30 Aralık 2012 Pazar

İsim Ablası?


Akşama doğru telefon çaldı. Arayan Halil.
 
Royalty-free Image: Newborn baby feetKarşılıklı hal hatır sorduktan sonra “abla senden bir şey isteyeceğim” dedi. Halil bizim köyden, benden birkaç yaş küçük. Geçen yaz evlendi. Eşi 18-19 yaşında, beyaz tenli, kapkara saçlı, sürmeli gözleri olan ufak tefek ince yapılı bir kız. Balayında epey şehir gezdiler, İstanbul’a da uğradılar. İstanbul’dayken bir hafta bende kaldılar. Elimden geldiğince ağırlamaya çalıştım, artık ne kadar becerebildiysem.

Eşinin hamile olduğunu biliyordum. Son 1.5 ayı kalmış. Sağlığı yerinde mi Halil? Yerinde abla. Oh iyi iyi. 

-          Abla senden bir şey isteyeceğim.

-          Hayırdır söyle?

-          Çocuğumuzun adını sen koyar mısın?
 
-          Ne?!

-          Abla ben dün gece seni rüyamda gördüm. Gülsüm doğum yapıyor, sen de oradasın. Kucağıma alıyorum çocuğu, sonra sen kucağına alıp kulağına ismini fısıldıyorsun. Tam duyamadım mı, hatırlamıyor muyum bilmiyorum. Abla sen koyar mısın adını? 

Nezaketen değil sahiden direndim bu isteğe. “Büyükler ne der”den aldım “Gülsüm ne diyor”a vardım ama olmadı. 

-          Abla büyükler bize bıraktı. Gülsüm de ‘ablam koysun’ diyor. Benim senden başka ablam yok abla.

Teyze olmak üstüne düşünüp yazdıktan yalnızca birkaç gün sonra bana ilk defa abla diyen çocuk böyle deyince akan sular durdu. Aldın mı sorumluluğu ayşec.! Aldım. Tabi teslim olmadan evvel son bir direniş gösterdim:

-          Oğlum ya beğenmezseniz, ya Gülsüm beğenmezse?

Az görümce değilim. Halil bizim oğlan ama ya Gülsüm beğenmezse, dert o. Ben muhakkak güzel bir isim bulurmuşum, o da beğenirmiş. Gülsüm küçük bir kadın, dişli bir letafet, bir küçük Lady Macbeth. Her ismi beğeneceğini sanmam. Kentli modernler gibi aklıma ilk gelen, onlara birkaç isim seçeneği sunmak ve içlerinden bir tanesini seçmelerini istemek oldu. Reklam filmi mi satıyorsun ayşec., oldu olacak revizyon versinler! Bu işler öyle değil, tek isim hakkın var. 

-          Abla buralara ne zaman geleceksin? Haklısın, yoğunsun sen de. O zaman doğunca telefonu dayarız kulağına, üç kere adını söylersin olur mu?

-          Doğar doğmaz kulağına telefon dayamayın çocuğun... neyse dur ben biraz düşüneyim. Hem bir sağlıklı doğsun da...

Daha 1,5 ayım var ama şimdiden bir düşüncedir aldı beni. Sanırım ciddi ciddi koyacaklar söylediğim adı. Bir insana ad vereceğim, adını vereceğim. Bunun neden büyük iş olduğunu, gözümde büyüdüğünü anlatayım: 

Geçtiğimiz aylarda iş için, Türk kültüründe ad koyma gelenekleri ile ilgili literatür taraması yapmıştım. Şimdi ne zaman çocuğa ad koymaktan bahsedilse aklıma okuduklarım geliyor. Bilip de bildiğimi bilmediğim şeyler, diğer bir deyişle kültür. Eskiden çocuk ölümleri oranı şimdikinden yüksek olduğu için ad koymanın ya da koymamanın bütün amacı çocuğun yaşaması.

Kültürümüzde ad önemli, bir kere bu konuda anlaşalım. Ad sözcüğü Eski Türkçe ve at ile aynı kök olduğu sanılıyor. Doğru olmasa bile atın Türkler için ifade ettiği önemi düşününce aklıma yatıyor bu. İslam’da her şey bir adla başlar, Allah’ın adıyla. Yaradılışın da ad ile başladığına, varlığın ancak ad ile anlam bulduğuna inanılır. Eski Türklerde ad varlığın şifresi gibi düşünüldüğü için yabancılara bir çırpıda söylenmezdi çünkü adını bilen yabancı bir düşman olabilir ve adını bildiği için sana kötülük edebilirdi. “Adını bağışlamak” deyimi buradan gelir. 

Dede Korkut’un Boğaç’a ad verme hikayesi malum. Dirse Han’ın oğlu bir boğayı alıp boynuzlarından yere yıkar. Bunun üzerine Dede Korkut çocuğa Boğaç adını verir. Oğuzlarda çocuk kendini kanıtlamadan ad alamaz. Adsız denir veya geçici bir ad verilir. Ulusal önderine soy adını vermiş bir ülke olmamız da tesadüf değil elbet...

Ad sahibi olmamak büyük bir eksiklik, olumsuzluk ve hatta tekinsizlik kabul edilir. Adsız/Atsız Hatun denen bir kötülük tanrıçası da olduğu ve adı olmayan çocuklara dadandığı, kendi adı olmadığı için de yaptığı kötülükleri kimin yaptığının bilinmediği söylenir.

Eskiden çocuk ölümleri oranı bugüne kıyasla çok daha yüksekti, bu yüzden ad koymanın temel amacı çocuğun yaşamasıydı. Özellikle de çocuğu yaşamayanlar, sonraki çocuklarında “doğru” ad koymaya dikkat ederlerdi. Aileye dadanan ölüm ruhunu kandırmak için çocuğu komşulardan birine satar gibi yapmak, çocuğu saklayıp hamurdan bir bebek yapmak ve sonra da bu hamur bebek ölmüş gibi gömmek, ebenin yeni doğan bebeği başka yerden getirmiş gibi yaparak bebeğin kendi ailesine satması (bkz. “Satılmış” vb adlar)... Yaşar, Dursun, Taştan, Çelik gibi adlar çocuğun yaşaması temennisiyle verildiği gibi ölüm ruhu tiksinsin de ilişmesin diye kötü adlar da verilirmiş (bkz. Kırgızlarda “İtalmas”).

High-Res Stock Photography: FACE OF NEWBORN CRYINGTabi tüm bu gelenekler ve çok daha fazlası günümüzde bambaşka bir şeye evrildi. Artık hayatta kalsın filan diye değil marka isimlendirir gibi, doğar doğmaz bir parçası olacağı piyasadaki değerini maksimize edecek isimler konuyor çocuklara. Hiçbir dilde kötü anlamı olmasın, Türkçe karakter olmasın, kötü espirilere malzeme olmasın, olumlu çağrışımları olsun vb. İdeolojilere veya popüler kültür karakterlerine kurban giden çocuklar da cabası. Daha kendisi çocukken çocuğunun adını Devrim koymak isteyen bir insanın samimi özeleştirisi gibi düşünülebilir bu. Adı Deniz olan nesle, nesillere selam olsun.

Çocuk için “adıyla yaşasın” denir. Hem hayatta kalsın, hem de adına yaraşsın anlamında. Temenni bir yana, adından fazla uzağa gidemeyeceği muhakkak. Yani ad koyarak içinde hareket edebileceği bir çember çiziyorsun aslında çocuğa, bir anlamda sınırlandırıyor hatta belirliyorsun.

Ben şimdi bu çocuğa ne ad koyayım, nasıl ad koyayım?





29 Aralık 2012 Cumartesi

"Pond"

"Run you clever boy, and remember."

Doctor Who Christmas Special 2012 "The Snowmen" izlediğim en iyi Doctor Who bölümü sayılmaz ama doktorun Matt Smith olduğu bölümler içinde en iyisi olabilir. 

    -----Bol miktarda spoiler içerir-----
 
Jenna-Louise Coleman'ı Asylum of the Daleks bölümünde Oswin Oswald olarak gördük önce. Biz gördük ama doktor görmedi, yalnızca duydu. O bölümde Oswin bir parti öldü. Şahsen epey sinir oldum çünkü güzel olduğu kadar zeki ve komikti de. 

Aylarca bekledikten sonra ancak az önce izleme fırsatı bulabildiğim Christmas Special "The Snowmen"de -beklendiği üzere- Jenna-Louise Coleman'ı yeniden görünce çok sevindim. "Ölen karakteri izleyiciye nasıl yedirecekler" diye düşünmenin yersiz olduğunu fark ettim. Özellikle de bundan önce 10 kez rejenere (regenerated) olmuş bir doktorun zaman ve mekanda yolculuk ederken yaşadığı maceraları izlediğimi düşününce...

Yapılan göndermelerin dikkatimi çeken birkaç tanesi bile yeteri kadar etkileyiciydi benim için. İlk olarak, doktorun gözlük takmasını çok yadırgadım mesela. "Bowties are cool" bitti, "glasses are cool" dönemine mi geçtik diye düşünürken Amy Pond'un yer aldığı son bölümde taktığı gözlükler olduğunu fark ettim. O kızılı bir türlü sevememiştim ama insan alışıyor tabi. The girl who waited, neticede...

Sonra Sherlock göndermelerine bayıldım. Dr. Simeon'un çalışma odasına dalıp Sherlock gibi lahzada çıkarımlar yapması fakat Sherlock'un çıkarımlarının aksine hiçbirinin tutmaması ve ardından The Great Intelligence'taki kardan küreye "Moriarty" demesi... Bunlar hep şık göndermeler. Üçüncü sezonunun çekimleri 2013 Mart'a ötelenen Sherlock'u özlediğimi anımsadım. Üşüyoruz Moffat reis, bir şeyler yap da!

Şu "Ms. Montague" isim seçimi var bir de. Doktorun evli olduğunu biliyoruz ama bir Juliet mi doğuyor acaba diye heveslendim. Sonra Juliet'in bir Montague değil Capulet olduğunu hatırlayınca hevesim kursağımda kaldı.

Aman canım, kız daha ilk bölümden (yer aldığı ikinci bölüm teknik olarak) doktoru şapadanak öptü mü, öptü. İlk bölümden öldü mü öldü (teknik olarak ikinci ölümü). Doktoru öpmeyen companion'ı hiç oldu mu zaten? Olmadı. "Smart is the new sexy" imiş, hah! "Smart is the sexy"! 

O değil de, izlediğim en romantik Doctor Who bölümü olabilir bu. Gerçi üç sezon boyunca Amy ve Doctor arasındaki üstü -çoğu zaman- kapalı cinsel gerilime maruz kaldıktan sonra bütün ikili planlar romantik gelmeye başlamış olabilir tabi! Hayır, bu sefer farklı. Bu kızda Amy'nin eblehliğinden eser yok, zehir gibi yavrum. Yalnız neydi o öyle dakika bir gol bir TARDIS'in anahtarını vermeler, kızın avcuna koyup avcunu da eliyle kapatmalar filan. Bi' destur, az bekleseydin.

Ve o en baştaki "bu ellerle mi!" tripleri... Ne o, artık dünyaları kurtarmayacakmış! Niye, Amy ile Rory öldü diye... O yüzden de yeniden harekete geçmesi için gereken anahtar kelime "Pond"du. Derdini yalnızca bir kelimeyle anlatma oyunu ise tek kelimeyle harikaydı. 

Nisan'da yeniden başlayacak dizinin (S7 E6-13) ana başlığı "Finding Clara" olacak gibi gibi. Diğer bir deyişle "ne ayaksın kızım sen?" zira ölüp ölüp diriliyor kendisi, hayli tekinsiz bir durum. Doktorun bu romantik halleri de beni korkuttu açıkçası. Nazik, barışçıl, duygusal bir adam olmasına alışığız da romantizm?! Kız da az değil haa, o mezar yazısı neydi öyle: "Remember me for we shall meet again". Haspam. Çok bekletme o zaman sen de.

Ayrıca muhafazakar bir kişi olarak jenerik görüntüleri ile TARDIS'in iç dizaynının değişmiş olmasından memnuniyetsizlik duyduğumu da söylemeden geçemeyeceğim.


Not: Doctor Who izleyen pek fazla arkadaşım yok. O yüzden burada paylaşmazsam dilim şişer!

Not 2: Anlaşıldı bu sezon sufle yapmayı öğreneceğim. 

25 Aralık 2012 Salı

Let Her Go

Bu sabah hazırlanırken radyoyu açtığımda çalmakta olan şarkı, günün ilk şarkısı:

23 Aralık 2012 Pazar

Çınar'ı Beklerken


Masalların Masalı

Su başında durmuşuz,
çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana.

Su başında durmuşuz,
çınarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim, bir de kedinin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana, bir de kediye.

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, bir de günesin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, bir de güneşe.

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, günesin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...

Su başında durmuşuz.
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum.
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak.
Çok şükür yaşıyoruz.
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze....


Nazım Hikmet 

 

22 Aralık 2012 Cumartesi

Ararım Tadını Eve Dönmenin Yolunu Bilmenin




Dün sabah saçımı tararken şifonyerin aynasına takıldı gözüm. Bu ara aynaya bakmayı pek sevmediğimden ekseriyetle kaçırıyorum gözlerimi. Dün sabah beceremedim. Pencereden soğuk gelmesini önlemek için kalın perdeyi kapalı tutuyorum. Kendimi görebilmek için biraz araladım dün. Perdenin aralığından karlı bir ışık huzmesi vurdu şifonyere. Soğuk bir ışık, hem de yeni uyanmış gibi yumuşacık. O zaman gözüm takıldı yüzüme. Nereden baksan on beş yıllık şifonyerin aynasında gördüğüm yüz farklı göründü gözüme. Kilo aldığım için iyice ay gibi olmuş yüzümün sağını iyiden iyiye aydınlatan ışık soluma iltimas geçiyor, görece karanlıkta kalmasına izin veriyordu. Sağ gözümün çevresindeki haleyi görünce anlam veremedim ilkin. Öyle ki anlamak için dokunmam gerekti. Güzel sanatlara hazırlanırken çizdiğim, kötü denmese bile buram buram teknik kokan kara kalem portrelere benziyordu. Az çok anatomi bilen bir el tarafından çizilmiş gibi düzgün, yastık izi olması umulabilecek denli derindi çizgi. Kendine filmlerden kitaplardan başka yer bulamayacağını düşündüğüm bir replik gelip geçti aklımdan: Bu ben miyim?! Tamam, saçımın beyazlaması hızlanmış olabilir ama yüzümdeki bu derin çizgiler... bu biraz fazla olmuyor mu? 23-24 yaşımdayken söylediğim sözler gelip çarptı yüzüme: "Ne kremi be, kafayı mı yediniz! Yüzümdeki çizgileri seveceğim ben; hep yaşanmışlık onlar, değerli." Mermer gibi yüzün varken olmayan çizgilerini sevmek ne kolay! Daha dikkatli baktım aynaya, parmaklarımı gezdirdim üstünde biraz. Öyle hemen sevilecek gibi durmuyor. Oluşması gibi sevmesi de zaman alacak gibi duruyor daha ziyade. Alışmak sevmekten daha kolay geliyor. 

Burcu'nun doğumuna sayılı günler kaldığı için aklıma böyle şeyler gelmeye başladı sanırım. İlk defa teyze olacağım. Tek anlamlı değil çift anlamlı teyze. Yalnızca kardeşim yakınlığındaki arkadaşımın çocuğuyla ilişkimi değil, doğmak suretiyle temsil edeceği neslin benimle olan ilişkisini de belirliyor bu ifade. Dünyadaki yerimi değiştiriyor, varoluşumu dönüştürüyor. Dramatize mi ediyorum? Evet, hem de sonuna kadar. Küçük gösterdiğim için daha yeni alışıyordum "abla" denmesine, o yüzden bu terfi çok ani geliyor. "Bize abla desin" derken ciddiydim aslında ama bir baktım ki insan gibi konuşabildiği zaman 30 yaşında olacağız. O zaman da abla biraz abes kaçıyor. Ne bileyim, annemlerle aramda 40 yaş olduğu için benim "teyze", "amca" dediğim insanlar da 40 yaş büyük insanlardı. O yüzden de 30 biraz erken geliyor. Oysa annem de "teyze" yaftasını ilk defa 30 yaşında yemiş arkadaşının çocuğundan. Yani sanırım olması gereken bu, kaçamayacağım. Yalnızca adımızla hitap etmesini öğretsek belki? O da toplumsallaşma sürecinde sıkıntı yaratabilir çocuğa. Merhaba biz 7 sosyolog teyzeler. 

Daha dün kimya sınavına çalışıyor, geometri formülü ezberliyordum; ne ara teyze oldum anlamadım ki... Yine de bana öyle geliyor ki seveceğim ben bu işi. İlk zamanlar biraz zor gelecek belki ama alışınca benimseyecek gibi duruyorum; saymaktan vazgeçtiğim beyaz saç tellerimi, derinleşen yüz çizgilerimi ve küçük bir adamın teyzesi olmayı...Hem belki de onun sayesinde yeneceğim yeni yeni başgösteren annelik korkumu. Yüz çizgileri gibi ne kadar uzaktaysa o kadar olsa-da-yesek bir şeydi annelik. Gerçekleşmesi mümkün bir ihtimal haline geldikçe bilinmeyen toprakların esrarı ve ürkütücülüğü sardı fikri. İşte Burcu ve oğlu sayesinde bu bilinmeyen toprakları yakından gözlemleme fırsatı bulacağız. Hele şu bebe aramıza bir sağ salim katılsın. Daha çok işimiz var.

http://25.media.tumblr.com/tumblr_lyis6kXJIP1qzq84io1_1280.jpg

20 Aralık 2012 Perşembe

Tavuk Suyuna Yazı

"Yağmur kara, ben bana dönüyorum". Böyle bitirmişim yazıyı. Yazının başlığı "İstanbul'a Lapa Lapa Kar Yağdığı Gün", tarihi 14 Ocak 2012. Neredeyse bir yıl olmuş. tulkas!? yorum yazmış: "yemin ediyorum senin yazılarını okurken tribe giriyorum. yav arkadaş ben de aynı karı görüyorum ben niye bunları düşünemiyorum diye =)" 

Bense elimde hayali bir kırmızı pilot kalem, "özne-yüklem uyumsuzluğu" diye not alıyorum kenara. İçimde, sedefli ojeler süren bir Türkçe öğretmeni olmasından korkuyorum.

Bu kışın ilk karı yağıyor İstanbul'a. İstanbul'un karı da kendini kar sanıyor ya... neyse.

Dün akşam feci fırtına vardı zaten. Şimdi ise yavaş yavaş beyazlıyor şehir. En azından benim görebildğim kadarı. Yani Nişantaşı'nda bir apartmanın en alt katının bakmakta olduğu arka bahçe. Karşı apartmandan çıkan beyaz anoraklı, mavi bereli kadın basamaklara bakarak yan yan indi merdivenlerden. Karın tutası var demek ki.



...

Tuttu. Öyle güzel de yağdı ki domuz. "Akşam trafiğinde evine ulaşmaya çalışırken göreceğim ben seni" der gibi, yine de güzel. Durup durup gözüm takıldı. Karın yağışına dalıp gider mi insan? Daldım işte. tulkas!?'ın yorumu geldi aklıma, gülümsedim. Bu sefer ben de bir şey düşünmüyorum diye geçirdim içimden. En azından istemiyorum. Vazgeçtim.

Paul den Hollander 
From Moments in Time, 1972-79
[source]İstemeden de olsa düşünmüşüm. Vazgeçmek üstüne düşünmüşüm. Ne kadar güçlü bir eylem. Duruma göre ne kadar da acıklı ya da ferahlatıcı. İnsanın üstüne ağır bir yük yükleyebilir ya da bir yük kaldırabilir üstünden. Boğazını düğümleyebilir, elini kolunu bağlayabilir insanın ya da onu özgür kılabilir. Vazgeçmek... çok güçlü. İnsan insandan vazgeçebilir mi, "vazgeçtim" diyebilir mi? Neden ve nasıl vazgeçer insan? Peki ya nasıl vazgeçmez? (Arkadaş alt tarafı bir kar yağdı, "sevgi neydi"ye bağladım iyi mi?!) "Vazgeçmedim" demek kafi midir? Ne kadar güçlü de olsa bir söz sadece. Oysa insan eyleme bakar oluyor zamanla; yanına kalanlara, sahiden orada olanlara, çabalayanlara... Aytmatovca söylemek gerekirse "emek" verenlere. 

Hocam siz hiç vazgeçtiniz mi ya da vazgeçildiniz mi? Nasıl oluyor? Aramızda, yolların ve yılların yok edemeyeceği bağlara, verilmiş sözlere inananlar var mı mesela? Mümkün mü inanmak? Ben ki küçük bir eski Türk filmi canavarıyım... ama işte hayat... hiç ummadığın yerden öyle bir yumruk geçiriyor ki karın boşluğuna, ne kelebek kalıyor ne itikat. Sonra "sevgim acıyor kimi sevsem/ kim beni sevse". Mevsim Turgut Uyar hocam.

...

Üstümde "depresyon hırkası" tabir edilen cinsten uzun, gri, büyük delikli bir hırka, altımda eşofman, gecenin bir saati çikolatalı puding yapıyorum. Akşam açlıktan alelacele yaptığım peynirli sucuklu yumurtanın kirli tabağı hemen kenarda. "Bridget Jones kılıklı" diye dalga geçiyorum içimden. Gerçi Bridget Jones akşam akşam sucuğa iki yumurta kırmazdı herhalde. 

Tatlı krizi gelince hemen bir puding karıştırıverme huyum da yeni çıktı. Tadını öyle çok da sevmiyorum aslında. Pişerken yaydığı kokuyu seviyorum daha ziyade. İstiyorum ki o koku evi doldursun. Tavuk suyu kokan evleri çok severim bir de. Tavuk suyu kokan ev sahici bir ev gibi geliyor nedense. Kavrulmuş soğan kokusu da olabilir ama asıl tavuk suyu. Huzur tavuk suyunda hocam.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Küçük Hanımefendinin Beyefendi Taksi Şoförü ile Yeşilçam Sohbeti

Akşam 8 gibi ofisten çıktım, trafiğin aksi yöne fazla yürümeden bir taksi bulmayı başarıp bindim. Altmışına merdiven dayamış, saçı bıyığı ağarmış ince yapılı adamı görse Karadenizli derdi insan ama ağzını açtığı vakit değme İstanbulluyu şivesinden utandıracak bir İstanbul şivesi ile konuşuyordu. Soluk yeşil gözleri hafifçe buruşan yüzünün içine çökmüş gibiydi ama hafif irice burnu gençliğinde de yakışıklılığına halel getirmemişti muhakkak.

Taksiye bindikten sonra yüzünü hemen görmedim aslında. Bindim, "iyi akşamlar" dedikten sonra adresi söyledim. Sonra da kimden nereden edindiğimi bilmediğim bir alışkanlıkla "gidebilir miyiz lütfen" diye bitirdim adres belirten cümlemi. Kimi taksi şoförü kafa buluyor nezaketimle, eskisi gibi bozulmuyorum. İlk defa bu denli bir nezaketle karşılık bulduğunu gördüm yalnız. 

Halbuki telefonla konuşuyordu ben arabaya bindiğimde. Hattın diğer ucundaki erkek sesine "bir ufak alırız, yeter" diyordu. Kanım ondan ısınmıştır eminim. 

Telefonu kapattıktan sonra, söylediğim sokağı dik kesen bir sokak adı söyledi. "Hayır orası değil" diyerek sokağımın adını yineledim, anladı. Bir iki dakika sonra "o sokağı bilmiyor musunuz" diye sordu çok çok ince bir alayla. "Elbette biliyorum" dedim çok çok ince bir ukalalıkla. "Gönül Yazar orada oturur" dedi.

- Hala orada mı oturuyor?
- Tabi tabi.
- Orhan Günşiray'ın bir çay bahçesi varmış eskiden orada.
- Kimin dediniz?
- Orhan Günşiray'ın.
- Evet vardı sahiden ama siz söylemeseniz mümkün değil hatırlamazdım, çok eski. Siz nereden biliyorsunuz hanımefendi?
- Orhan Günşiray'ı çok severdim.

Kafasını arkaya yavaş çekim bir çevirişi vardı ki yıllardır böyle tatlı şaşkınlık görmedim. Müstehzi değildi, samimiyetle merak etmişti neye benzediğimi.

- Affedersiniz hanımefendi, kaç doğumlusunuz acaba?
- '85 ama ne fark eder? 
- Eski Türk filmlerini seviyorsunuz demek, ilginç... diyerek önüne döndü, trafik akmaya başlamıştı.
- Beni anneannem büyüttü, belki ondandır.

Sonra eve gelene kadar eskilerden konuştuk. Ara sıra sınadı beni. Bir ara Bedia Muvahhit ile Vahi Öz'ün Bedia'sı Mualla Sürer'i karıştırdı, hiç bozmadım. Ruknettin'in "Bediaaa!" deyişini taklit ettikten sonra Öztürk Serengil'in "kelaj" deyişini taklit etti kibarca. Öztürk Serengil'i seslendiren tiyatro oyuncusunu, Sami Hazinses'i ve Kenan Pars'ı da andık. Bedia Muvahhit'in Aşiyan'da olduğunu, ara sıra Aşiyandakileri topluca ziyaret ettiğimi söyledim. Münir Nurettin'i anmadan olmazdı.



Orhan Günşiray'ın Neriman Köksal ile oynadığı filmlerden bahsettim. Neriman Köksal deyince bir durdu, aklından geçeni söyledim: "Hükümet gibi kadın derler ya, öyle". Çok içten bir hak verdi, mutlu oldum. 

- Kusura bakmayın laf lafı açıyor ama...
- Estafurullah, buyurun?
- Bir de şey vardır, getiremedim adını... İnce siyah sigaralığı vardır hep ağzında, vamptır biraz..
Aklıma Marlene Dietrich, Greta Garbo geldi,
- Cahide Sonku mu? diye sordum.
- Hayır hayır, böyle ince mavi gözleri vardır derken sağ eliyle ince mavi bir göz çizdi yüzüne, tıpkı ince siyah sigaralığı yine sağ eliyle tuttuğu gibi.

Neden sonra getirebildi adını: 
- Diclehan Baban. 
- Bilemedim, deyince inceden bir keyif aldı bundan. 
- Bakın aklınızda olsun, filmini görürseniz hatırlarsınız.
Çok bilmiş telefonumu çıkarıp o an bakabileceğimi aklından bile geçirmemişti. Merakımı mucip olmuş, ben aklımdan geçirmiştim ne yalan söyleyeyim ama çok bilmiş telefonların olmadığı hatta öyle her evde telefonun bile olmadığı bir dönemde idik.  O yüzden bakmadım ben de. Eve gelince hayıflandım sonra. Kadını tanıyor, adını bilmiyormuşum sadece.

- Bizim aile mezarlığının hemen yanında onun mezarı. Nereden baksanız 35 yıl olmuş öleli. Hanıma dedim ben öldüğüm zaman beni sağ tarafa gömün diye. Diclehan Baban'ın hemen yanına. 

Çapkınca gülümsedik. Eski çapkınlardan kim kaldı. Bir Orhan Günşiray kalmıştı işte, onu da uğurlayalı oluyor birkaç yıl.

Tam ışıklardan gireceğiz, radyonun sesini açtı. Biliyorum Radyo Alaturka çalıyor ben taksiye bindiğimden beri, ama sesi o kadar kısık ki duymanın imkanı yok. "Bakın" dedi,

- Ben hep bu kanalı dinlerim. Günde en az beş altı kez Zeki Müren çalar. Bir gün bir hanım bindi, kırklarında bir hanım. 'Zeki Müren sever misiniz' diye sordu. 'Sevmemek olabilir mi' dedim, 'tam bir İstanbul beyefendisiydi'. Bıyık altından güldü. Anlamaz mıyım, anladım tabi neye güldüğünü. İstanbul'da doğduk büyüdük hanımefendi, gördük geçirdik. 'Neden güldünüz' diye sordum, 'o biçimdi ya ona güldüm' dedi. 

Muhabbetin burasında sessizliğimi koruyup verdiği cevabı beklemem icap ederdi, normal şartlar altında (N.Ş.A.) böyle yapardım ama söz konusu Zeki Müren olunca 

- Ee ne oluyormuş öyle olunca, sanatını daha mı az değerli kılıyormuş? diye celallendim.
- Ben de nasıl oldum anlatamam size. Ne ilgisi var efendim. Bir daha gelmiş mi öyle sanatçı. 
- Hiç...

Yol az daha uzun olsa o ufağa ortak çıkardım ya ben, neyse...

Nişantaşı'ndan Beşiktaşa gelene kadar 7,89 TL mukabilinde kimleri kimleri anmış olduk, içim ısındı. 


Heyhat... gözlerinin içi gülen çapkın bakışlı fakat hisli adamlar, o hükümet gibi kadınları da yanlarına alarak çok uzaklara gittiler artık.