29 Nisan 2014 Salı

Bungun ile Mağmum

Sema Kaygusuz olsa "bungun", Adalet Ağaoğlu olsa "mağmum" derdi. Ben ise tamamen hıyarlığımdan "hava kapalıydı" demekle yetineceğim. Hava kapalıydı, hatta kapalı bir gündü. Yani gün olduğu gibi içine kapanmıştı sanki. Bebek İskelesinden Anadolu Hisarı'na gitmek üzere motora binmiştik. Denizin ortasına geldiğimizde köprü tam karşımızda, az uzağımızdaydı. Durduğumuz noktadan -aslında durmamıştık, benim kafam durmuştu yalnız- köprüye ve ayaklarına baktığımda, bir gömlek yakası ile o yakalara yapışmış iki el gördüm. Eller sıkıca kavradıkları iki yakayı bir araya getiriyorlardı ama iyi anlamda değil. Yakasına yapışılmış boynun gerisini görebilseydim ayaklarının zaman zaman yerden, yer yer zamandan ayrıldığını görürdüm muhtemelen. 

Göksu Deresinin kıyısına oturduk sonra. Gün iyice kapandığından yolun bundan sonrasına siyah beyaz devam edecektik. Ceketim siyah, rakım beyazdı mesela. Dere ilkten biraz kötü koksa da insan nelere alışmıyor, akşam oluyordu. Kör bir insan için akşam ne kadar akşamsa kapalı gün de o kadar akşama dönüyordu işte. Dereye takıldı gözüm, kara kara kuşlar yüzüyorlardı. Uçuyor olsalar yalpalıyorlar derdim, onlar ağaç dalları ve yapraklarıyla birlikte hafifçe dalgalanıyorlardı. Dereye neden Göksu dendiğini anladım o zaman. Anlamak için biraz dalgalanmam gerekiyordu. Durulmak isteğe tabi. 




26 Nisan 2014 Cumartesi

Gündüz Düşü

Şehirler arası otobüs Hereke'den geçerken neden bilmiyorum, kitaptan kafamı kaldırıp pencereden dışarı baktım. Akşamüstü güneşiyle ışıldayan bir deniz ve kıyısındaki iki üç katlı evleri görünce... size de olur mu bilmiyorum, saniyelik bir düşünce geçti aklımdan. Düşünce demek doğru değil belki, bir hayal, anlık bir gündüz düşü. 

Yanıma bin lira, üç beş de eşya alıp otogara gitsem. Dört bir yanda yazan yer isimlerine iştahla baksam, az sonra kalkacak otobüslerine müşteri arayan çığırtkanları müzik gibi dinlesem yine. Ama bu defa izleyip kulak kabartmakla kalmasam da, tamamen öylesine yanaşsam bir firmanın bankosuna ve "bir bilet" desem. "Tek bayan, tek gidiş". Firma öylesine ama istikamet az çok belli: Doğu Karadeniz ve Doğu Karadeniz'de küçük bir sahil kasabası.

Otobüsün koltukları alabildiğine sert ve rahatsız, biliyorum. Kesif bir kokunun gitmemek üzere çökmüş olduğunu da biliyorum ama koku, insanın en zahmetsiz alıştığı şey belki de. Yanımda oturan kadın yedi yaşındaki çocuğu için ikinci bir bilet almamış, almayacaktır, biliyorum. Olsun, çocuğu aramıza oturtur, gerekirse kucağımızda uyuturuz, ne var. 

Sabaha inerim otobüsten. O birkaç merdivenden inip de yere ayak bastığım anki duygumu daha düşlerken bile duyabiliyorum. Önce bir içime çekerim havayı. Denize doğru yürürüm sonra, vuslatın bir tadına varırım. Sonra arkama dönüp dağlarının sisini, yeşilini öperim. Bir yerinden illa ki berrak bir su çağlıyordur, o suyu arar gözlerim. Gözlerim hep suyu arar zaten.

Karnım acıkmıştır biliyorum. Kasaba ya, vardır kadınların gidip oturabildiği bir iki yeri. Belki biraz yürürüm ama illa ki bulurum bir pastane bir şey. En kötü bir poğaça alır kumsalda yerim. En kötü ihtimale bak. Ama sanmıyorum ki çaysız kosunlar. Çaysız olmaz. 

Açlığımı bastırınca dükkanlara bakmaya başlarım. Bir çeyiz dükkanı bulacağım. Çeyizci teyzeler oldum olası severler beni. Gidip iş istesem o teyzeden. Böyle böyle desem, ben geldim, benden daha güler yüzlü tezgahtar bulamazsın. Çok çalışırım, hiç yorulmam, çok da para istemem. Kiralık bir ev bulup tutmam iki günden fazla sürmez. Denize bakan eski bir Rum evi olsun diye inat edersem üç dört gün de sürebilir ama bulurum. Bin liramın en fazla yarısı kiraya gider. Geri kalanıyla ilk ay üç beş bir şeyler alırım eve. Öteberi, birkaç eşya. 

Çok değil iki hafta sonra görebiliyorum kendimi: Başımda yemeni, elimde kına. Akşamları çayımı demleyip içiyorum. Ayağımda patikler. Olmazsa olmazlarım yok bu hayalde, ne kitaplarım ne rakım. Kurduğum en basit hayal, gerçekten en uzağı belki. Doğu Karadeniz'in sisli yeşil dağlarının tepesinden çağlayan sular, falezlerinde patlayan dalgalar misali bir hayal işte. Güçlü, yalın, anlık bir şey.

Bir an sürdü gerçekten. Sonra gerçekler belirdi ellerinde baltalarıyla. Bırakmazlar, biliyorum, evlendirmeye çalışırlar. Ben ayak diredikçe de laf söz olur, adım çıkar, yaşatmazlar. Nerede yaşatıyorlar ki zaten. Hayal burada bitiyor. Hereke'yi de geçtik zaten. 

21 Nisan 2014 Pazartesi

Nergis Hanım

33. İstanbul Film Festivali'nin sonunda Altın Lale Ulusal Yarışma ödüllerinden Seyfi Teoman En İyi İlk Film ödülünü "Nergis Hanım" filmiyle Görkem Şarkan aldı. 



Daha önce Görkem'in yazdığı, yönettiği ve oynadığı iki oyun izleme fırsatım olmuştu: "Yok Oğlum Biz Evdeyiz" ve "Çatı". Aynı adamın, hayatla olan derdini alıp sinema diline de tercüme edebilmiş olmasını açıkçası etkileyici buldum. Kendisinin ilk gösterimden hemen önce dediği gibi "baya baya film olmuş bu". Hatta ironi aromalı tabirle "sanat filmi" olmuş baya baya.



Bundan sonra ister tiyatro yapsın, isterse sinema filmi çeksin, Görkem'in işlerini başkalarının işlerinden artık ayırt edebileceğimi düşünüyorum ve bu, 29 yaşında bir adam için ciddi bir başarı sayılmalı. Gişeye oynayan işlerin aksine onun işleri, seyircisinin sırtını sıvazlayıp göndermiyor. "Aferin çok iyi gidiyorsun, aynen böyle devam" demiyor. Rahatsız ediyor. Görkem genelde gözümüzün önünde olduğu halde görmediğimiz, görmek istemediğimiz şeyleri gözümüze sokuyor. Hikayeleri genelde dört duvar arasında, mahremde yaşanıyor fakat derdi, dört duvar arasına sığacak gibi değil. Esasen Şarkan'ın olayı, gündelik hayattan bir kesit alıp çıkararak onun üzerinden toplumsal kurumları ve normları tartışmaya açması. 

Nergis Hanım filminde de bu dertle uğraşmaya devam ediyor. Üstelik bu defa, belki de daha önce hiç yapmadığı kadar kendi hayatından yola çıkarak bunu yapıyor. Kendi anneannesinin rahatsızlığından yola çıkıp, yine anneannesinin oturduğu evin odalarında dolaştırıyor izleyiciyi. Bazen de odaya sokmayıp buzlu camın ardından gösteriyor olan biteni. 

Filme adını veren Nergis Hanım alzheimer hastası yaşlı bir kadın ve orta yaşlı oğlu Ekrem'le birlikte yaşıyor. Hemen herkesin hayatında alzheimer hastası bir aile büyüğü olduğu için hemen herkes benzer tepkiler veriyor "benim anneannem/babaannem de...". Öte yandan çoğumuz, bu durumu, bu iki kişilik dünyayı kırk yılın başı ziyarete gelen torunların konforlu mesafesinden izliyoruz. Oysa Ekrem'in yaşadığı hayat düpedüz bir kabus, kırılıp yen içinde kalan kol gibi bir hayat. 

Nergis Hanım, kendisine bakan oğlu Ekrem de dahil kimseyi tanımıyor. Ekrem'in kendine ait bir hayatı yok, bir emekli maaşı haricinde bir geliri de yok. Bilincini yitirmiş dört duvar arasında ana-oğul baş başa ve kıt kanaat geçiniyorlar. Nergis Hanım her şeyden bihaber, ara sıra attığı gülümseyen bakışlarla izleyicinin yüreğini eritiyor. O nasıl Ekrem'i tanıyamıyorsa, Ekrem de artık bu yaşlı kadını tanımakta zorlanıyor. Nergis Hanım hâlâ annesi mi, gerçekten yaşıyor mu? Ekrem'in, merhamet ve kin duyguları arasında salınmasını izliyoruz. Settar Tanrıöğen, Ekrem'in bu salınımını ve bıkkınlığını aktarırken Settar Tanrıöğenliğini konuşturuyor. Normal bir ana-oğul ilişkisi olmaktan çıkıp karşılıklı hayatta kalma -ama hangi hayatta, nasıl kalma- hikayesine dönüşmüş bir ilişkiyi kanepede Ekrem'in yanına oturup izliyoruz. Anacığını hâlâ çok seven ama içten içe onu suçlayıp, zaman zaman da ölmesini isteyen aynı kişi, bizim de çok yakınlarımızdan, tanıdığımız birileri. 

Ekrem, hastalıkla birlikte kimliği aşınan annesine bakarken kendi kimliği de dönüşedursun biz, en küçük torunu canlandıran Begüm Akkaya'nın, anneannesinin kendisini tanımaması karşısında attığı şaşkın bakışlarda kendi suretimizi apaçık görebiliyoruz. Fakat kanımca filmi sırtlayıp götüren Zerrin Sümer olmuş. İnsanda şapka çıkarma isteği uyandırıyor. Salonda gülüşmelere neden olan sahnelerde bile ağladı-ağlayacak ifademi yüzümde bırakan, kendisinin devleşen oyunculuğu olsa gerek.

Velhasılı kelam, Nergis Hanım'ı izleyiniz. Görkem Şarkan'ı da takipte kalınız. Hayatla, yaşadığı toplumla bir derdi olan insanların anlattıklarına kulak kabartmakta her zaman fayda vardır efendim. 



18 Nisan 2014 Cuma

Buz

"...Aureliano içinde yaşadığı anı anlatan bölümün şifresini çözmeye koyuldu. Bir yandan şifreyi çözüyor, bir yandan okuduklarını yaşıyor, konuşan bir aynaya bakıyormuş gibi son sayfalarda yazılı olayları söyleyerek yaşıyordu. Sonra kendi ölümünün nasıl ve ne zaman olacağını öğrenmek için birkaç sayfa daha atladı. Son satıra gelmeden önce, o odadan çıkamayacağını anlamış bulunuyordu. Çünkü el yazmalarında, Aureliano Buendia şifreleri çözdüğü anda aynalar (ya da seraplar) şehrinin rüzgarla savrulup yok olacağı, insanların anılarından silineceği ve yazılanların evrenin başlangıcından sonuna dek bir daha yinelenmeyeceği yazıyordu. Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olmazdı."

Babamla annemin kütüphanelerinde bulmuş olmalıyım. Değirmendere'deki sahaftan aldığım "Sevgili Arsız Ölüm" olmalı, yoksa onu da mı kütüphanede bulmuştum? İki büyülü gerçek birbirine karışıyor. 

Sander Yayınları. İkinci baskı, Temmuz 1981. Ben daha yokum. Seçkin Teyze çevirmiş kitabı. Kapağın sarı tonu hikayenin coğrafyasından mı, yoksa yılların sarısı mı ayırt etmek güç. Saman sayfalar desen iyice sararmış. Ardına kadar açmadan, incitmek istemeyen, dokunmalara kıyamayan bir özenle çevirdiğimi hatırlıyorum sayfaları. Normalde kurşun kalemle işaretler bırakırım kitaplar üzerinde. Buna kıyamamış, tek bir nokta bile koymamışım. O yüzden de beni en çok etkileyen pasajını ya da cümlesini bulamadım kitabın. Ben de tuttum, son paragrafından bir bölüm iliştirdim buraya. 

Bana gerçekliğin büyülü olabileceğini göstererek beni büyüleyen adama minnetle. 

16 Nisan 2014 Çarşamba

Telaş

Sarahaten söyleyeceğim. Zaten bu saatlerde, uyku tutmayıp da yatağımdan kalkıp yazdığım yazılardaki hakikat oranı oldum olası fazladır.

Bu aralar, evdeki aynalardan birine denk geldiğimde susmuyorum yalnızca. "Hayat geçiyor, naber?" deyiveriyorum. Acımasızca alaycı bir ses tonum ve yüz ifadem oluyor. Zaten kendimle sert konuşurum oldum olası.

Bu sabah evden çıkarken portmantonun aynasında kendimi fark ettim. 10 yıl öncesinden pek farkım yoktu. Converseler, başımda eşarp, bir tişört, bir kot, bir koca yüzük ve bir sırt çantası. "Ben şimdi 30 yaşında mıyım? Ama 10 yıl önce de böyle görünüyordum." Yüzüme dokundum. Hayır, bir başkalık var. Kimi kandırıyorum? 

Korkuyorum. Ama hep sandığım gibi ölmekten değil, yaşamamaktan, yaşamadan ölmekten korkuyorum. Daha ölmeden kurumaktan, kuruyarak ölmekten. Her gün aynı insan olmaktan korkuyorum. Yeni bir dehliz daha keşfetmeden, bir metrecik olsun daha derine inmeden, bu sabah nasıl uyandıysam yarın sabah da aynı kişi olarak uyanmak fikri dehşete düşürüyor beni.

Okumuyorum. Hiçbir şey okumaz oldum. Kafayı yiyeceğim. Her gün manyak gibi yeni bilgi, kültür, sanat üretiliyor. Hepsi uzağımdan bir yerden geçip gidiyor. Üretilene yetişemediğim gibi kendim de bir şey üretmiyorum. İçimdeki, doğduğumdan beri benimle olan o yaratıcı dürtünün her nasılsa beni hâlâ terk etmediğini hissettiğim halde ne bir şey çiziyor, ne bir şey yazıyorum. Yeni bir dil öğrenmeye bile kalkışmaz oldum. Her gün su verdiğim çiçeklerim var benim ama kendim, susuz, el kadar bir menekşeye döndüm. 

Yaşamaya başladığımız anda ölmeye de başlıyoruz ve ben hızla ölüyorum. Neydi bunun panzehiri? Tabi ya, tutkulu aşk. Ama kendi payıma düşeni aldım ondan. Serseri de oldum, sevdalı da. "Hayatı dibine kadar içmek" yalnız bu anlama gelmiyor artık. Ben artık fondip yapmak değil, keyifli bir rakı sofrasında sevdiklerimle uzun saatler geçirmek istiyorum. Türk sanat müziği de istiyorum ve bu konuda hiç mütereddit değilim. Bu şarkıyı ne zaman dinlesem "ne güzel yaşadım be" diye geçiyor içimden. 

Bugün Gezi Parkı'ndaki o çiçekli ağacın ve Nisan güneşinin altında uzanmış yatarken, çiçekler pat pat yüzüme, saçlarıma, kucağıma düşerken yaşadığımı hissettim. Geçen sene bu zamanlar, elektrik gidince karanlığa gömülen Tirebolu'da, sahilde Karadeniz'in deli dalgalarıyla eyleşirken de hissetmiştim yaşadığımı. Var oluşumu dibine kadar duyumsamıştım. Her bir hücremi hisseder ve her birine ayrı ayrı müteşekkir olur gibi.

Yanaklarıma her gün küçük pembe çiçekler düşmez belki, ya da bir martının kanat çırpışıyla çiçekler dökülmez saçlarımdan... daha çok okuyabilirim ama, yazabilirim, çizebilirim, gezebilirim, doğru düzgün bir sinema ve tiyatro izleyicisi olabilirim yeniden, hiçbir şey yapmasam her gün iyi bir film alıp izleyebilirim en azından. Hepsi bana yeni şeyler söyleyebilir, farklı şeyler gösterebilirler. Başka bir insan olurum böylece. Öyle çok şey var ki yapacak. O da olmasa güneşten, havadan ve sudan bana düşen payı alabilirim her gün. Hem onlar bedava.

Para kazanamıyorum diye dertlenmeye öyle daldım ki en başta neden para kazanmak istediğimi, nasıl yaşamak istediğimi unuttum. Ne sonsuza kadar yaşamak, ne de gelecekte başıma gelecekleri öğrenmek isterim. Tek istediğim, gece yatarken, sabah uyandığım kişi olmamak. Çoğalmış, artmış, beslenmiş, bir gün daha öyle veya böyle yaşadığımı hissetmiş olarak uykuya dalmak.

Atla deveden bahsetmiyorum. Yaşamaktan bahsediyorum. Sadece ve gerçekten yaşamaktan. Aragon'un bir mısrası, uyandırdığı dehşetle birlikte aklıma kazınmış -okuduklarımı hatırladığım ve deliler gibi okuduğum dönemlerde okuduğum şiirlerinden biri olsa gerek- "işer gibi yaşamak". Öyle mi oldum şimdi ben? Tüylerim ürperiyor.

Az evvel dalında rüzgarla kıpırdaşan çiçeklerin düşüp düşüp yanağımda bıraktıkları hissi anımsamalıyım. Güzel bir şarabın ilk yudumunu, iyi bir filmin son sahnesini, bitmesin diye alabildiğine yavaş okuduğum kitapları ve heyecandan bir çırpıda bitirdiklerimi, yazdıklarıyla konuşabildiğim yazarları, bir piyano solosunu, bir yasemen kokusunu, Karadeniz'in dalgalarını, Erzurum'un soğuğunu, Pokhara'nın sükunetini, Gökova'nın güneşini, sevilen insanla paylaşılan rakıyı, demli çayı, çok sevildiğimi, çok sevdiğimi, daha çok seveceğimi anımsamalıyım. Karamsarlığın lüzumu yok ama bu lüzumlu bir telaş. Çünkü hayat geçiyor, naber? 


15 Nisan 2014 Salı

Mutluluğun Sıradanlığı

Çeviri işine başlayalı beri –hani çok da değil üç dört aydır- iyice eve kapandım. İki hafta evden çıkmadığım oluyor. Hava almak için burnumu balkona uzatıyorum ama yalnızca burnumu, çünkü daha çıplak ayakla balkon yıkayacak kadar ısınmadı hava. Velhasıl gün ışığına, temiz havaya hasret kaldım.

Film Festivali uyandırdı beni. Daha doğrusu annem. Hatun üç günlüğüne İstanbul’a geldi, bir elinde bastonu her gün fıttırı fıttırı film peşindeydi. “Lan” dedim “ben n’apıyorum? Artık ofis çalışanı değilim. Evinden çalışan, bağımsız çevirmen-olası bir insanım. İlk kitabım bitti. Sonraki işler için deneme çevirilerimi de yolladım. E daha ne bok yemeye oturuyorum evde?”

Bu festival benim için Muhsin Bey’in galasıyla başladı. ’65 yapımı Türkan Şoray-Ekrem Bora-Cüneyt Arkın filmi Sürtük’le devam etti. Ahh Türkan, ahh…

Gelelim bu güne, bu mükemmel güne. Sabah 11:00’da Beyoğlu Sineması’nda Küçük Hanımın Şoförü’nü izledim. Malum ’62 yapımı Ayhan Işık-Belgin Doruk-Sadri Alışık. Ne yalan söyleyeyim, neden yalan söyleyeyim, en çok siyah beyaz Türk filmlerini sinemada izleyebildiğim için seviyorum şu film festivalini. Ah Güzel İstanbul’u sinema perdesinde izlerken kalbim yerinden çıkacaktı be.

Küçük Hanımın Şoförü’nün verdiği sınıfsal mesajlar içimdeki küçük sosyologu homurdandırıyordu ki son sahnede kurlaşan Sadri Alışık ile Çolpan İlhan’ı görünce kaymaklı ekmek kadayıfı kıvamıma geri döndüm.

Filmden çıkınca meydana yöneldim. Sevdiğim bir sandviççiden sevdiğim sandviçi aldım. Gezi Parkı’na döndüm yüzümü. Tam girecekken “ah” dedim “Birgün de alsaydım, okurdum”. Sonra parktaki havayı görür görmez vazgeçtim. Bir güncük, bu güncük olsun katil suratı görmek istemiyordum.



Bütün parkı tavaf ettikten sonra döndüm, girişteki pembe çiçekli ağacın altına kuruldum. Çıkardım sandviçimi yedim. Çay satan çocuktan çay aldım. Oh, hem de demlik poşeti atmış içine. Karnım doyunca elim çantama gitti. Kitabımı almak için uzanmıştım ki elim yanmış gibi çektim elimi. Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı’nı okuyordum ama şu an, şimdi, şurada Nazi Almanyası’na gitmek istemiyordum. Ne bugünün ne de dünün katillerinin suratlarını görmek istemiyordum.

Park yaşıyordu. Bankların hepsi insanla doluydu, hani çimler de boş değildi banklara karşı. Kuş cıvıltıları dolduruyordu havayı. Özellikle çocuk parkının yamacına kurulmuştum. Çocukların sesleri de kuşlarınkine karışıyordu. Ağacın gölgesinde uzandım biraz. Ne bir şey okudum, ne gözlerimi yumdum. Durup göğe baktım. Pembe çiçekli dalların arasından görünen mavi parçalara daldım.

İki serçenin didişmesini izledim tepemdeki dallarda. Yerler pesbembeydi zaten, bir de onlar çiçek döktüler. Onlar gitti, bu defa rüzgâr. Pat pat pat… Pat pat… Pat pat pat… Sürekli çiçek yağdı başımdan aşağı. Fişek değil çiçek. Yüzüme, saçlarıma, kucağıma. Yüzüme isabet ettikçe kikirdedim biraz. Kıkırdamadım, kikirdedim.

Şimdi bir sene sonra Gezi’nin içinden Gezi’ye bakıyorum da… Ne kadar haklı bir mücadeleymiş. İnsanları izlerken daha iyi görüyorum bunu. Ağaçların altında uyuyanları, köfte ekmek alanları, köpeklerle koşturup eğlenen çocukları, sevgilileri, işsizleri, yaşlıları… Biz, şu an burada Gezi Parkı’nda bulunanlar, nefes alıyoruz. Şehrin kıstırdığı insanlar olarak kaçıp buraya sığınmış gibiyiz. Beton yok, gürültü yok, egzoz yok. Bir nefeslik huzur bu ve mücadeleye kesinlikle değer.

Gölge biraz serin olunca az ileri, güneşin koynuna attım kendimi. Küçük bir kız geldi yanıma. 6 yaşında yoktu. Temiz giyimli, güzel suratlı bir şey. Elinde şeffaf bir poşet, içinde üç tane küçük su şişesi. Bir tane aldım, iki lira verdim. Yere bıraktı suyu. Giderken döndü “abla bak oraya bıraktım” dedi. Ne güzel dedi onu o öyle.

Aldım suyu kenara koydum. Uzanıp girdim güneşin koynuna. Çok sonra biri dürttü omzumu. Döndüm baktım, dört tane kirloş oğlan. Kızla aynı yaşlarda. Yanıma çömelmişler, para istiyorlar. Ne dediklerini anlamayınca Suriyeli olduklarını tahmin ettim. Yine de boş bulunup “para yok, suyu alın” dedim. Anlamasalar da alıp gittiler suyu. Bir tanesi inatçı. İkinci kere yüzümü döndüğümde gözümden güneş gözlüğümü alıp kaçıverdi. Az öteye gidip taktı gözlüğü. Gülmemek için zor tuttum kendimi. Az aşağımda yatan adam “ben de size göz kulak oluyordum” deyip (?!) çocuktan gözlüğümü geri aldı. “Suyunuzu da aldılar”. “Alsınlar”. 

Film programını çıkardım çantamdan. 19:00 Negri ile İstanbul’da. Bilet kalmamıştı ama ya bulursam? Kalktım yerimden, vurdum yine İstiklal’e. Öyle ılınmış ki hava, deri ceketi de çıkarıp tişörtle yürüdüm. Atlas, ergenliğimde en sevdiğim ikinci pasaj. İlki Aznavur’du. Ne filme bilet bulabildim, ne de on beş yıl önceki pasajı.

Çıkıp yürümeye başladım ben de. Ama neden, ama nereye? Bilmem. Robinson Crusoe’ya girdim. İki Sema Kaygusuz, bir Hannah Arendt alıp çıktım. Bunu bir külah dondurmayla mı kutlasam derken uzaktan bir darbuka sesi çalındı kulağıma. Baktım az ileride bir kalabalık. Ses yaklaştıkça kavrıyor insanı. Nasıl akıcı, nasıl kıvrak bir ritim. Bir de baktım el kadar bir oğlan. Biraz ona takıldım, sonra devam ettim. Az ileride genç bir adam keman çalıyordu tek başına. Önünden geçtim, sonra dönüp para attım kutusuna. Her şeyi daha da güzel kılıyor bu ses.

Asmalı’ya gelince Takıl’a baktım, yerinde yok. Tam “buradan da taşınmışlar” diye surat sarkıtacaktım ki tam arkamdaki dükkana taşınmışlar şimdilik. İçeri girip, kendimi bildim bileli beni büyüleyen gümüş takıları, yarı değerli taşları, tasarım güzellerini izledim. Fiyat etiketlerindeki sıfırlar da göz göz olmuş bana bakıyorlardı. Bakıştık. Sahibi geldi sonra, onla lafladık biraz. En az on beş yıldır tanışıyoruz galiba. Ne güzel.

Onla beraber çıktım dükkândan. Ne yapacağım? Durasım yok, dönesim de yok. Vurdum aşağı doğru, Galata’nın yanından Karaköy’e indim. Balıkçıların arasından Akın Balık’a doğru seyirttim. Bir tek rakı atsam? Hayır, canım çay istiyor. Denizin dibindeki balıkçıya gittim. Hiç aklımda yokken, sırf sevdiğimden bir mezgit tava söyledim. Tek başıma da yemedim ha, martılar eşlik etti. Kâh masanın ucuna geldiler kedi gibi, kâh tam tepemden uçup saçlarımı havalandırdılar. Bir martının kanat çırpışıyla pembe çiçekler döküldü saçımdan. Aklıma gelmemiş üzerimdeki çiçekleri temizlemek. O da ne demekse zaten.



Çayımı içerken bir akordeon sesi çalındı kulağıma. La vie en rose. Sonra da sevişmek ah ne hoştur, yıldızların altında. “Gel” dedim “gel, bir de sen deli et beni”. Çıka çıka ufacık bir oğlan çıktı yine. Kalan bozukluklar da akordeonuna iliştirdiği karton bardağa.

Akordeon sesi uzaklaşırken akşam güneşi iyice ısıtıyordu yüzümü. Bu defa yumdum gözlerimi, havayı içime çektim. Mutluydum. “Şu an her şey yetiyor” diye geçti içimden. Oysa para yetmez, zaman yetmez, sevgi yetmez. O kadim boşluk, o varoluşsal eksiklik hep oradadır, hiç gitmez. Şu an ise bir esans gibi uçup gitti üzerimden. Mutluluk kokmuş olmalıyım. Her şeyin yettiği bir andı. Mükemmel bir gün ve her şeyin yettiği bir an.


P.S.: Günden artan kalan birkaç fotoğrafı instagram’a yükledim. Linki sağda. 

2 Nisan 2014 Çarşamba

Bir Karamsarlık, Bir İyimserlik, Bir Nisan

Hiçbir şey yazasım yok (deyip başlıyorum yazmaya). Sayfalarca yazasım da var ama derli toplu çıkmıyorlar yazınca, hepsi bir yerlere dağılıyor. Kendi yazdıklarımdan soğuyup bırakıyorum ben de. Bunları yazmak istemiyordum ki ben. Dikey ve yatay mutsuzluktan söz etmek istiyordum. Olmuyor işte, bir bırakmıyorlar ki.

Hiç bu kadar, aynı anda karamsar ve iyimser olmamıştım. Birbirlerini nötralize etmeleri ve hayatıma devam etmem gerekiyor sanırım. Gezi erken başladı bu yıl. Devamı gelecek. Nasıl ki 80'in etkileri on yıllar içinde belirginleşiyorsa Gezi'nin etkileri yavaş yavaş belirecek. Tek gerçek muhalefet var şu anda, o da toplum. Doğum sancıları çeken bir toplumsal muhalefete tanıklık ediyoruz. Bırak stratejisini net bir tanımı, sınırları, içeriği yok. İçerisi dışarısı daha belli değil. Gönül istiyor ki bu hükümetten sonra da bir başkaldırı olarak kalsın bu devlet geleneğine.

Artık hiçbir şey aynı olmayacak, evet. Güzel günler falan göreceğimiz yok, hayır. Şu yaşadığımız günlerden iyisini görmeyeceğiz. Dün gece sabaha karşı dandik bir Amerikan filminde oğluna diyordu kadın: "Hükümetler insanları kurtarmaz, insanlar birbirini kurtarır". Son üç gün içinde buna kesinlikle inandım. Hükümetlere, devletlere, partilere zerrece güvendiğimden değil, insanlığa inancım arttı. 

Bir karamsarlık, bir iyimserlik... Öyle bir Nisan ayı işte. Hiçbir şey yazmak gelmiyor içimden. Evden çıkmak gelmiyor. Bir şey yapmak geliyor. Yok, bir şey var. Avazım çıktığı kadar bağırasım var aslında. Filmlerde tren geçmesini beklerler bunu yapmak için, duyulmasın hesabına. Öyle de değil. Alfabenin ilk harfini, açık ve net duyulacak şekilde, nefesimin yettiği kadar bağırmak istiyorum. İçimden gelen budur. Başka da bir şey yoktur. 


Future Days