16 Ocak 2015 Cuma

Şehirlerarası

Tam bir sanayi şehri olduğu yetmiyormuş gibi kapalı ve soğuk Ocak günü de bütün şehrin üzerine kül serpmiş. Eski garajdaki tek tük insan, tek tük hayvan ve tek tük otobüs ölü gibi hareket ediyor. İnce bir buz, hayır hayır, ince bir kül tabakası kaplamış gibi üzerlerini. Bakışları, duruşları, hatta otobüse koşuşları bile donuk.

Cam kenarındaki koltuğumdan donuk bakışlarla bu donukluğu izliyorum. Buna kamuflaj da diyebiliriz. Acentelerin sıralandığı tek katlı köhne binaya girecekmiş gibi duran otobüsümüzün sağ cephesine burnunu vermiş bir taksi yolcu indiriyor. Onu gördüğü halde bir başka otobüs yağ gibi aramıza süzülünce taksi çaresiz geriye doğru birkaç adım atıyor. Burası şehirlerarası otobüslerin ülkesi, geri kalan herkes haddini bilecek. Yolcu getirerek otobüsleri besliyor olabilirsin, yine de fazla sokmayacaksın burnunu, tekerleğini denk alacaksın sarı.

Acentelerin önünde, çatının altında kalacak şekilde tek sıra dizilmiş sabit masa sandalyelerden birinin altındaki kedi çekmiş dikkatimi. Dikkatimi ne ara çektiğine dikkat etmedim, her şeye de ben dikkat edemem ki. Öyle bir an, kediyi izlerken buldum sadece kendimi. Bir sandalyenin altında konuşlanmış, ön bacakları yere dik, götünü yere koymuş takılan inek desenli bir kedi. Koymuş koymasına da bir rahatsız, bir huzursuz gibi. Bakışları ileriye sabitlenmiş götünü bir kaldırıyor, bir indiriyor. Sade o da değil, o sırt bir sivriliyor bir düzeliyor. Bakışlarının gittiği yolu izledim, epey uzakta ne yapacağına karar vermeye çalışan mütereddit bir köpek dikiliyor ayakta. O da küllenmiş belli. Bu yöne iki adım atıyor, kedi dikeliyor. Duruyor, duruyor, o yöne iki adım atınca ineğin götü rahat yer görüyor. Neredeyse karşı takım kalesi uzaklıktaki itin keyfine kedi telef oluyor burada. Yeter artık, bitsin bu zulüm. Bir de nasıl sevimli piç. Hafif irice, biraz da kabarık tüylü bir şey. Sık gördüğümüz sokak köpeklerinden farklı bir tipi var. Orijinal it. Kediyi gördü mü görmedi mi bilmiyorum ama görse de muhatap alacak bir mizacı yok gibi görünüyor. Bıkkın hareketlerle ilerleyip binanın arkasında gözden kayboluyor. Kedide bir rahatlama, bende bir can sıkıntısı hâsıl oluyor. İnsan ne hain şey. İki kovalamaca olsa gülüp eğleneceğim demek. Hayvan.

Şu kadın, şu ellerini arkasında kavuşturmuş işsiz muhtar tipli adamın önünden geçecek on saniye sonra. Adam dümdüz önüne bakıyor ama o da farkında olacakların. Adam, kadın, ben üçümüz de farkındayız yazgımızın. On saniye içinde iddiaya tutuşuyorum kendimle. Var mısın yüz lirasına? Bakacak. Ne yüzü be, koy bir binlik. O kadar param yok ama adımdan iyi biliyorum bakacağını. Kadın önünden geçerken hiç oralı olmuyor adam. Rahat geçsin diye bir adım geriye gitme zahmetine bile katlanmıyor, öyle kayıtsız. Fakat kadının geçmesiyle birlikte kadının gittiği yöne doğru yavaşça dönüyor kafası. O götü görmek zorunda, görmeli. Uçlan bakalım binliği. Bak hâlâ alamadı gözümü. Huoop. 

Yanımıza süzülen otobüs gitmiş. Onun ötesindeki de geri geri giderken beyaz saçlı hâkim abi maestro gibi durduruveriyor otobüsü. Yolcu gelecek, dur. Gencecik, gürbüzce bir oğlanın elinden küçük, iş görür bir buzdolabı ebadındaki valizini kapıp koşar gibi bir dans yaparak otobüse gidiyor. Oğlan biletini alacak. Otobüs yolcuları bekliyor. Ah Ayhan Işık.
Beyaz saçlı abi fena. Burası birbirine girmiyorsa onun yüzü suyu hürmetine. Bazen ellerini bile kullanmıyor şoförle anlaşırken. Göz kırptı işte. Gülücük mü o ağzının kenarındaki? Altmışlarında var sanki. İyi bakmış kendine. Göbeksiz, beyaz meyaz ama saçlar tam kadro yerli yerinde. Azıcık uzun, geriye doğru taranmış. Dede olmuş hâlâ çalışıyor. Maestroluktan kazandığıyla pazardan oyuncak alıyordur torunlara. Yok yok, daha yalnız bir tanecik torunu var. Kızındandır o da. Yirmisinde evlenince tabi. Oğlan nazlı. Askerden döneli yıl oluyor, ses seda yok hâlâ. Babasına çekmiş tabi, hiç evlenir mi o saçlarla. Geri geri ayrılıyoruz eski garajdan. Dede sen daha çok beklersin oğlanın evlenmesini. Üzülme be, safi masraf zaten bu işler. Hele azıcık belini doğrult. Daha genç nasolsa.

Şehirden çıkmadan önce son durak yazıhane. Otobüsün sağ arkasında, cam kenarlarına sıralanmışız üç kadın. Cam kenarı yok mu diye sormasam az daha koridor veriyordu bilet satan kadın. Erkek yanına oturamadığımız gibi kız başımıza arkalara oturmak da hoş karşılanmıyor. Arka koltuklar gözden ırak olduğundan her türlü ahlaksızlık dönebilir. Sakıncalı. Bence sakıncası yok. Otuz sekiz uygun. Yolluyum çünkü ben. Yola çıkıyorum. Romantik bir kişiyim. Elli bin tane şey düşüneceğim pencereden küllenmiş şehre bakarken. İşim gücüm var benim. Ver sen o koltuğu bana. Kendimi koruyabilirim, kurda kuşa yem etmem apış aramı, pardon, namusumu.

Yazıhane önündeki bekleyiş sürdükçe sürüyor. Bizim otobüs gelince bir kısım yolcu hareketlendi ama çoğunluğun beklediği gemi bu değil. Dar beyaz eşofmanlı, beyaz tenli, siyaha boyalı saçları gelişigüzel topuzlu incecik bir kız. Nerenden çıkardın o pusetteki çocuğu. Yüzü nasıl da benziyor yalnız. Bir elinde kocaman beyaz telefonu, puseti dar alanda bir oraya bir buraya sürüyor. Çocuk halinden memnun tabi. Ara ara küçük ağzını ardına kadar açıp tembelce esniyor. Tembelce esneyecek tabi, işi ne? Madenden kömür mü çıkarsın çocuk. Birkaç sene sonra o da olur. Çocuğu pusetten aldı, tek koluyla kucağında tutmaya çalışırken diğer eliyle puseti katlayıp taşınabilir hale getirmeye çalışıyor. Telef oldu kadın. Çocuk düşüverecek diye ödüm patlıyor. Şeytan diyor inip yardım et. Şeytanın iş tanımı da epey değişmiş görmeyeli. Sürüyle insan var yanında yöresinde ama herkes acı çekişini izliyor mal gibi.

Muavin ince bir telaşla koridora geldi, doğrudan olmamakla birlikte anlaşılabilecek şekilde bize hitap ediyor: “Bayanlara cam kenarı sattığımız için baylara satış yapamıyoruz. Bir yardımcı olsanız. Siz şöyle gelseniz hanımın yanına?” Arkamdaki kadın sıfırdan sinirle söylenmeye üç saniyede geçiyor. “Çok eşyam var benim, zor yerleştim zaten.” Onun önünde ben, benim de önümde başka bir kadın. İçimizden biri bir kahramanlık edecek ama muavin gözlerini dikip yanlış kabloyu kesti. Dalga dalga sinir yayılıyor arkamdan doğru. Çantalarından birini muavine uzatıyor kadın: “Al, teker teker yardım edeceksin taşımama.” Daha eli havadayken sinir dalgaları önümdeki kadına ulaşmış olacak, “ben geçerim” diyor sükûnetle. Kalktıktan sonra soruyor nereye diye. Muavin oralı değil, serbest kalan koltuk numaralarını yazıhaneye bildirmekle meşgul. “Arkamdaki hanımefendinin yanı” diyerek belli belirsiz bir baş hareketiyle arkamı gösteriyorum.

Sizin kaçgöçünüz için kılımı kıpırdatmam, ne kıpırdatacağım. Üç cam kenarında üç kadınız. Üç tane boş koltuk var yanımızda. Altı koltuk, üç insan. Yani üç insanlık daha yer var oturacak. “Ben rahatsız olmam” diyeceğim, gözler bana dönecek, adım gibi biliyorum. Hem “orospu” olacağım, hem de bir boka yaramayacak çünkü “sistem vermiyor” diyecek muavin. Sistem benim kadar orospu değil demek ki muavinciğim. Sistem müşteri kaybetmeyi göze alacak kadar namuslu. Sistemin gözünde kadın-erkek yok zaten, bay-bayan var. Öyle kibar, öyle efendi. Efendi tabi, sistem erkek. Kadın olsa kancık olur. Sistem efendi benim istememe gerek kalmadan beni korur. Küçük beynimle düşünmek zorunda bırakmaz beni. Şüphesiz ki sistemin bizimkine üstün bir ahlakı vardır. Bugün bir genel ahlak kolay yetişmiyor sonuçta.

Sistem keşke toplu taşıma araçlarının telefon kulübesi gibi kullanılmasına da bir el atsa. Son ses çalan telefonlarını açıp bağıra çağıra konuşan bir otobüs dolusu insanla aynı otobüse tıkılıp kalmış, kapana kısılmış halde geldim gelirken. Önümdeki çocuk kız arkadaşıyla geyik yapıyor. Sağ çaprazımda, arkada oturan ablanın kayınpederi “çıkma” dendiği halde evden çıkmış, evi bulamıyor şimdi. Nerede olduğunu bile bilemiyor adamcağız. Panikle gelinini arıyor “ben evi bulamıyorum” diye. Kulaklar da zor işitiyor. Türbanlı, pardösülü abla bağıra bağıra dert anlatmaya çalışıyor adama. İşi zor. Bizim de öyle. En fenası tam arkamda oturan kız. Kodaman bir abinin vereceği yemeği organize etmekle yükümlü. Otuz davetlinin gelip gelmeyeceğini teker teker arayıp teyit etmesi gerekiyor. Bunun için şehirlerarası otobüsten daha uygun bir yer aklına gelmiyor. Bir iki beş derken yemeğin yerini, tarihini, saatini, yemeği düzenleyenin adını sanını, kızın adını soyadını telefon numarasını ezberliyorum. Dört koltuk yarıçapında herkes cinnet geçirmek üzere ama kimsenin de gıkı çıkmıyor.

Yanımdaki türbanlı, pardösülü kız on beş yaşlarında, solgun, incecik bir dala benziyor. Kucağında şeriatla ilgili ince bir kitap. Benim kucağımda da aynı incelikte bir Foucault. Aynı teyit cümlelerini yüksek volümde on beşinci kez duyunca aynı anda sinirle kitapları kapatıveriyoruz. Kız şeriat okuyamıyor, ben Foucault okuyamıyorum. Neticede okuyamıyoruz. Dinlemek istemediğimiz bir sese maruz kalıyoruz. Ne söylediğiyle hiç mi hiç ilgilenmediğimiz ve fiziksel olarak kaçma şansımız bulunmayan ses bize kendisini şiddetle dayatıyor. İki teyit arasında yakalayıp kıstıracağım, başka türlü olmayacak. Nazikçe telefonu kapatmasıyla konuştuğu kişinin arkasından aynı volümde sövüp saymasının arasına süzülür gibi ve azıcık hışımla arkama dönüp “kaç kişi kaldı” diye soruyorum. “Az kaldı” diyor azıcık mahcubiyetle. Azıcıkla yetinebilecek gibi değilim. “Sizce bunu yapmanın yeri ve zamanı burası ve şimdi mi?”. Diyemiyorum ki “Harem’e gelene kadar servis boyunca da iş arkadaşına sedasayanvari akıllar vermeni dinledim, yetti” diye. Yüzümdeki bu gerginlik? Hay sıçayım, gülümsüyorum. Ama işe yarıyor. Sonraki teyit konuşmaları çok uzaktan, en arka sıradan zar zor ulaşıyor kulağımıza. Huzur içinde kitaplarımıza dönüyoruz. Kıssadan hisse, her şeyi de sistemden bekleyemeyiz. Şüphesiz ki o, hassasiyette seçicidir.

Gele gele uzun boylu, ince yapılı, esmer tenli, beyaz saçlı bir adam gelip oturuyor önümdeki sıranın koridor tarafına. Saniyeler öncesine kadar bir kadın oturuyordu sağ koltuğunuzda bayım. Siz gelip o koltuğa oturasınız diye bilet aldığı koltuktan kalktı, bir hemcinsinin yanındaki güvenli koltuğa geçti. Pekâlâ, yan yana oturabilirdiniz hâlbuki. Sohbet bile edebilirdiniz kim bilir. Konuşacak çok şey bulacaktınız belki de. Belki de. Artık bilemeyeceğiz. “Alın şu kadını şuradan” diye çıngar çıkarmayacaktınız herhalde. Kadının da “ay ben bey yanına oturmam” diyecek bir hali yoktu. O da benim gibi yolluysa demek. Oysa ay-ben-bey-yanına-oturmamın kızı bundan on, on beş yıl sonra, tarihinde belki yüz bininci kez erkekler-mars’tan-kadınlar-venüs’ten geyiği yapan bir kadın dergisini kıkırdayarak okuyacak. Hâlbuki Mars-Venüs dediğin otobüsle iki saat be abilerim ablalarım.

                

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder