4 Ocak 2015 Pazar

Köşe Takımına Sıkışıp Kalmak

İnternet günlerdir kesik. Çalışma yapıyorlarmış. Onlar çalışma yaptığı için ben çalışamıyorum. Kitlendim kaldım. Cep telefonum bozulduğunda Umut’un kullanmam için verdiği telefonu da bozdum. Ev telefonu da aynı gün son nefesini verince ve internet çalışması da aynı gün başlayınca dış dünyayla tüm bağlantılarımın koptuğu anlar yaşadım. Yadırgadığım bir panik duydum. Tam giyinmiş telefon almaya çıkacakken başında motosiklet kaskı, çantasında kardeşinin eski cep telefonuyla Umut geldi. Böylece dış dünyadan tamamen kopuk olduğum kısa süre de sona erdi. Telefon rehberim görünmese de arama yapabileceğim ve görece daha verimli biçimde aranabileceğim telefon haricinde evdeki bilanço pek parlak sayılmaz. Televizyon aylardır çalışmıyor. Ev telefonu ses vermiyor. İnternet yok. Ve işin doğrusu, telefonları bozan bir manyetik alanım olduğuna inanmak üzereyim.

Umut şirkete gidince ev sessizleşti. Zaten pek fazla konuşmadığımız bir gündü. Kahvaltı bulaşıklarıyla uğraşırken müzik açtım biraz, işim bitince kapattım. Müziksiz ev işi yapamıyorum. Mümkünse sözlerine eşlik edebileceğim bir şey olmalı. Ne bileyim, Ali Desidero gibi. Böylece kendimi “iş yapma” duygusundan bir bakıma soyutluyor olmalıyım.

Mutfakta işim bittiğinde internet hâlâ kesikti. Oysa bugün çeviride birkaç sayfa da olsa ilerlemek istiyordum. Aylık hedefimin yine gerisine düştüğüm için yine tedirginim. Ne yapacağım konusunda uzun bir an bocaladım. Galiba o sırada yağmur hızını arttırdı. Pencereye yanaşıp dışarı baktım. Barbaros Bulvarı’nın görebildiğim kesiti renkli ışıklar içinde, yağmurdan ıslanan yollar da ışıkları ikiye katlıyor. Işıklı yolları gölgeleyerek geçen insan siluetlerine takıldı gözüm. Bağlantım kopunca paniklediğim dış dünyaya fiziksel olarak en çok yaklaştığım an buydu. Yine geri çekilip sığınağıma döndüm sonra. Birlikte aldığımız tavandan aydınlatmalı lambanın altındaki koltuğa dertop vaziyette oturup üzerime de küçük battaniyeyi çektim. İkili lambanın boynu bükük küçük lambasını açtım, âdet edindiğim üzere süründürdüğüm kitabı açıp okumaya başladım. Richard Sennett’ın Karakter Aşınması. İyi ki daha önce okumamışım diye sevindim. Anlamlandırabilmek için biraz iş deneyimi gerekiyormuş. Yağmurun sesi bile dikkatimi dağıtmaya yetiyor bazen.

İnternetsiz yapabileceğim şeyler arasında bilgisayardan film izlemek de var. Özellikle Bisiklet Hırsızları’nı daha fazla gecikmeden izlemek istiyorum artık ama duygusal ağırlığı gözümü korkutuyor. Hem bu keyfi tek başıma değil paylaşarak yaşamak istiyorum. Dün gece de Fritz Lang’ın M’ini izledik. Ondan sonra yeniden birlikte film izlemeye ikna edebilir miyim emin değilim. Gerçi Leni’nin Nazi propaganda filminden sonra acıya dayanıklılık eşiğini epey yükselttiğine inanıyorum. Lang’ın da hakkını yemeyeyim, benim beklentilerim biraz yüksekten düştü o kadar. Yoksa Peter Lorre’ye, Lang’ın tekniğine filan bir diyeceğim yok. Senaryo ve repliklerde bir havadalık var gibi geldi. Sinema tarihi çeviriyorum diye kendimi kaptırıp uzman kesilirmişim! Ve kitabın daha yalnızca yarısındayım.

Peter Lorre, M (1931)

Bir daha altı yüz sayfalık kitap çevirisi almamalıyım ama zekâma güvenmiyorum, yine alıp kendimi süründürebilirim. İki yüz elli sayfa sınırı koymalıyım mesela kendime. “Bu işten para kazanmayı düşünmüyorsun herhalde” diye yüzüme gülen yayınevi çalışanının yüz ifadesini, ses tonunu, bakışını hatırlamalıyım. Emeğinin karşılığını almak istemenin ahmaklık, budalalık sayıldığı bir emek piyasası bu. Bir buçuk yıl önce istifa mektubumu takdim ettiğim şirkete girerken çalışma saatlerinin 10.00-18.00 olduğunun söylenmesi geliyor aklıma. Eşit derecede acımasız olsa da yayınevi en azından dürüst. Daha işe başlarken bunun bir hayır işi, bir idealistlik olduğu belli. Yersen. Yedim. Sonrası konusunda şüphelerim var.

Aslında tek düşünebildiğim “sonrası”. Bu kitabı teslim ettikten sonra ne olacak, ne yapacağım? Değil yazmak, düşünmek bile canımı sıkıyor, hatta canımı acıtıyor artık. Bu işten para kazanmamanın şahsi beceriksizliğim olduğunu düşünmüştüm. Bu en azından genele dair daha iyimser bir tablo çiziyordu ama maalesef öyle değilmiş. Tıpkı yoksulluk gibi (ve aslında gerçekten de yoksulluktan pek uzak değil) bu da şahsi bir yetersizlik değil yapısal bir sorun, bir sistem sorunu. Ben; emeğim ne kadar değersizleştirilse, itibarsızlaştırılsa da ve vasıflıyken vasıfsız gibi hissettirilip özsaygımı yitirmeye zorlansam da, gerçekte, yeni kapitalist sistemin çiğneyip tükürdüğü yüz binlerce milyonlarca insandan yalnızca biriyim. Ailemin zamanında oluşturmuş olduğu mütevazı birikime sırtımı yaslamış, buna rağmen beklentilerimin, hayallerimin, isteklerimin çok altında bir yaşam standardına demir atmış halde, kitap çevirisi gibi –allah kahretsin ki zevk aldığım- bir hayır işi yapabiliyorum. Öte yandan, bunun kalıcı bir durum olamayacağı açık.

Çeviri bittiğinde yazmak için kendime zaman ayırabilecek miyim? Yine tam zamanlı bir pazar araştırma işine mi gireceğim? Proje bazlı araştırma işleri ve kitap dışı çeviri işlerinde iyi kötü bir süreklilik yakalamayı başarabilirsem yaşam standardımı biraz olsun yükseltebilir miyim? Yegâne hayatımın keyfine biraz daha varabilir miyim? Kitabın teslim tarihine ertelediğim bir yığın kaygım var ama “erteledim” demekle bir çekmeceye girip orada uslu uslu, sessizce beklemiyorlar ki. Zihnimin gerisinde sürekli bunlar dönüyor, döndükçe de büyüyüp derinleşiyorlar. Akıl sağlığımı kitabın, kitapların, aslında okuduğum her şeyin beni beslemesine borçluyum. Bir de televizyonumun bozuk olmasına.

Bu manasız yazıyı komik bir önemsiz bilgiyle bitireyim mi? Çevirisi sekiz ay süren yaklaşık altı yüz sayfalık kitabın karşılığında alacağım parayla salona bir köşe takımı alabileceğim, hepsi bu. Yaşamımın sekiz ayının karşılığı bir köşe takımı. Şu an söyleyebileceğim daha gerçek bir şey aklıma gelmiyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder