26 Mayıs 2010 Çarşamba
Menemen
Neden
25 Mayıs 2010 Salı
much ado about nothing #1
23 Mayıs 2010 Pazar
Mor Menekşe, Minnacık Kadın ve Devin Güzel Elleri
Dedim ben yapmazdım diye, yapmam yapamam.
Kaderimi paylaşacaktı halbuki, acımasızdım, kararlıydım. Kaç gündür su vermiyordum kalbim büyüklüğündeki menekşeye. Yapraklarının bir bir kurumasını izliyordum. Can çekişerek ölmesini. Karşısına geçmiş izliyordum, kılımı kıpırdatmadım. Sağ yanımdaki sıklamen içinse çok geçti zaten.
Fakat dayanamadım işte. Dedim yapamam diye, yapamadım. Aldım konuştum onunla. “Bak” dedim “su vereceğim şimdi sana. Biliyorum hala ordasın, vazgeçmedin. Tanıyorum seni, biliyorum. Benim kadar bir şeysin küçük hanım. Mini minnacık bir kadınsın sen de. Vazgeçmezsin kolay kolay. Dev gibi adamlar vazgeçebilir ama biz geçmeyiz, değil mi? Haydi aç çiçeklerini, bana bak. Yaşayacağız, başka şansımız yok. Bana söz ver, tutunacaksın. Sen de bırakmayacaksın beni, söz ver. Sen bana söz verirsen, hayatı veririm ben de sana. Bırakmayacağım seni, gel bakalım..”
Mutfağa götürdüm, canını acıtmadan temizledim kuru yapraklarını. İçme suyu verdim, bir çırpıda içti. Birlikte diğerlerini suladık sonra. Sıklamen iyice pes etmişti ama kuru yapraklarını temizleyince minik yeşil bir yaprak çıkardı kafasını. Gitmemiş, saklanıyormuş sadece. Nasıl sevindim.
Menekşe hanımı da aldım masama koydum. Birlikte yazacağız bu tezi, öyle anlaştık. Onu öldürmeye kalktığımı bildiği halde affetti beni. Affetmek de denmez, anladı, bildi ki sevmek, yaşamak, severek yaşamak kolay iş değil, mücadele ister. O seni öldürse de seveceksin. Böyle bir şey bu. Biz öyle öğrendik. Biz öyle sevdik, değil mi Menekşe hanım? İçimiz kan ağlasa da açacağız çiçeklerimizi, değil mi? Bir seri katil kadar iyi bakamadığım zamanlar olacak sana, ama asla sevgisiz kalmayacaksın söz veriyorum.
Söz verme derdi halbuki, söz verirsen yapmazsın sen. Yanlış. Tutmayacağımı bildiğim için söz vermedim hiç, şimdiyse biliyorum. Sevgiden bol bir şeyim olmadı bugüne kadar, neden esirgeyeyim onu da? Hele de böyle küçük bir hanımdan?
Yok, yapamayacağım. Yapamam demiştim. Ben öyle kolay bırakamam, pes edemem. Değil mi ki tek hayat bu, biraz daha savaşmak ister. Tabi ne yapıyorsak aşkla sevdayla. Mesela Menekşe kalkıp kastetseydi canıma, betim benzim solsa, bir deri bir kemik kalsaydım da ah etmezdim. Etmezdim işte.
Gel bakalım küçük hanım, kaldık mı baş başa…
22 Mayıs 2010 Cumartesi
Minik Mor Menekşe
20 Mayıs 2010 Perşembe
Ne İstiyorum Biliyor musun?
Bu güneşli, gölgeli, yeşilli berrak havayı doldursun istiyorum şen kahkahaları. Ancak o zaman görüyorum kuşları ki uçuyorlar.
Bir el bir ele bu kadar mı özlemle uzanır. Tuzsuz bir yemek yerken sofranın diğer ucundaki tuzluğa uzanır gibi, sonra tuzu fazla kaçırıp bu sefer de suya uzanır gibi. Günlerce uyumadıktan sonra yastığa uzanır gibi. Yıllarca süren yağmurdan sonra bir sabah güneşe uyanır gibi.
Ne istiyorum biliyor musun? Bisiklete binmek istiyorum. Ada’da olması şart değil, ama olsa ne güzel olur. Zar zor çıktığım yokuşun tepesinden aşağı kendimi bırakırken, yönümü şaşırıp düşmek pahasına da olsa bir an için kafamı arkaya çevirip orada olduğunu, arkamdan geldiğini görmek istiyorum.
Bir bankta yan yana oturmak, çok acıkıp simit almak, yanına hiç gitmese de şarabı elmayla içmek, en beğendiğim mezenin son parçasından feragat ettiğimi düşünmeden feragat etmek, gece vakti bomboş bir sokakta karşılıklı kaldırımlara oturmak istiyorum. Davudi sesinden Turgut Uyar dinlemek, ya da mırıldandığı musikideki kadın olduğumu hayal etmek istiyorum. Yemek yapmasını hayranlıkla izlemek ama salatama müdahale etmeye kalkarsa eline eline vurmak istiyorum. Vuramam, öyle güzel ellere vurulmaz ki. Çok güzeller, evet. Yüzümden bile büyük ve çok güzel.
Şimdi ne istiyorum biliyor musun? Moda sahilindeki dondurmacıdan koca birer dondurma alalım da az aşağıdaki çocuk parkına gidelim istiyorum. Peçete ve suyu da unutmayalım ama, ellerimiz yapış yapış olacak ve susayacağız çünkü. Ayaklarım çıplak, elimde dondurmayla salıncakta sallanırken seyretsin beni ve ne kadar aptal olduğumu düşünmektense, sadece mutluluktan havalara uçtuğumu görsün istiyorum.
Ne istiyorum biliyor musun dostum? Peşin peşin güven talep edilmek değil, güven uyandırılmak istiyorum. Ben şimdi yeniden inanmak için bir sebep istiyorum ki inandırabileyim. Çok bir şey değil, zannetmiyorum çok bir şey olduğunu. Ben şimdi nefes almak ve gülmek istiyorum. Yürümek, yüzmek, düşünmek ve sevmek istiyorum. Balkonu bir güzel yıkayıp masa sandalye atmak ve masayı da küçük küçük mezeler ve büyük büyük rakılarla donatıp Zeki Müren, Müzeyyen Senar ve Safiye Ayla’yı katmak istiyorum görebildiğim bir avuç ışıklı denize. Ben şimdi Nuran gibi karış karış gezmek de istiyorum eski İstanbul’u.
Sıkıldım içlenmekten, anlamı yok. Usandım beklemekten, vakit yok. Bu kadar acı, bu kadar dert…yok, vallahi gerek yok.
19 Mayıs 2010 Çarşamba
ayşec. ajandası
Beter Böcek
Sensizlik senden bile betermiş diyerek, hayatımda gördüğüm en büyük papatya öbeğiyle gelmişti yanıma. Şimdi ne çok isterdim haklı olmasını. Papatyadan geçtim, en beter benim. Beter böcek hanginiz? Benim! Hayır benim! Yok yok benim!
Olur olmadık şeylere sinkaflı küfürler savuruyorum. Yahut tam tersi. Akşam mutfakta kesme tahtası –keşke tahta olsa, beyaz plastik-, soğan, bıçak, ben takılıyoruz. Güzelce soydum yıkadım soğanı, koydum tahtaya, ikiye böleceğim. Bir soğana baktım, bir de otuz santim ötemdeki ufka baktım. Omuzlarım çökerken derin bir nefes verdim. Oğlunu kesecek İbrahim bu kadar içlenmemiştir.
İçinde maktul soğanın da olduğu poşet dolu ellerimle taksi durdurmayı başarmıştım bir saat önce. Zar zor attım kendimi içine. Yolu az biraz tarif ederek geldim. Ben parayı uzatırken döndü, “abla bir yanlışım mı oldu” dedi. Bu “abla”dan başka bir yanlışı olmamıştı halbuki. “Anlamadım” dedim. “Ne bileyim sen öyle şey edince…” Ne ettiğimi o deyince anladım. Adama dikiz aynasından küskün bakıyor, küskün ediyordum edeceğim topu topu iki lafı. Kırgın gibi, incik gibi, boncuk gibi bakıyordum. Sesim titrek, dokunsalar-ağlayacak-kadın sesiydi. Pek uzun bir geçmişimiz yoktu halbuki taksiciyle, en fazla on dakika. Mustafa Hakkında Her Şey aklımın kenarından geçmişti sadece, hepsi o. “Kusura bakmayın” deyip zar zor indim. Dudaklarımı küskünce büzdüğümü de fark etmiş miydi acaba?
Aynı hayatın içinde bazı şeylere “bu kadar zor olmamalı”, bazı şeylere de “bu kadar kolay olmamalı” diye basıyoruz küfrü. İkinci kategoriyle meşgulüm bu ara, malum. “Ama olmamalı” diyorum içimden şımarık kız çocukları gibi, “olmamalı işte”. Zaten çok fazla acı var, bir de neden biz derdimize dert katıyoruz. Fevri bir kararla trene atlayıp, “ben geldim” diyerek yahut da tek bir kelime bile etmeden sevdiğimiz insanın kapısına dayanmaktan bizi alıkoyan ne. Anlamak işime gelmiyor diyorum ama yo, sahiden anlamıyorum. Böyle daha mı kolay her şey, daha mı güzel hayat böyle? Öyle de ben mi görmüyorum.
Anne tarafının kusursuz bir örneği olmaya hak kazanıyorum böylece.. Bir olay üstünden ister yetmiş, ister on yıl geçsin döner döner söyleniriz. Ama duvarlara, ama ailenin diğer kadınlarına.. ama o mevzunun dilimizden kurtulma şansı olamaz. Soy ağacının dalları bulutlara yaklaştıkça söylenme biçimimiz de değişiyor elbette. Dün salonun duvarları, bugün bu blog zımbırtısı. İkisinin de kulağı var, birinin biraz daha fazla.
18 Mayıs 2010 Salı
Sil baştan
16 Mayıs 2010 Pazar
Siyah beyaz
8 Mayıs 2010 Cumartesi
Bu bir mücadele.
Hem devinim, hem de gündelik hayat devrimleri biraz. Hepsi pek o kadar şanlı olmayabilir ama her mücadelenin payına biraz saygı düşmeli. Hele ki insanın kendiyle mücadelesi. Daha iç bir mihrak olabilir mi? Peki ya daha basit bir savaş?
Bu anlı şanlı bir mücadele, mutlu olmanın mücadelesi: Hayata tutunmanın, içten gülümsemenin, pes etmemenin, koy vermemenin. Gelip giden hallerimiz bundan, bir gülüp bir ağlamamız bundan. Tutarlı bir mutsuzluk göze çarpsa da yüzeye çıkan kararsızlığı göz ardı edemeyiz artık, etmemeliyiz.
Geçmiş, tam bir kelime oyunu. Geçmeyen ne varsa ona işaret ediyor. Gösterenlerle gösterilenler arasında zıtlık arama huyumuzun ettiği bir oyun da olabilir pekala. Ama yok, geçmiş diyorsa bil ki geçmemiştir. Gücümü kanıtlayayım derken güçsüzlüğünü vurgulayan ulus-devletler yahut onların birey düzeyindeki mümessilleri maçolar gibi. Bir şeyin varlığı ne kadar vurgulanıyorsa o kadar mümkündür yokluğundan söz etmek. “Aşkım” hitabının arz ettiği durum da buna dahil. Ne yani bir şey varsa var diyemeyecek miyiz? Bizatihi varoluşun gücü sana bu kadar zayıf aksediyorsa, de tabi.
Burada bir mücadele var diyorum, her gün verilen bir savaş. Geçmiş denilen yetmezmiş gibi, her gün alınan kötü haberlere karşın/onlarla beraber hayata devam etmenin savaşı. Hayatının ve dahi İstanbul’un baharında bile somurtup homurdanmaktan kendini alamayanlardan bahsediyorum. Hiçbir zaman bundan daha genç olmayacaklarını, zamanın geri alınamadığını, hayatın bir varmış bir yokmuş olduğunu fark ettikleri an kapıldıkları telaştan bahsediyorum. Öleceksin ulan, var mı ötesi?
Kararmış yürekleri, taze bahar güneşinin altında pırıl pırıl parlayanlara dengeli insanlar dengesiz, ruh doktorları hasta der. Her şeyin bir yeri ve zamanı olduğu gibi geçmişle hesaplaşmanın da, insanın kendine duyduğu öfke ve nefretin sönümlenmesinin de bir sonu vardır, olmalıdır. O öyledir, şu şöyledir, bu böyledir… Yok değilse hastasın. Neyse ki her şeyin ilacı var. Eminim, parayla satılsa “zaman” yazarlardı reçetelere. Heyhat, havayı suyu bile şişelediler ama zaman hala bedava.
Halbuki deliyiz hepimiz. Her an her şeyi yapabiliriz. Bu rasyonalite aşkı neden sanıyorsunuz? “Akıl var, mantık var”, “Burada sigara içmenin cezası 69 liradır” boyutlarında ve “Çalışmak özgürleştirir” fontuyla oraya buraya asılabilir pekala. Misal, o sigara yazısını belli boyutlarda asmamanın da cezası var. Son derece rasyonel. Düşünmenin ve söylemenin de cezası var. Küfretmenin bile.
Fizikle, kimyayla beşer arasında kurduğum yegane ilişkidir bu denge mevzuu. Tabiatı gereği dengesiz, tutarsız, sarsak olanın mütemadiyen bir dengeye ulaşma çabasıdır bu. O da matah bir şeymiş gibi. Olsun, gene de çabamız bu yönde. Ne değilsek o olma istikametinde uygun adım ilerliyoruz. Uygunsuz ilerlesek?
Geçen gün Beyoğlu’nda yürürken gene bunu düşündüm: Sanki caddenin girişinde bir buyurun-dilediğiniz-kadar-deli-olabilirsiniz vizesi dağıtılıyor insanlara. Öyle gece vaktinden filan da bahsetmiyorum, yani herkesin kafalar normal daha. Var ama, bir şey var. Tam parmağımı koyamıyorum üstüne, “bak mesela” diyemiyorum şimdi ama var. Makul bir açıklaması da olduğu gibi: İnsanlar rahatlıyorlar Beyoğlu’nda, herkesin vize sahibi olduğunu bildikleri için onlar da rahat. Beyoğlu’nun rol kesmeyi bırakmaya teşvik eden ılık bir aşinalığı var. “Sen beni biliyorsun, ben seni biliyorum, bırak bari bana yapma” der gibi. Biz de hep beraber memnuniyetle bırakıyoruz.
Diyorum ya, bu böyle bir şey. İçimizdeki bu bahara bile direnen musibete de direnen bir şeyler var. Ama diyor, geçmiş diyor, çok yakıyor canımı; kendime öfkem, hıncım bitmek bilmiyor ve her gün bir ölüm, her gün bir hastalık haberi gelirken biliyorum şımarıklık bu yaptığım ama diyor, canım acıyor. Doğrudur da, acıyordur, neden yalan söylesin. Fakat sonra diyor ki daha kaç bahar göreceksin a şuursuz, çıkar pabuçlarını uzan şu çimlere de bırak güneş ısıtsın kıştan çıkmış bedenini; bundan basit, bundan büyük keyif mi var diyor. Gel gör ki biri olmadan diğeri de var olamıyor, o zaman ilkinden kurtulmak için verilen bu hummalı çaba neden?
İster bastır, ister kırp, istersen de buruşturup at içine ama hayat senden benden daha inat. Haklı da. Biz gideceğiz o kalacak. Sonra o da gidecek ama ona daha var.
Mücadele diyorum, mücadelemiz, sürecek.
6 Mayıs 2010 Perşembe
Günaydın...ne güzel bir gün değil mi?*
Bok gibi uyandım. Sen istediğin kadar telkin et yarın güzel bir gün olacak diye, uyku usulca alaşağı ediyor gardını. Titiz bir prodüksiyon ekibinin eseri olan rüyalar pusuya düşürüyor, gafil avlanıyorsun. Ondan sonra ister ağlayarak uyan ister somurtarak, ölümcül yaralar almış gövdeye zırh kuşanmak kadar anlamsız yeniden gardını almak. “Bugün güzel bir gün olacak”. Hayır, olmayacak. Sen de biliyorsun olmayacağını. Güzel olması için de hiçbir sebep yok zaten. Hava bunca güzel ve ufacık bir şey bile kafiyken yüzünü güldürmeye…her şey aynı kalacak. Bugün de her gün gibi bir gün olacak.
Uyumaya suç bulacaksın. Bulma. Bulma çünkü aynı şeyleri kafanda evirip çevirmekten yorulduğunda gene onun kollarına bırakacaksın kendini. Seni çok üzeceğini bildiğin halde teslim olmaktan kendini alamadığın bir aşık gibi. Ne kadar korksan da yani, gene ona varacaksın. Olmaktan korktuğun yerde olacaksın. Eninde sonunda uyuyacaksın.
Her sabah kendimi yataktan kazıyıp da arkama baktığımda –evet bu hataya hep düşenlerdenim, çok tembihlendim ama hiç öğrenemedim- aynı şiirin dizeleri üşüşüyor aklıma: “Bilerek mi yanına almadın giderken başının yastıkta bıraktığı çukuru, güveniyordum oysa ben sevgimize vapur iskelesi ya da tren istasyonundaki saatin doğruluğu kadar…”. Devamı da var ama olmaz olası aklım bu kadarını yeterli görüyor belli ki. Başımın yastıkta bıraktığı çukuru gördüğümde hep aynı şiir. Mutfakta, yemek yaparken mesela ya da bulaşık yıkarken hep aynı şarkı: Ben bal arısı gibiydim… Söylemeye başladığım anı fark etmiyorum bile. Sonra nasılsa, neden bilmiyorum ama “ah gözlerine göz değmiş belli” diye devam ediyor. Keyfim yerindeyse –arada oluyor- caz gırtlağım varmış taklidiyle “dream a little dream of me”.
Çok var böyle. Nasıl, neden yer ettikleri muamma. Sabahın dokuzunda mesela, Tarabya sahilinde ilk adımlarımı atarken Teoman’ın sesiyle “anlıyorsun değil mi?” (ritmi uygun, ne yapayım!). Kendi içlerinde ritüel bile sayılabilirler. İç rahatlatıcı bir sabitlik hissi, güven veren bir şey var. Hava kapalıysa mesela, yağmurluysa “hava kurşun gibi ağır” diye geçiririm içimden. Bağıracağımdan filan değil, iç geçirmek serbest olduğundan. Ya da Postacı Halil, Fırıncı bilmem kim, Peri Çıkmazı ya da Pelesenk gibi sokak isimleri gördüğüm vakit geçen o altyazı: “Sevdiğim çiçek adları gibi, sevdiğim sokak adları gibi, bütün sevdiklerimin adları gibi adınız geliyor aklıma”. Çiçek adı gelmiyor, ama Levent’in sokak isimleri onu da telafi ediyor: Karanfil, sümbül, menekşe, sıklamen…
Sıkıcı bir liste yapmak değildi niyetim. Yeni kurulmuş ülke gibi tanındılar ya şimdi, hevesle arz-endam eyleyecekler. Bok gibi uyandım halbuki. Acıklı bir savaş filmi izleyip de yatmış kadar bombok kalktım. İçimde, bu halime direnen bir şeyler var. Dışarıdaki güzel, güneşli hava, apartmanın balkonuna gözlerini dikmiş avazı çıktığı kadar bağırıyor sanki, hadi in de oynayalım diye. İçerideki çocuğun patır patır ayak seslerini duyuyoruz ama çocuğun kendisi görünmüyor ortada. Çocuk da kızsa, al sana üçüncü sınıf Japon korku filmi.
Hava kurşun gibi ağır değil şimdi. Bilakis, insanı mahveden o güzel havalardan çalıyor.
Yapılacak, yazılacak, başarılacak ne varsa olduğu gibi bırakmak, otomobil uçar gider iken bütün camlarını açıp sahiden de uçar gibi… en yakın ve en sessiz sahilde bulmak istiyorum kendimi, sonra güneşin altında sere serpe. Yanaklarımın yandığını hissettiğim halde bu konuda hiçbir şey yapmamak istiyorum. Salt, yanaklarıma bağlı kaçak hat içimi de ısıttı diye genişçe gülümsemek istiyorum. Öyle kimse görecek de mutlu olduğumu bilecek diye değil, kimseler görmeyeceği halde içimden geldiği için. Gülümsemek... yani toprak, güneş ve ben... bahtiyar olduğumdan.
4 Mayıs 2010 Salı
Tereza'nın bavulu
Durduk yere Tereza’nın bavulu düştü aklıma ve yaşamını içine tıkıştırıp teklifsizce adamın kapısına dayanması. Çok şeyin söylenmesi gerekip, hiçbir şeyin söylenmediği anlar gibi. Suskunluğun daha çok şey söylediği anlar gibi. Sözlerin kaldıramadığı yükü gözlerin kaldırabileceğine dair hem çaresiz hem de iyimser bir inanç. Hava durumundan, yeni alınan ayakkabıdan ya da geçen gün yapılan yemekten bahsederken gayet iyi iş gören kelimeler, ince birer dal gibi orta yerlerinden çıt diye kırılıverecektir. Ya da eski bir sehpa gibi eklem yerinden. Üstünde ne denli işçilik olduğu da değiştirmez sonucu, hatta daha çıtkırıldımdır süslü sanatlı sözler. Önemli anlarda iş görürler görmesine, ama daha önemli anlara damgasını vuran, bol esli kısa cümleler olur. Genellediğimi dehşetle fark ettiğim halde geri adım atmayacağım. Bu böyledir.
2 Mayıs 2010 Pazar
bol limonlu bir mayıs yazısı
Yine anlamadığım bir sebepten ne mor ne de kırmızı renk vardı üstümde. Güvenliği sağlamak için stratejik noktalara konuşlandırılan keskin nişancıların bilgisi (malum, kimin kimden korunduğu meselesi), bilinç altımın derin sularında konuşlanmış bir kendini koruma mekanizmasının tuşuna basmış olmalıydı ki varla yok arası bir renge bürünmüştüm. Günün anlam ve önemine ziyadesiyle ters düşen bu renk seçimimin farkına vardığımda bu aşağılık, küçük hesabımdan midem bulandı. Biliyordum ama ilk defa dün gerçekten anladım: Renklerin sembolizmi ya sandığımızdan çok daha fazla ya da sembolizmden çok daha fazlası var bu işte.
Her 1 Mayıs sabahı aynı ikilem: Her an koşmaya-kaçmaya, atlamaya-zıplamaya uygun olarak rahat mı giyinmeli yoksa Nazım’ı mı dinlemeli? Bu sene orta yolu buldum gibi, gelecek sene ise yıllardır kafamda yankılanan sözlerini dinleyeceğim ilk aşkımın: “Yılgın ve kederli değil, ne münasebet! Böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nazım Hikmet’in kadını!” Belki biraz farklı kalmıştır aklımda, ama dedim ya aklımda yankılanıp duranı bu. Piraye’ye yazdığı şiirleri arasında en sevdiğimin son dizeleri. Kıpkırmızı giyinmiş, başı dik bir kadın canlanırdı gözümde hep. Vakur, mağrur, cesur. Yalnız Nazım’ın düşündüğünün aksine, onun kadını olduğu için filan değil, ne münasebet! Zaten vakur, mağrur ve cesur olduğu için gönlünü Nazım’a düşürmüş bir kadın (Bu erkekler kendilerini ne sanıyorlar bilmem, biz de bozuntuya vermiyoruz ya neyse).
Çav Bella’yı, 1 Mayıs’ı hep bir ağızdan söylerken çocukluğuma döndüm. Nereden bildiğimi hatta çoğu zaman bildiğimi bile unutacak kadar bildiğim, içime işlemiş bu şarkıları söylerken evimde hissettim kendimi. Doğru zamanda doğru yerde hissettim. Kolay bir his değil. Taksim hep benimdi, banaydı, benim içindi. Ama evime bunca yakın olduğundan, ama evde değilsem çoğu zaman orada olduğumdan. Bu kadar tehlikeli bir yeri bu kadar tehlikeli olduğunu bildiği halde evi gibi hissetmesi için insanın, gerçekten sevmesi gerekir herhalde. Cadde-i Kebir, Cité de Pera benim evimdi evim olmasına ama meydan, hiç bu kadar benim olmamıştı. Ben, hiç bu kadar o meydanın olmamıştım.
Göğsümdeki çanta sapı desenli kırmızılığımı da aldım, Nevizade’ye yollandık. Bir sosyolog namzedinin sahip olup olabileceği en tatlı çalışma sahası. Her köşe başında bir selam, her adımda tanıdık bir yüz. Kalabalığın dağıldığı yönde, yukarıdan aşağıya doluyordu zaten Çiçek Pasajı ve Balık Pazarı. Neşeli, akıllı fikirli kalabalık gruplar Nevizade’nin başlarını da tutmaya başlamıştı. Biz de Yorgo Amca’nın kulağına gitmesinden çekinerek de olsa, ilk defa, oturduk Kadir Amca’nın yerine. Bir 20’lik kafiydi o günü taçlandırmak için. Göğsümdeki çanta sapı desenli kırmızılığı dengeleyecek yanaklara sahip olmam içinse kafiden de fazla!
Bir an duman doldu sokağa. İnsanlar dikkat kesildiler teker teker. Duman yukarıdan geliyordu. Bir yerin üst katları yanıyordu. Bu bilgiye ilgi birkaç dakika sürdü, sonra herkes devam etti demlenmeye. Yalnız o sırada yoldan geçen genç bir adam gülerek, sokakta oturmuş demlenmekte olan birçoğunun aklındakini dillendirdi yüksek sesle: Bir 1 Mayıs da gaz yedirtmeden bırakmayacaklar!
Haa bir de hiç bu kadar kahretmemiştim boyumun kısalığına, söylemeden geçemem. 77’nin katilleri bulunmadan demokrasiden söz edilemez pankartının gerisinde onca yolu yürüdükten sonra ister istemez, anlamı kadar maddesiyle de bağ kuruyor insan. İki yandan tutuyorlar ama o kadar uzun ki meret. Ben desen bir metreden hallice bir yüksekliğe sahibim, bir kuru ve sıcak iklim bitkisi gibi. Ne olurdu az daha boylu olsaydım diye kahrederken içim elvermedi, yapışıverdim ortasına. İsterlerse gülsünler. Değil mi ki ne bağlar kurgulanıyor/kuruluyor bez parçalarıyla, ben de bununla kurdum ne olacak yani. İstemiyorum yere değsin. Solun tarihi için mikroskobik, yerçekimiyle imtihanımda büyük bir adımdı.
Demem o ki, güzel bir gündü 1 Mayıs günü.
1 Mayıs günü bu şehre bir güzellik geldi…