Akşama doğru telefon çaldı. Arayan Halil.
Karşılıklı hal hatır sorduktan sonra “abla senden bir şey
isteyeceğim” dedi. Halil bizim köyden, benden birkaç yaş küçük. Geçen yaz
evlendi. Eşi 18-19 yaşında, beyaz tenli, kapkara saçlı, sürmeli gözleri olan
ufak tefek ince yapılı bir kız. Balayında epey şehir gezdiler, İstanbul’a da
uğradılar. İstanbul’dayken bir hafta bende kaldılar. Elimden geldiğince
ağırlamaya çalıştım, artık ne kadar becerebildiysem.
Eşinin hamile olduğunu
biliyordum. Son 1.5 ayı kalmış. Sağlığı yerinde mi Halil? Yerinde abla. Oh iyi
iyi.
-
Abla senden bir şey
isteyeceğim.
-
Hayırdır söyle?
-
Çocuğumuzun adını sen
koyar mısın?
-
Ne?!
-
Abla ben dün gece seni
rüyamda gördüm. Gülsüm doğum yapıyor, sen de oradasın. Kucağıma alıyorum çocuğu,
sonra sen kucağına alıp kulağına ismini fısıldıyorsun. Tam duyamadım mı,
hatırlamıyor muyum bilmiyorum. Abla sen koyar mısın adını?
Nezaketen değil sahiden
direndim bu isteğe. “Büyükler ne der”den aldım “Gülsüm ne diyor”a vardım ama
olmadı.
-
Abla büyükler bize
bıraktı. Gülsüm de ‘ablam koysun’ diyor. Benim senden başka ablam yok abla.
Teyze olmak üstüne düşünüp yazdıktan yalnızca birkaç gün
sonra bana ilk defa abla diyen çocuk böyle deyince akan sular durdu. Aldın mı
sorumluluğu ayşec.! Aldım. Tabi teslim olmadan evvel son bir direniş gösterdim:
-
Oğlum ya beğenmezseniz,
ya Gülsüm beğenmezse?
Az görümce değilim. Halil bizim
oğlan ama ya Gülsüm beğenmezse, dert o. Ben muhakkak güzel bir isim bulurmuşum,
o da beğenirmiş. Gülsüm küçük bir kadın, dişli bir letafet, bir küçük Lady
Macbeth. Her ismi beğeneceğini sanmam. Kentli modernler gibi aklıma ilk gelen,
onlara birkaç isim seçeneği sunmak ve içlerinden bir tanesini seçmelerini
istemek oldu. Reklam filmi mi satıyorsun ayşec., oldu olacak revizyon
versinler! Bu işler öyle değil, tek isim hakkın var.
-
Abla buralara ne zaman
geleceksin? Haklısın, yoğunsun sen de. O zaman doğunca telefonu dayarız
kulağına, üç kere adını söylersin olur mu?
-
Doğar doğmaz kulağına
telefon dayamayın çocuğun... neyse dur ben biraz düşüneyim. Hem bir sağlıklı
doğsun da...
Daha 1,5 ayım var ama şimdiden bir düşüncedir aldı beni. Sanırım ciddi ciddi koyacaklar söylediğim adı. Bir insana ad vereceğim, adını vereceğim. Bunun neden büyük iş olduğunu, gözümde büyüdüğünü anlatayım:
Geçtiğimiz aylarda iş için, Türk
kültüründe ad koyma gelenekleri ile ilgili literatür taraması yapmıştım. Şimdi
ne zaman çocuğa ad koymaktan bahsedilse aklıma okuduklarım geliyor. Bilip de
bildiğimi bilmediğim şeyler, diğer bir deyişle kültür. Eskiden çocuk ölümleri
oranı şimdikinden yüksek olduğu için ad koymanın ya da koymamanın bütün amacı
çocuğun yaşaması.
Kültürümüzde ad önemli, bir
kere bu konuda anlaşalım. Ad sözcüğü Eski Türkçe ve at ile aynı kök olduğu
sanılıyor. Doğru olmasa bile atın Türkler için ifade ettiği önemi düşününce
aklıma yatıyor bu. İslam’da her şey bir adla başlar, Allah’ın adıyla. Yaradılışın
da ad ile başladığına, varlığın ancak ad ile anlam bulduğuna inanılır. Eski
Türklerde ad varlığın şifresi gibi düşünüldüğü için yabancılara bir çırpıda
söylenmezdi çünkü adını bilen yabancı bir düşman olabilir ve adını bildiği için
sana kötülük edebilirdi. “Adını bağışlamak” deyimi buradan gelir.
Dede Korkut’un Boğaç’a ad verme
hikayesi malum. Dirse Han’ın oğlu bir boğayı alıp boynuzlarından yere yıkar.
Bunun üzerine Dede Korkut çocuğa Boğaç adını verir. Oğuzlarda çocuk kendini
kanıtlamadan ad alamaz. Adsız denir veya geçici bir ad verilir. Ulusal önderine soy adını vermiş bir ülke olmamız da
tesadüf değil elbet...
Ad sahibi olmamak büyük bir
eksiklik, olumsuzluk ve hatta tekinsizlik kabul edilir. Adsız/Atsız Hatun denen
bir kötülük tanrıçası da olduğu ve adı olmayan çocuklara dadandığı, kendi adı
olmadığı için de yaptığı kötülükleri kimin yaptığının bilinmediği söylenir.
Eskiden çocuk ölümleri oranı
bugüne kıyasla çok daha yüksekti, bu yüzden ad koymanın temel amacı çocuğun
yaşamasıydı. Özellikle de çocuğu yaşamayanlar, sonraki çocuklarında “doğru” ad
koymaya dikkat ederlerdi. Aileye dadanan ölüm ruhunu kandırmak için çocuğu
komşulardan birine satar gibi yapmak, çocuğu saklayıp hamurdan bir bebek yapmak
ve sonra da bu hamur bebek ölmüş gibi gömmek, ebenin yeni doğan bebeği başka
yerden getirmiş gibi yaparak bebeğin kendi ailesine satması (bkz. “Satılmış” vb
adlar)... Yaşar, Dursun, Taştan, Çelik gibi adlar çocuğun yaşaması temennisiyle
verildiği gibi ölüm ruhu tiksinsin de ilişmesin diye kötü adlar da verilirmiş
(bkz. Kırgızlarda “İtalmas”).
Tabi tüm bu gelenekler ve çok
daha fazlası günümüzde bambaşka bir şeye evrildi. Artık hayatta kalsın filan
diye değil marka isimlendirir gibi, doğar doğmaz bir parçası olacağı piyasadaki
değerini maksimize edecek isimler konuyor çocuklara. Hiçbir dilde kötü
anlamı olmasın, Türkçe karakter olmasın, kötü espirilere malzeme olmasın,
olumlu çağrışımları olsun vb. İdeolojilere veya popüler kültür karakterlerine
kurban giden çocuklar da cabası. Daha kendisi çocukken çocuğunun adını Devrim
koymak isteyen bir insanın samimi özeleştirisi gibi düşünülebilir bu. Adı Deniz
olan nesle, nesillere selam olsun.
Çocuk için “adıyla yaşasın” denir.
Hem hayatta kalsın, hem de adına yaraşsın anlamında. Temenni bir yana, adından fazla uzağa gidemeyeceği muhakkak. Yani ad koyarak içinde hareket edebileceği bir çember çiziyorsun aslında çocuğa, bir anlamda sınırlandırıyor hatta belirliyorsun.
Ben şimdi bu çocuğa ne ad
koyayım, nasıl ad koyayım?