12 Ağustos 2011 Cuma

Lost and Found

Mutluyum. Son birkaç yıldır debelendikçe içine daha da battığım mutsuzluğun derinliğini ancak şimdi, böyle mutlu oldukça idrak edebiliyorum. Mutlu olmayı yadırgamak bir yandan korkunç ve acınası, bir yandan da alabildiğine güzel. Beni seven insanlar mutsuzluğumun derinliğini -benim aksime- gayet iyi idrak etmiş olacaklar ki "sen şimdi mutlusun ya" diyerek -sataşacakları yerde- sataşmaktan bile imtina ediyorlar. Elde ettiğim dokunulmazlığa bakılırsa son birkaç yıldır pek iyi görünmüyordum herhalde. Oysa mutlu olduğum anları yadsımıyorum. O meş'um dönemi olduğu gibi, plastik kokan battal boy kara bir çöp torbasına tıkıştırıp havasız, karanlık bir kömürlüğe fırlatıp atacak değilim. Bilakis, minnettarım o döneme. Zaman hiçbir şeyin ilacı olmamakla birlikte acılar demlendikçe hayat daha iyi bir tat veriyor, buruk şarapların bıraktığına benzer bir tat bırakıyor ağızda. Hiçbir şey boşa yaşanmıyor. Yazgı gibi değil, hayır; varılacak bir son noktası, bir amacı yok yaşadıklarımızın. Aslına bakarsak biz yüklemedikçe bir anlamı bile yok ama isteyince öyle çok şey öğreniyor ki insan. Artıyor, eksiliyor, törpüleniyor, bileniyor...


Bugün Ağustos'un 12'si Cuma. Tabiri caizse bok gibi bir hava var İstanbul'da: Kapalı, soğuk. Ara ara gök deliniyor sanki, öyle bir yağmur. Ne çok severdim yağmuru. Yine seviyorum ama fazla güneşliyim bu ara, fazla ferah ve çiçekli. Daha begonvilli bir yere gidiyoruz biz de. Bir otobüse binip şöyle güneye doğru. Yolculuğu oldum olası yolculuk için sevdim, bir yere varmak için değil. Yol hiç bitmesin istedim. Yol boyunca başıma gelebileceklerden korkmayı akıl etmedim, edemedim. Korkmaya başlasam evden çıkamazdım. Evimi severim ama yollarla aramdaki bir aşk ilişkisi. "Bana yeter ki gitmek olsun" derdim ya, öyle. Gitmekle kalmak yalnız değil artık. Sevdicekle gitmek var. İşte o var ki o çok güzel bir şey olmalı. Birlikte gitmek. Gitmek ama birlikte. Biliyordum, bir seçenek daha olduğunu biliyordum işte. 


Güneş açtı. Zaten açmayıp ne yapacaktı, değil mi? İklim değişir, Akdeniz olur diyordu şarkı. Kaç mevsim geçmesi gerektiğini söylemiyordu. Çok mevsim geçti, yeteri kadar fazla. İklim değişiyor. Sokakta yürürken çalınan bir ıslık kadar rahat, güven duygusu kadar ılık. İnsan nelere alışmıyor, buna da alışılabilir. Oysa iklim değişti diye mevsimler geçmeyi bırakmayacak. Zamanın gösterecek daha çok şeyi var. Hep de olacak. İç sesimi susturmak kabil değil. Bu kadar zor mu düşünmemek? Hani çok severdim yarınsızlığı, hani ödüm patlardı iki gün sonrasını planlamaktan? Bağlanmak kabustu hani? Hepsi birden zor olacak, su getireyim mi? 


Sil baştan öğrenmeli sevdiğini söyleyebilmeyi; sil baştan sevmeyi, güvenmeyi, bağlanmayı. Her şeyin bir sonu var, ben bilmiyor muyum. Bunu ömrümce aklımda tuttum da ne işe yaradı. Vazgeçebilmek ve vazgeçilmek güçlü mü kıldı beni? Git gide uzaklaşıp yalnızlaşmadım mı, yalan mı yani? Bok vardı güçlü olmakta, bok vardı yas tutmakta. Dura dura içime kaçtım. Zaten aşinaydım firara, kendi içimde beni kimse bulamazdı. Her şeyin bir sonu var ve insan yalnızdır, doğru. Ama insan, sevebilen bir yalnızdır. O zaman işler biraz değişiyor. 


İstanbul soğuk ve yağmurlu. İklim Akdeniz, içimde begonviller açıyor. Eylül yaklaşıyor, bu onun yağmuru. İçim Akdeniz, böyle iklimde ne yetişmez ki. Bir sırt çantası yapmalı ve bir otobüse binip gitmeli buradan. Gitmeli...ama birlikte. 



4 yorum:

  1. resimler çok güzel. nedir kimdendir?

    YanıtlaSil
  2. Toulouse Lautrec'tendir efendim, en bir severim kendisini.

    YanıtlaSil
  3. sevgili ayşec.,
    sanırım hayranınım;)
    resimler de yazı da çok hoş yine.

    YanıtlaSil