serin bir esinti olup Damla’nın kuru başakları andıran saçlarını havalandırdı, saydam tenini ürpertti. Akşam çöküyordu. Şairin ayakucundan isteksizce kalktı Damla. Düşmemek için dar merdivenleri dikkatle indi, Orhan Veli’ye gülümseyerek selam verip ağır adımlarla çıkışa doğru ilerledi. Bu saatte Beşiktaş yönüne giden otobüslerin tıklım tıkış olacaklarını düşününce morali bozuldu, “en kötü yürürüm” diye avuttu kendini. Karanlık olmuştu, evlerin ışıkları bir bir yanıyordu ama hava ballı ılık süt gibiydi, üşümezdi.

Oysa aynı rüzgâr, mezarlık kapısının üzerinde bulunduğu yokuştan aşağı inmekte olan Furkan’ın içini ürpertmiş, kolundaki tüyler diken diken olmuştu. Mezarlık kapısından çıkan ufak tefek sarışın kadını görünce, Hamdi’yle Recep burada olsalar yapacaklarını düşünüp gülümsedi. Sırf eğlencesine evine kadar takip edebilirlerdi, şansları varsa kız pes edip onları eve bile alabilirdi. Bu tür kızlar böyleydi, kendi mahallesindekilere benzemezlerdi. Furkan sol eliyle sağ elindeki iri yüzüğü çevirdiği esnada ne yapmak istediğini düşündü. Önünden geçtiği apartman kapısındaki yansımasına baktı bir an. Yaradan boy vermemişti ama o vücut çalışmış, kendini geliştirmişti. Aslan gibiydi evelallah. Hem ne Recep gibi sürekli ter kokuyor, ne de Hamdi gibi içi kir dolu tırnaklarla geziyordu.

İki metre ilerisinde tam önüne çıkan sarışına bir laf savurdu. Kız ürküp duymazlıktan geldi, adımlarını sıklaştırdı. Furkan kızın yüzünü görmek istiyordu ama saçları da çok güzeldi, ipek kumaşa dokunmak gibiydi kesin. Furkan ikinci kere laf atınca kadın durdu, hışımla geriye dönüp Furkan’a bağırmaya başladı. Etraftan çekinmeden avazı çıktığı kadar, sanki birikmiş de patlamış gibi ağır konuşuyordu. Gerçi etrafta kimse yoktu, ışıkları yanan evler de merak edip bakmazlardı ama kadın öyle can havliyle bağırıyordu ki herkes duyabilir, insanlar en sonunda çıkıp bakabilirlerdi. Furkan kadının susması için aralarındaki iki metreyi telaşla kat edip kadının üzerine atıldı, elleriyle ağzını kapadı. Kadının dehşetle açılmış gözleri iki ela kuyuya benziyordu. Furkan’ın sol elinde kalan saçları da sahiden ipek gibiydi. Furkan onu susturmaya çalıştıkça kadın ona daha da şiddetle karşı koyuyordu. İnce bedeninden beklenmeyecek kadar güçlüydü. O zaman daha güçlü karşılık verdi Furkan. Kadının gözlerindeki dehşetin rengi acıya döndü. Furkan acıyı görünce panikledi, kadını vargücüyle yere fırlatıp yokuş yukarı koşarak kaçtı. Başının düştüğü yerden onun uzaklaşmasını izleyen Damla kurtulduğu için rahatladı. Rahatlamayla karışık can acısıyla gözlerini yumarken kafasının gerisinden ılık ılık akan kanı denize ulaşmaya çalışıyordu ama yokuşun yarısına bile gelmeden kuruyup kaldı.

Furkan eve vardığında elleri hâlâ titriyordu. “Hak etti” diye tekrar ediyordu içinden. Kalkıp evine gitmiştir ne yapacak. Ne yapacak, evine gitmiştir. Bağıracak ne vardı. Hak etti. Elini yüzünü yıkadı, gömleğini değiştirdi, anasının kurduğu sofraya oturdu. Oğlunun çatalı tutarken elinin titrediğini gören kadın endişelendi ama bir şey soramadı. Oğulcuğu delikanlı olmuştu artık, delikanlıya olur olmadık her şey sorulmazdı. İyiydi, evindeydi ya; hayırlı evlattı Furkan’ı. Babasının tüpgaz dükkânının başına geçmiş, aslanlar gibi işletiyordu. İçkisi kumarı yoktu; elin namuslu karısına kızına dönüp bakmaz, nerede bir dilenci görse sadaka verir, hayır duasını alırdı.

Furkan o gece kan ter içinde deli deli uyudu ama sabah uyandığı zaman rüyasında ne gördüğünü hatırlamıyordu. Gözlerini açtığı saatlerde o yokuşun üzerinde uzun ince, koyu bir çizgiden başka bir iz kalmamıştı. Furkan yüzünü yıkarken insanlar o kuru çizgiye basarak yokuştan aşağı iniyor, işlerine gidiyorlardı. O da çok geçmeden eski ahşap kapıyı arkasından örtüp iki sokak ötedeki dükkânına yöneldi. Recep ile Hamdi içeri daldıklarında dükkânın anahtarı daha kapıda sallanıyordu. Furkan onları görünce omuzlarını gayri ihtiyari geriye çekip dikleşti. Bu defa da Furkan’ın gömleğinin rengine takılan Hamdi her zamanki gibi eğik bir gülüşle üzerine gitti arkadaşının. Furkan ona gülerek sinkaflı bir küfürle karşılık verdikten sonra dün akşam kendisine pas atan kadından, kadının diri memelerinden ve yusyuvarlak kalçalarından bahsetti. Recep de Hamdi de Furkan’ın giyimine takılmayı bırakıp onu iştahla dinlediler. Furkan boyundan kaybettiği için olacak kendileri kadar skor sahibi değildi ama çok güzel anlatıyordu namussuz. Elbette dünkü karşılaşmaya dair can sıkıcı ayrıntıları çıkarmış, olayı biraz değiştirerek Receplerin hoşuna gideceğini bildiği şekilde aktarmıştı. Kızın o kadar kolay tav olmasına arkadaşlarının aklı tam yatmasa da yevmiyeli işlerine yetişmek için Furkan’ın dükkânından çıkabilmeleri birkaç dakikalarını aldı.

Furkan arkadaşlarının gidişini dükkânının camı ardından muzaffer bir edayla izledi. Nasıl da ağızları açık dinlemişlerdi ama. Yine de bunun burada kalmayacağını biliyordu. Orta birdeyken Hamdi, Recep, Apo ve Yusuf’la Kumkapı’daki geneleve gittiklerinde Furkan’ın salya sümük ağlamış olması arkadaşları arasında hâlâ alay konusuydu. Oysa ne derlerse desinler en az onlar kadar erkekti Furkan da. Daha dün kanıtlamıştı kuvvetini. Nasıl da yere çalmıştı karıyı. Ah bir görebilselerdi. Kızın kendisini onun çelik gibi kollarına nasıl teslim ettiğini kendi de görebilseydi… Hem kendi içi rahatlar, hem de artık bıkıp usanmaya başladığı bu takılmaların sonu gelirdi. Her şeye rağmen çocukluktan beri mahalle arkadaşıydılar, onlar olmasa yapayalnız olurdu. Tüm alayları, takılmaları bir yana onlar da Furkan’ı severdi. En nihayetinde birbirlerine benzerlerdi işte.

Recep’le Hamdi’nin sol köşeyi dönüp gözden kaybolmalarını izledikten sonra başını çevirdiğinde sokağın karşısındaki dükkânın kiracısı Fatih’le göz göze geldi. Furkan’ın dedesinin ahbabı Abdullah Amca ölünce torunları bu basık zücaciye dükkânıyla uğraşmak istememiş, dükkânı kiraya vermişlerdi. Fatih mahalleye bu vesileyle gelmiş, o köhne dükkânı çekip çevirmişti. Kısa zamanda kendini sevdirmiş, mahallede kabul görmüştü. Arkadaşları iyi kötü bir muhabbet kurdukları halde Furkan niyeyse Fatih’e uzak duruyor, yaklaşmaya çekiniyordu. Birbirlerine uzaktan gülümseyerek verdikleri selamlar yeterliydi. Camın arkasından yine sevecenlikle gülümseyerek başıyla selam verdi Furkan. Fatih de elini göğsüne götürerek ona mukabele etti. Sonra ikisi de masalarının başına geçip birbirlerinin tenekeden bozma çay kaşıklarının ince belli çay bardakları içinde çıkardığı sese kulak kabarttılar.

Ayşecan Ay
19.08.2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder