29 Nisan 2012 Pazar

Gelincik


Halılar kaldırılınca ferahlayan parke salonun ortasına eski gazeteleri yaydıktan sonra küçük güçlü ayakları, kalın ayak bilekleri ve dizinin altından kalın ayak bileklerine kadar kalınca uzanan çıplak bacaklarını iki yana doğru açarak oturdu ölü toprakla dolu saksıların ve taze toprakla dolu torbanın başına. Menekşe haricindeki çiçeklerin toprağını değiştirecekti. Menekşeninkini ben kendi ellerimle değiştireceğim. Ayrımcılığımdan utanıyorum ama o benim kıymetlim.

Toprakları ölü de olsa toprağından ayrılmış, kopartılmış topraklı kökleri havada görünce ürktüm.

-         Ölmez değil mi?
-         Bahar geldi, ölmez.

Baharda ölünmez mi? Kimsenin, hiçbir şeyin başına kötü bir şey gelmez mi mevsim bahar olunca? Taze küçük yeşil yapraklardan, ısıtan gün ışığından ve kuş seslerinden bir kalkan mı örer bahar üstümüze? Baharda ne gelebilir başımıza?

***

Bana “artık kaçma ayşec.” değil de “kaç ayşec., kaç” dedi sanki. Ayrılırken duyduğum öğütleri uç uca eklesem hayatın anlamını bulabilirdim, hele dinlesem mutlu bile olabilirdim. Bu duvarlar benim mi şimdi, ben mi ördüm bunları? Zırh, duvar gibi hazzetmediğim klişe metaforların orta yerindeyim allah kahretsin. Dört duvar arasında kapana kısılmış ve korkmuş küçük yırtıcı bir hayvan gibi telaşla duvarlara çarpıp duruyorum işte. Dengemi bozma bahar, ben onu daha yeni kurdum; yerleri daha yeni sildim, basma. Yalnızlığım ne der sonra, biz birbirimizi çok sevdik. Kaç ayşec., kaç…ma. 

26 Nisan 2012 Perşembe

Hırt

Evime hırsız girmiş. 
Sonra çıkmış. 
Biraz zarar var.
Ama olur öyle. 
Herkes iyi olsun da. 


Bir de yarım viskimi almış kutusundan çıkarıp.
Afiyet bal şeker olsun güzel kardeşim, bir seferde patlattığın iki evi birayla kutlayacak değilsin a.


Peki mülkiyet hırsızlıksa, hırsızlık nedir?

22 Nisan 2012 Pazar

Zaman ve Baş Dönmesi

Çok garip bir haftaydı. Çok boktan başladı.
Ona dedim ki benim ikinci şansım hiç olmadı, o yüzden bize verdim bu şansı. 
Öyle çok istedim ki mutlu olmak, haddimi aştım sanırım. Öyle inandım, öyle istedim ki...
İkinci değil son şansımmış gibi tutundum ona, inandım ve o beni hayal kırıklığına uğratmadı. 
Benimle başa dönmek istemeyen adamı anladım o zaman; bazen insan istese de, hatta sevse de olmayınca olmuyor be. 
Kötü bir adamla tanıştım sonra. Sohbet ettik biraz. Malum, kötü adamları severim. Zarar verecekleri konusunda tereddüde yer bırakmazlar ve kendileri zarar görmezler. Hayır. Görmezler. Ve o her kötü adam gibi güzel şeylerden bahsetti bana; hayallerinden, güzel yemeklerden ve güzel şaraplardan. O anlattı, ben dinledim. Bazen de dinlemedim. Eskiden sevmiş olduğum, ve hayatımı ve beni geri dönülmez biçimde değiştiren kötü bir adamı anımsadım onu dinlerken. O da böyle tutkuyla severdi yaşamayı...tabi kadınları da. Kadınlar da yaşamaya dairdi zira. Misal ben, o kötü adamı büyük bir ciddiyetle sevmiştim. Sevgimin dışında ve ötesinde hiçbir şey düşünmeden. Verdiği acı ve kederi bile düğün bayramla karşılamış, bağrıma basmıştım. İşte bunlar aklımı yalayıp geçti o konuşurken. "Ne kadar uzağındayım şimdi öyle seve seve üzülmenin" diye düşündüm, "tanrım ne kadar uzağındayım".
Halbuki ilkin bu kadar kolay olmamıştı "ben yokum" deyip uzağa çekilmek. Bir kara delik gibi son sürat içine çekiyordu beni git gide koyulaşan karanlığı. Acı ve tutku sarmaş dolaştı. Beni kendinden korumak için elinden geleni yapmış, kendince korumuştu da. Ama kötü adamların iyilikleri sınırlıdır, o bütün gücünü kullandı. Gerisi Süpermen'e kalmıştı. İyilik kazandı.
Şimdi bir tür tekrarını mı izliyorum kendi filmimin? Fakat bu tekerrür olamayacak kadar çabuk ve beklenmedik. Benim umudum yok ki mutluluktan yana, bu nasıl olur? Ben dedim ki ona benim ikinci şansım hiç olmadı, o yüzden bize verdim bu şansı ve ikinci değil son şansımmış gibi tutundum ona. Son şansımdı... Bir kadının karşısına kaç iyi adam çıkabilir ki hayatında? Yoksa hak ediyor muyum mutlu olmayı? 
Ne çok korkardım iyi adamlardan. Üzülebilirler çünkü; incinebilirler, kırılabilirler, hatta hayata küsebilir, bir daha kimseyi sevemeyebilirler. İyi bir adamın neden yalnız olduğunu sorduğunuzda "sevmiş" derler insana ve sevmiştir gerçekten.
Şimdi o kadar korkmuyorum iyi adamlardan çünkü biliyorum ki onlar da üzebilir insanı. Paramparça edebilir, her bir parçanı bir daha bulamayacağın yerlere savurabilir, ama kendileri bulup üstüne basarak çiğneyebilir, yani insanı kahredebilirler isteyince ve yeteri kadar kırıldıklarında bunu gerçekten isterler. Gözümdeki iyiliklerini değiştirmez bu.
Ne garip bir haftaydı. Hala garip, anlamakta zorlanıyorum hala. 
Kim bilir, aslında iyi bir kadınımdır belki de; ümidini kaybetmek için fazla genç ve yaşamaya tutkun. Fakat o korkunç fırtına sonrası bu dinginlik fazlasıyla beklenmedik, ani ve garip. Hayat en beklemediğimiz, umutların tükendiği anda bizimle konuşuyor ve "saçmalama bakayım" diyor olabilir. Ben bazen inanmakta zorlansam da güneş her sabah yine doğuyor olabilir. Kötücül güzelliğe meftun olmak için artık fazla yaşlı, hayallerinden vazgeçip ümidini kaybetmek için de fazla genç olabilirim. Gözlerimdeki ışık sahiden de tanıdık. Belki de hep bahar kalacağım sahiden. Kim bilir...

20 Nisan 2012 Cuma

Hayallerim


  • Çamaşır suyu kokusu parmaklarımdan çıkmayıncaya ama canım çıkıncaya kadar evi dip köşe temizlemek. 
  • Balkona güneş vurduğunda bir kova su ve çıplak ayakla balkonu yıkayıp masayı, sandalyeleri balkona atmak.
  • Gardırobumdaki kaosa artık bir son vermek adına, yazlıkların yerini kışlıklarla değiştirmekle kalmayıp (çiçekli elbiselere özgürlük) iki taraftan da giyilmeyenleri büyük poşetlere doldurup kapının önüne koymak. 
  • Gelecek projelerde işe yarar diye değil sırf keyfine kitap okumak. 
  • Yemek yapmak. Yemek yapmayı özledim.
  • Gözüm ve midem için doktora gitmek. Muhtemelen gitmeyeceğim.
  • Bir sabah erken kalkıp hiç üşenmeden Yeniköy minibüslerine binmek ve Tarabya sahilinde önce biraz leyla leyla, sonra hızlanmak suretiyle uzun uzun yürümek. 
  • Bir sabah erken kalkıp Aşiyan'a kadar yürümek ve Münir Nurettin'in başının etini yemek, sonra üşenmeyip Orhan Veli'nin yanına çıkmak ve biraz da onun başının etini yemek, ayak ucunda biten yaprakları sevmek.
  • Eksik saha raporlarını bitirmek, ardından şirketin blogu için yazı yazmak.
  • Kişisel bakım, meali: aynaya bakmak. 
  •  Yumuşatıcı bitmişti, yumuşatıcı alayım. Sonra da çamaşır atarım.
Evet, bu 3 gün içinde gerçekleştirmeyi planladığım mütevazı hayallerim bunlar. Detoksa da gireyim, midemi üzmeyeyim diyorum ama aslında iki balık alsam, salata ve meze malzemesi, bir de ufaklık. İngiltere'den gelen arkadaşıma da desem ki "hadi gel açalım balkon mevsimini, hava soğursa ısıtırım ben seni". Olmadı içeri geçer, Senar'la Müren'e içeride devam ederiz. Hayattan konuşuruz; ölümden, ölümsüzlükten, toplumdan, gelecekten, gelmeyecekten. Yıllarca ne bulduysak konuşacak yine konuşur, bittiği yerde birer yudum alırız ama bitmez. Bizim konseyin diğer üyeleri de gelebilse keşke, toplaşabilsek, ama fazla iyimser bir senaryo bu. Halbuki şu bir akıl etmeyen ortak aklımızla ameliyat edebilsek masaya yatırılası mevzularımızı. Dile kolay 8 kadın, mevzu hiç biter mi...



                                

18 Nisan 2012 Çarşamba

Bahar Yorgunluğu

Edebiyatta amma kullanırlar bunu. Havanın durumu insanın ruh halini simgeler. Hava yağmurluysa karakter hüzünlüdür mesela, karlıysa soğumuştur hayattan. Peki fırtına çıktıysa bu ne söyler karakter hakkında, içinde fırtınalar koptuğunu mu? Çok bayat. 


İçinden geçip gittim fırtınanın, eve gelip uyudum biraz. Vapur seferleri iptal edilmiş, boğaz trafiği tek şeride indirilmişti ben uykuya dalarken. Ben uyurken de çatılar uçmuş, binalar yıkılmış. Kıyamet kopmuş, ben uyumuşum. Ofisin bahçesindeki masada çalışırken bir rüzgar vurmuş, ağaçlarımızdan kopan küçük beyaz taç yapraklar yağmıştı üzerimize. Fırtınayı bir öyle gördüm. "Çiçek yağıyor" dedim içimden, hayatı korunaklı bir arka bahçeden seyreden kadın olarak.


Bir haller var bu ara ama hadi bakalım. Midem yanıyor, elim ayağım titriyor, çarpıntım var. Bir bakıyorsun dokunsan ağlayacak, bir bakıyorsun ışıl ışıl. Sarhoş gibi, uykusuz gibi. Odaklanmakta zorlanıyorum. Eski ahşap bir sandalyeye oturup bıkkınlıkla bacak bacak üstüne atmış kendimi izliyorum dışarıdan. Omuzlarımdan tuttuğum gibi sarsasım var kendimi ama biliyorum ki "dur sarsma, daha kötü oluyor..." diyeceğim o zaman, "mevsimdendir, geçer". Bahar gelirken "buraya iki bahar fazla, hadi bana müsaade" der gibiyim. Oysa bahara benzerdim, Haziran'a döndüm çoktan. Dengemi istiyorum geri, bu halim bana yabancı...hava çok kötü bence.


Birkaç gün deliksiz uyusam geçecek gibi. Uyandığımda midemi sağlam, elimi ayağımı tutar ve aklımı yerinde bulacağım. Oysa kaç gün var ki olmadı öyle bir günüm. Kim bilir belki bundan. Her şey insana dair kızım ayşec., söz sanatlarını israf etme, tutumlu ol. 


Ne demişler, bahar yorgunluğu...ama tam diyememişler, bir bilememişler. Bahar yorgunluğu, baharın yorgunluğu. Her şey yeniden hayat buluyor, kolay iş mi? O ağaçları babam mı tomurcuklandırıyor, denizle bir olup göz alan güneşi doğuran ben miyim? Yorulmak baharın da hakkı. Yorgunluk bu hissettiğim. Bütün mevsimlerimin; kırkikindilerimin, buzlanan köprü ve viyadüklerimin, o viyadüklerden aşağı uçup gazete yerine karla kaplanışlarımın yorgunluğunu ancak bu bahar, bu ara duyar gibiyim. 


Bugünlerde hamamböceği gibi hissediyorum kendimi, güvenli ve sıcak bir kalorifer altına sığınıp çıkmayasım var. Devcileyin değil bencileyin bir böcek işte...


Bu bahar yorgunum, bu bahar yorgun işte. 



16 Nisan 2012 Pazartesi

Bu ara

Bu ara havalar da bir garip, bir açıyor bir kapıyor. Sabah bir çıkıyorsun günlük güneşlik. Öğleden sonra atıştırmaya başlıyor, akşam da yağmur indiriyor. Sonra sabah yine hiçbir şey olmamış gibi...
Boğazın iki yakası boyunca uzanıp bir ölü gibi kıpırtısız yatan fakat alttan alta olanca şiddetiyle devinen ve akıntılarına karşı durulmaz o deniz, baharın gelmesiyle bulutların ardından -biraz da nâz ederek- yüzünü gösteren ve sıcaklığıyla ne onduran ne öldüren güneşle oynaşıp fingirdiyor adeta; çapkınca ışıldıyor, ışık saçıyor etrafına. Öğlene kadar sürüyor bu, öğleni biraz geçiyor hatta. Bu hali görülmeye değer, bir kadın olsa adı Hayat olurdu. Gülüyor, güldürüyor; insanı hayata, kendisine bağlıyor. 
Tam müptelası olmuşken bulutlanmaya başlıyor. O zaman kuvvetli bir rüzgar esip içini üşütüyor insanın, üstüne bir şal alma ihtiyacı duyuyor insan. Aniden kuvvetle esen rüzgar aniden çekip gidiyor; birine uğramış, birine bakıp çıkmış gibi. Bir iki saat sonra bir damla düşüyor burnuna, sonra birkaç tane daha. "Bak" diyor, "geliyorum, kafanı sokacak bir yer buldun buldun, bulamadın benimsin". Diyeceğini deyip kaçıyor o da. 
Birkaç saat sonra göz gözü görmüyor, ıslanmadık hiçbir şey ve hiç kimse kalmıyor. Seviyorum bunu. Hepimizin eşitlendiği anlardan biri bu. Donumuza kadar ıslanmışız, donumuzun nasıl olduğundan, bir donumuz olup olmadığından bile bağımsız ıpıslağız. Sırılsıklam. Hiçbir şemsiye ya da saçak altı kurtarmaz bizi, su yolunu bulur. 
Su yolunu bulur, biz su kadar iyi değiliz bu işte. Yağar ha yağar. Yağmur her yerde güzel kokar. İster toprağa karışsın kokusu, ister betona. Yağmurda bir ferahlık, bir rahatlık var. Nereye düşüyorum demez, yağar. Yağsın be abi, yağınca çok güzel yağıyor.
Bu ara havalar da bir garip. Açsa bir türlü, kapasa bir türlü. Baharın gelesi var, yaz bastırıyor. Kış da değil bu sonbahar gitmek bilmeyen, bitmek bilmeyen bir Eylül
Havalar da bir garip hocam. 
Bir açık bir kapalı; bir güneşli bir yağmurlu; hem güneşli hem yağmurlu...






12 Nisan 2012 Perşembe

J'accuse...!

Cinsiyetime dayanarak beni, ve dinî olmayan değerlerimi alenen aşağılayan kişileri aleyhime kin ve düşmanlığa tahrik eden kurum; bu kişileri halktan sayarak koruyup kollar ve hatta silahlandırarak beni öldürmeye azmettirirken, bana her türlü aşağılama, işkence ve baskıyı reva gördüğü için ben, kin ve düşmanlığa tahrik edilir ve bu doğrultudaki düşüncelerimi basın ve yayın yoluyla ifade edersem, bunun suçlusu o kurumdur. 

9 Nisan 2012 Pazartesi

Who Do You Love, How Do You Live?


yani diyor ki sensiz yaşarım biliyorsun ama seni sevmeden yaşayamam


köpeklerden kediler çıkmaz, yani diyor ki armut dibine düşer


yani diyor ki qui aimes-tu?


6 Nisan 2012 Cuma

Sevgililer



"Sevgililer" diye çok güzel bir filme gittik festivalde, müzikal. 
Zevkine güvendiğim için film seçimini ona bırakmıştım. 
Müzikal sevdiğim için almış bunu ama o da sevdi.


Geçen sene film festivali yazılarımı okuyordu. 
Gidip gidip yazıyordum, o da okuyordu işte. 
Kim derdi ki bir sonraki festivale el ele gidecek, filmleri el ele izleyecek ve çıkışta da el ele yürüyecektik İstiklal'de. 
Tiyatroya konsere gittik daha önce ama ilk sinemamız bu. 
Huyumu yeni öğreniyor, filmden çıkınca konuşmama huyumu. 
Nasıl da hala tanışıyoruz... Tanışmak hiç biter mi bilmiyorum. 


12'de bitti film. 
Atlas'tan çıkıp AKM'ye varmamız 13 dakika sürdü, sessiz 13 dakika.
AKM'nin oradaki dolmakalem reklamına takıldı yine gözüm.
Devasa bir yan cephe reklamı. "Yazmak eylemdir" yazıyor. 
Aşk örgütlenmekse yazmak da eylemdir.
Taksiye binip eve gelmem 8 dakika sürdü, kahve yapmam 3 dakika.


Çalışmam gerekmese bir kadeh kırmızı şarap içerdim şimdi. Fransız filmiydi çünkü.
Biraz ağladım. Daha da ağlayasım vardı ama tuttum kendimi.
Ne gerek var... ne gerek var.




Müzikler: http://lylybye.blogspot.com/2011/08/music-les-biens-aimesthe-beloved.html