17 Mart 2012 Cumartesi

Bu Şehir, Bu Hayat ve Biz


Peaceful Couple by John Lan

Günler, haftalar, aylar geçti. Çok düşündüm. İzledim. İnsanları izledim, olan bitenleri. Kırgınlığımı düşündüm, kızgınlığımı. Kederlendim. Unutur gibi oldum, unutmak istemedim. Ellerim ceplerimde yürüdüm. En çok yürürken düşündüm. Ama insanların gözlerinin içine bakarak dinlerken de düşündüm. Arka odadan gelen seslere kulak kabartmak gibiydi birini dinlerken düşünmek.

Başka insanları, başka birliktelikleri düşündüm; başka ayrılıkları. Etrafa baktım, geçmişe baktım. Boş kalan elime baktım. Ellerimi izledim uzun uzun.

Uyudum, uyandım, bardağa su koydum. Yarısını içtim, yarısını menekşenin tabağına döktüm. Beni bırakmasın, o bana kalsın istedim. Öptüm, kokladım, bazı bazı konuştum. Çiçek verdi, üstüme alındım.

Bıraktım zaman aşındırsın aşınan yerlerini kalbimin. Altından ne çıkacak merak ettim, bekledim. Günler, haftalar, aylar geçti.

Akyaka’daki berrak suyu düşündüm, Bozburun’daki Ad Astra’yı. Denizden çıkmış, tuzlu tuzlu ve yan yana kitap okurken ona bakmalarımı düşündüm. Bakınca gülümsediğimi düşünürken de gülümsedim.

Arabayla yolda giderken, sırf Candan Erçetin’in yeni albümünü alabileyim diye durduğumuzu anımsadım. İnsanlık için ne kadar küçük, oysa benim için ne kadar büyük bir jestti. Aklımda hep Candan çaldı ama MFÖ söyleyerek kat ettiğimiz yolları da düşündüm.

Palamutbükü kumsalında, ayakları denize değiverecek kadar yakın kurulmuş, ekose örtülü tahta masada karşılıklı oturup yediğimiz çuprayı, içtiğimiz rakıyı, mırıldandığımız türküleri, Nazım’ın bize eşlik eden dizelerini düşündüm. Gittiğimiz oyunları düşündüm. Biri bana el ele tiyatro izlemekten bahsetse on dakika dalga geçerdim. Bunu düşündüm, hiç komik gelmedi.

Ülkeyi düşündüm. 66. Sone geldi aklıma. “The time is out of joint” hatta, değil mi ki insan yakmak serbesttir... Ülkeyi düşündüğüm zamanlar ona sarılmak geldi içimden. Omuz omuza verir gibi, karşısında olduğumuz her şeye karşı bir insan zincirinin iki halkası gibi. “Türk solu gibiyiz” demiştim halbuki, “birleşmemiz gereken yerde ayrılıyoruz”. Yine Türk solunu düşündüm. Ama 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda.

Bu ülkeyi, bu şehri, bu hayatı ve bizi düşündüm. Pekala ayrı gayrı da yaşayabiliriz, ama “yarin yanağından gayri her şeyde her yerde hep beraber”, birlikte daha iyi yaşarız gibi geldi. Bu böyle olmayacak, örgütlenelim dedim. Belli mi olur, belki bizi de bundan alırlar içeri. Önce güler, sonra öpüşürüz.



6 Mart 2012 Salı

Giden Gözlerim Oldu

Annemi telaşlandırmamanın bir yolu yok; "ben demiştim" ya da "diyorum ama dinleyen yok" demesinin önüne geçmenin de öyle. O yüzden saldım çayıra yazıyorum.


İki üç gündür gözlerimde bir sıkıntı vardı. Bir batma, bir ışığa bakamama, vampire bağlama filan. Tabi ki ciddiye almayıp "amaan geçer" dedim. Tez döneminde de olmuştu. Doktor göz nezlesi filan demişti ama ben tabi ki -anası kılıklı- paso bilgisayar karşısındayım ya hep ondan teşhisi koymuştum. AVM'lerin içinde güneş gözlüğüyle geziyordum, o derece. Bu öğlen de ofiste güneş gözlüğüyle çalışırken olacak gibi olmadığını kabul edip doktor randevusu aldım.


Bütün olayı göz olan hastaneye gittim. Taze edindiğim SSK'mın, muayenenin  bir kısmını lütfen karşıladığını öğrendim ama yapacak bir şey yok. Bakamıyorum abi, ötesi var mı? Neyse, ön tetkik için gittiğim odada çeneyi koyup alnı yaslamak gereken zımbırtılarla göz tansiyonu ölçüldüğünden lenslerimi istemeye istemeye çıkarıp oradaki bir kaba koyuverdim. İnsanın gözüne hava fıslayan zımbırtıyla imtihanımda başarısız oldum. Zaten gözümü açamıyorum, bir de dev hava dalgasına karşı duramayacaktım. "Yapamayacağım" deyip bu küçük anı gülerek de olsa dramatize etmekten geri durmadım. 


Sonrası ayrı dram. Salonun karşısındaki odaya gitmem gerekiyor, zira doktor orada ama görmüyorum, görmüyorum! Dev hava dalgaları, kum fırtınaları ve de güz yağmurları karşısında yaşadığım drama ilk elden şahit olan beyaz önlüklü genç kadın koluma girip beni salonun karşısına geçirdi, kısık gözlerle cismini seçmeye çalıştığım doktora da bir güzel emanet etti. Etti de ağzını açana kadar doktor kadın mı erkek mi anlamadım tabi. Çok tatlı bir kadınmış, onu anladım çok geçmeden. "Tam çıkıyordum, bu kadar güler yüzlü bir kız görünce durdum" diyerek odasına aldı beni. Koluna girmek suretiyle karşıdan karşıya geçirilen teyzeden kör ama mutlu çiçekçi kıza ani bir geçiş yapmış oldum böylece.


Yine benzer zımbırtılara çenemi koyup alnımı yasladım ama bu defa hava dalgası yerine ses dalgası vurdu. İlk dalga bir kelime değil ünlemdi ve "ilginç bir vakasın, seni öğrencilerime göstermek isterim" altyazısının tonlamasındaki anne evhamı beni biraz telaşlandırdı. İkinci ses dalgası, içinde "infiltrasyon", "lens" ve "oksijen" kelimeleri geçen bir cümleydi. Meali: "Yavrucuğum, sen bu gözlerin ağzına sıçmışsın. Ne yaptın, çıkarıp üstünde tepindikten sonra geri mi taktın?" demek istiyordu ama terbiyesi müsait olmadığı için infiltrasyon filan demekle yetindi. 


"Ben şimdi sana bir süre lens takma diyeceğim ama sen beni dinlemeyeceksin, o yüzden demiyorum. Az buz miyop değil, sen de haklısın bir yerde." Tamam, son cümleyi demedi ama düşündü bence.


Bir de hali hazırda pısıp kalmış gözümü öyle bir korkuttu ki biraz zorlasak kör olacağım sonucuna varabilirdik. Lens kullanamaz hale gelebilirmişim, zaten alerji finükülerleri (follik? follikler?) varmış göz kapaklarımda. Kornea desen evlere şenlik, yıkılıyor. 


Neticede, ters psikoloji midir yoksa göt korkusu mudur bilmiyorum ama kuzu kuzu "bir hafta lens takmayıveririm canım, ne olacak" dedim. Tam bir kuzu, kendimi tanıyamadım. Öyle anaç, öyle tatlı ki "aç bakayım ağzını, dolguların ne halde" dese ardına kadar açacağım ki dolgum bile yok. 


- Hiç iki ay kullanılır mı lens? Cahil insanlar olsanız neyse. Senin gibi okumuş yazmış, aklı başında çocuklar niye böyle yapıyor anlamıyorum.


- Kafamızın dikine gidiyoruz sanırım. 


- İyi bok yiyorsunuz. 
(Demedi ama aklından geçti kesin.)


Nitekim, güzel olan bir gözlerim vardı, onları da cam çerçeveyle örteceğim. Camım çizik, çerçevem ruhsuz. Gözlüğün inceltilmiş olduğu halde gözlerimi misket boyutuna getirdiğini ise aklıma getirmek bile istemiyorum (neden, çünkü normalde Türkan Şoray. Hı hı, evet). SSK'nın gözlük çerçeveleriyle arası nasıl acaba? Cevabı gelecek bölümde!




Not: Anne, iyiyim bir şey yok. Doktor birkaç damla, pomat, steroid filan verdi. Bir hafta boyunca gözlük takıp verdiği ilaçları kullandıktan sonra Salı günü kontrole gideceğim. 
Sen demiştin. Evet. 






4 Mart 2012 Pazar

Güneşli Pazar Makamı

Bu aralar kendimi kurarken yakalayıp durduğum cümle "vaktim yok". 
"Gelemem" veya "yapamam" ile devam ediyor. Meali "çok işim var". Çok iş göreceli bir ifade. Aslında çok iş yok. Yani var da, ben yeni öğrenmeye başladığım için gereğinden uzun süren iş var daha ziyade. Diğer bir deyişle, bir işçinin bir günde yapacağı işi üç günde yapan bir işçiyim. Namı diğer, MS Office'le sınanan beyaz yakalı taze işçi. İşçi kadınları seven Orhan Veli'ydi, değil mi? Ama güzel işçi kadınları daha çok severdi. Bir güzelliğim de yok ki. En azından bakınca göremez oldum. İşle ilgisi var mı yok mu bilmiyorum. İşler yetişsin de...


Aslında mükemmeliyetçi değilim. Hırslı hiç değilim. Bir iş bir tarihe yetişecekse o iş o tarihe düzgün bir şekilde yetişsin istiyorum. Bence bu iş yapmak sadece. Bunun ne sorumlulukla, ne mükemmeliyetçilikle, ne de hırsla ilgisi var. Başka türlü nasıl olabileceğini bilmiyorum. Çok mu sığ düşünüyorum? 


İki cümleyi sıkça duymaya başladım: Biri, "kendini çok hırpalama"; diğeri, "barıştınız mı?". Öğrenmek için biraz hırpalanmam gerekiyorsa hırpalanacağım. Biraz uykusuz kalırım, hafta sonlarım da çalışmakla geçer ama kotarırım, altından kalkarım. Aksini söylemek daha zor geliyor. Yapamadım, başaramadım, beceremedim demek ya da yaptığım işin eksik veya yanlış olduğunu bilmek öldürüyor beni. Hiçbir otorite figürü benim beni yargıladığım kadar acımasızca yargılayamaz sanıyorum. Başkaları söz konusu olunca tepeden tırnağa empati ve şefkate kesen ben, kendim söz konusu olunca alıyorum kırbacı elime. Kendi kendimin patronu gibiyim,  kimi zaman sıraladığım bahanelere -ne kadar ciddi ve anlaşılır olsalar da- tahammül edemiyorum. Ama bir başkasının içinde bulunduğu zerrece zor bir durum her türlü aksaklığı meşru kılmama yetiyor... Bu nasıl bir kibir arkadaş, ben ne ara kafayı sıyırdım? Yoksa hep mi böyleydim? 




"Bu tempoyla gidersen bir seneye kalmadan, entelektüel kategorisinden vasat kategorisine geçmiş olacaksın" dendi, kategoriler komik gelse de hak verdim. Sinemaya tiyatroya konsere gitmek, arkadaşlarımın yüzünü görmek, açıp bir kitap okumak gibi lükslerim ancak elimdeki işi hızlı yapmayı öğrendiğim zaman olacak. Bu ne kadar zaman alacak ve ben hızla yaptığım işten ne kadar tatmin olacağım, orası muamma. Öte yandan bunun böyle gitmeyeceği kesin. Zamana güveniyorum; ne içindeyiz ne dışında ama o hiçbir şeyi tutamaz içinde, gösterir. 


İşe başlayalı iki ay oldu ve hala "yoruldum", "yoruluyorum" ya da "bu sabah işe gitmek istemiyorum" gibi cümleler kurmadım. Bu normal mi? Nefret etmeden çalışmak mümkünmüş. O zaman daha kim bilir neler mümkündür, olağanüstü! Her sabah Beşiktaş sahilindeki Harbiye dolmuş kuyruğunda beklerken izlediğim manzara bile yetiyor içimi aydınlatmaya. Sonra ofisin bahçesi ve hatta akşamları işten çıkıp bütün Valikonağı Caddesi'ni yürümek bile. Diyorum ya mutlu olmaya teşne kadınım, sevmeye de olduğum gibi. 


Bir anneannemi, bir de blog yazmayı özledim ne yalan söyleyeyim. Bu güneşli Pazar günü özlediğim başka şey ve kimseler de olabilir elbette, ne yalan söyleyeyim neden yalan söyleyeyim. Leyla'yı bulma faslındayım ya aşk için söylenen her söze kandım, aşka inandım güneşli havalarda. Bakalım o da bana inanacak mı. 




Not: Hakkında yazmak istediğim bir tiyatro oyunu var ama dar vakitlerde söylemek çirkin, az daha geniş zamanlar bekliyorum yazmak için.