21 Nisan 2014 Pazartesi

Nergis Hanım

33. İstanbul Film Festivali'nin sonunda Altın Lale Ulusal Yarışma ödüllerinden Seyfi Teoman En İyi İlk Film ödülünü "Nergis Hanım" filmiyle Görkem Şarkan aldı. 



Daha önce Görkem'in yazdığı, yönettiği ve oynadığı iki oyun izleme fırsatım olmuştu: "Yok Oğlum Biz Evdeyiz" ve "Çatı". Aynı adamın, hayatla olan derdini alıp sinema diline de tercüme edebilmiş olmasını açıkçası etkileyici buldum. Kendisinin ilk gösterimden hemen önce dediği gibi "baya baya film olmuş bu". Hatta ironi aromalı tabirle "sanat filmi" olmuş baya baya.



Bundan sonra ister tiyatro yapsın, isterse sinema filmi çeksin, Görkem'in işlerini başkalarının işlerinden artık ayırt edebileceğimi düşünüyorum ve bu, 29 yaşında bir adam için ciddi bir başarı sayılmalı. Gişeye oynayan işlerin aksine onun işleri, seyircisinin sırtını sıvazlayıp göndermiyor. "Aferin çok iyi gidiyorsun, aynen böyle devam" demiyor. Rahatsız ediyor. Görkem genelde gözümüzün önünde olduğu halde görmediğimiz, görmek istemediğimiz şeyleri gözümüze sokuyor. Hikayeleri genelde dört duvar arasında, mahremde yaşanıyor fakat derdi, dört duvar arasına sığacak gibi değil. Esasen Şarkan'ın olayı, gündelik hayattan bir kesit alıp çıkararak onun üzerinden toplumsal kurumları ve normları tartışmaya açması. 

Nergis Hanım filminde de bu dertle uğraşmaya devam ediyor. Üstelik bu defa, belki de daha önce hiç yapmadığı kadar kendi hayatından yola çıkarak bunu yapıyor. Kendi anneannesinin rahatsızlığından yola çıkıp, yine anneannesinin oturduğu evin odalarında dolaştırıyor izleyiciyi. Bazen de odaya sokmayıp buzlu camın ardından gösteriyor olan biteni. 

Filme adını veren Nergis Hanım alzheimer hastası yaşlı bir kadın ve orta yaşlı oğlu Ekrem'le birlikte yaşıyor. Hemen herkesin hayatında alzheimer hastası bir aile büyüğü olduğu için hemen herkes benzer tepkiler veriyor "benim anneannem/babaannem de...". Öte yandan çoğumuz, bu durumu, bu iki kişilik dünyayı kırk yılın başı ziyarete gelen torunların konforlu mesafesinden izliyoruz. Oysa Ekrem'in yaşadığı hayat düpedüz bir kabus, kırılıp yen içinde kalan kol gibi bir hayat. 

Nergis Hanım, kendisine bakan oğlu Ekrem de dahil kimseyi tanımıyor. Ekrem'in kendine ait bir hayatı yok, bir emekli maaşı haricinde bir geliri de yok. Bilincini yitirmiş dört duvar arasında ana-oğul baş başa ve kıt kanaat geçiniyorlar. Nergis Hanım her şeyden bihaber, ara sıra attığı gülümseyen bakışlarla izleyicinin yüreğini eritiyor. O nasıl Ekrem'i tanıyamıyorsa, Ekrem de artık bu yaşlı kadını tanımakta zorlanıyor. Nergis Hanım hâlâ annesi mi, gerçekten yaşıyor mu? Ekrem'in, merhamet ve kin duyguları arasında salınmasını izliyoruz. Settar Tanrıöğen, Ekrem'in bu salınımını ve bıkkınlığını aktarırken Settar Tanrıöğenliğini konuşturuyor. Normal bir ana-oğul ilişkisi olmaktan çıkıp karşılıklı hayatta kalma -ama hangi hayatta, nasıl kalma- hikayesine dönüşmüş bir ilişkiyi kanepede Ekrem'in yanına oturup izliyoruz. Anacığını hâlâ çok seven ama içten içe onu suçlayıp, zaman zaman da ölmesini isteyen aynı kişi, bizim de çok yakınlarımızdan, tanıdığımız birileri. 

Ekrem, hastalıkla birlikte kimliği aşınan annesine bakarken kendi kimliği de dönüşedursun biz, en küçük torunu canlandıran Begüm Akkaya'nın, anneannesinin kendisini tanımaması karşısında attığı şaşkın bakışlarda kendi suretimizi apaçık görebiliyoruz. Fakat kanımca filmi sırtlayıp götüren Zerrin Sümer olmuş. İnsanda şapka çıkarma isteği uyandırıyor. Salonda gülüşmelere neden olan sahnelerde bile ağladı-ağlayacak ifademi yüzümde bırakan, kendisinin devleşen oyunculuğu olsa gerek.

Velhasılı kelam, Nergis Hanım'ı izleyiniz. Görkem Şarkan'ı da takipte kalınız. Hayatla, yaşadığı toplumla bir derdi olan insanların anlattıklarına kulak kabartmakta her zaman fayda vardır efendim. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder