I.
28 yaşındayım. Nisan ayındayız. Doğu Karadeniz'deyim. Kendi kendime konuşuyorum. Güneşin batışını seyretme bahanesiyle evin önündeki bu küçük plaja geldim. Kumlar beyaz ve ince. Ayakkabımın içine giriyor hep. Bir taşın üstüne oturdum. Çok rahatsız bir oturma eylemi içindeyim. Dalgaların sesi iyi geliyor. Tek duyabildiğim dalgaların sesi iken dinleyebiliyorum kendimi. Gözlerimi, karşı kıyısı görünmeyen bir denizin karşı kıyısına dikmiş bakarak kendimi görebiliyorum. Ne gördüğümü görmek, ne de duyduğumu duymak istiyorum. Bir dengem, bir düzenim var benim. Ama hayır işte geliyor. Hindistan'dayım. Boyanmış süslenmiş bir sıra fil geçiyor önümden. Attıkları her adım yolu titretiyor. Yol titredikçe ben titriyorum. Güneş battı. Üstümdeki ince yağmurluk az geliyor, soğuktan titrediğimi fark ediyorum. Eve gideyim. - Ne o kız, neyin var asistan parçası?
- İyiyim hocam, bir şeyim yok.
"Bir şeyim yok" diyen bir kadına inanmayacak kadar büyük bir adama söylüyorum bunu. Bu durumda meali "konuşmak istemiyorum".
II.
Bir ay aradan sonra İstanbul'dayım. Otobüsün boğazdan geçtiğini fark etmiyorum bile. Fark etmediğimi fark edince kızıyorum kendime. Döndüğüm İstanbul bıraktığım İstanbul değil. İstanbul'un en son bir ay önce gördüğü kadın aynı kadın değil. Ne değişti? Can alıcı soru bu aslında. Ne değişti? Ne değişmiyor ki sürekli? Değişim can yakıcı olabiliyor. Üç ay önce Akdeniz sahilinde geldi bu aklıma. Fena halde eski halimi anımsayıp özlemiştim orada. Oysa aradaki mesafe iki sahil arasındakinden bile fazla. Geçmişe özlem duyarak yaşayamazsın. Zor yoldan öğrenilmiş bir bilgi bu. Ne uzun bir kumsal, dalgalar geniş geniş vuruyor kıyıya. Bir kış günü Antalya sahilinde yürüyorum. Topuklu ayakkabılarımın topuğu kuma batıp çıkıyor yürürken. Üstümde ince bir yağmurluk, ona uygun bir yağmur başlıyor inceden. Otele doğru yol alırken eğilip bir deniz kabuğu alıyor, çantama atıyorum. İnsan neden deniz kabuğu toplar ki? Kalıcılıkla ilgili bir şey olmalı.
III.
Neden soluğu sürekli Aşiyan'da aldığımı anladım. Aşiyan, Farsça ev, yuva demek. Bize kuş yuvası diye öğretmişlerdi. Sadece ev, yuva... Her seferinde evime geliyorum aslında. Bu özlemi başka ne açıklar ki zaten. Dile kolay, ev dediğinde yaşanmışlık olacak. O da var. Sevdiğim bir şairin mezarı başında sevdiğim bir oğlanı öpmüştüm. Sonra o şairin şiirlerini okudu durdu. Bir bestekarın mezarı başında ağladım mesela. Bir başka şair ise hep güldürüyor beni, onun mezarı başında istesem de ağlayamam. Bulutsuz, güneşli gün gibi bir adam; sanki gıdıklıyor insanı domuz.
IV.
Aşiyan'ın girişinde solda Yahya Kemal yatıyor. "Gece, Leyla'yı ayın on dördü,/ koyda tenha yıkanırken gördü" diye başlıyor bir şiiri. Leyla Arapça karanlık gece demek zaten. Ayın on dördü ise Hicri takvime göre dolunay. Bu yüzden "ayın on dördü gibi güzel" denir insana. Kulağımda Chopin'in nocturne'leri çalıyor sürekli. Nocturne, geceye ait müzik anlamında. Bunu da fark edince tablo bütünleniyor sanki. Dev bir puzzle'ın son parçasını koyar gibi hissediyorum, iki saniye sonra yeniden dağılacağını bilerek. Leyla ayın on dördü gibi güzel. Ay ışığı ile gündüz gibi aydınlık Aşiyan. Şair etiyle beslenen ağaçların yaprakları gölgeliyor yalnız ay ışığını. Ay ışığı ve yaprakların gölge oyunu siyah beyaz tuşlarını andırıyor piyanonun. Piyanodan nocturne'ler yükselip karışıyor geceye. Leyla, ismiyle müsemma, geceye karışıyor.
V.
Mayıs ayındayız. Hala 28 yaşındayım. İstanbul'da vakit gece. Günler serin geçiyor, geceler soğuk. Bir yüzükle bakışıyorum günlerdir, bir alyans. Bana bakıyor. Ben de ona bakıyorum. "Düşünmem gerek, bana zaman ver" diyen kadınlar yalnız filmlerde olur sanırdım, "ne müşkülpesent karılar" diye geçirirdim içimden. Oluyormuş. Olmayacak. Bu olmayacak. Ne oldu? Ne değişti? Neydi eksik olan? Ne bitti? Neden bitti? Nasıl oldu bu? Gerçekten bilmiyor muyum yoksa yazmak öyle iyi geldi ki artık konuşamıyor, anlatamıyor muyum gerçekten? İçimden parça kopan anları yavaş yavaş anımsıyorum. Bu bana çaktırmadan kopup giden parçaların gizli bir saklanma yeri olabilir. Orada buluşup biraraya gelmiş gibiler. Örgütlenmiş ve en nihayet eyleme geçmişler... Bana haber vermeden, son anda söyleyerek. Uzak bir coğrafyaya göndermişler beni. Bir sahile sürüklemiş, bir taşın üstüne oturtmuşlar. Sonra dalgaların şahsında anlatmışlar mevzuu. Ben o kadar iyi anlatamıyorum.
VI.
Bir kutum var. Ne zamandır var bilmiyorum. Benim için önemli olan ve elbette bir kutuya sığabilecek şeyleri içine atıyorum. Fotoğraf, bilet, not, mektup, takı, çiçek, deniz yıldızı ve hatta fiş. Ne zamandır açmıyordum, ortalık yerde durduğu halde aklıma bile gelmiyordu içini açmak. Pandora değil halbuki, alt tarafı masum beyaz bir çikolata kutusu. Fotoğraf, mektup ve not yığınını karıştırıyorum biraz. Baktıklarımı sehpanın üzerine özenle, bir bir koyuyorum. Beni gülümsetmeyen bir şey yok gibi. İşittiğim ithamlar geliyor bir bir aklıma. Oysa buruk muruk da olsa gülümsüyorum işte. Kutunun altında kuruyup parçalanmış birkaç gül ile birlikte daldan yapılmış bir yüzük ve iğnesi kırılmış bir halka küpe duruyor. Onları görünce gündüz gözüyle düşlere dalıyorum yine.
Bunca zaman geriden gelirse insan... kırkında dostoyevski okumuş taze okura döner. Neyse, yüzüğü denize atmaya kıyamayıp gidip kuyumcuda bozduran sonra da o para ile bir güzel rakı içen BEN (gibi) olmaktansa, kutuya kaldırmak iyidir.
YanıtlaSilYüzüğün akıbetini bilemem, bana düşen onu sahibine geri vermek çünkü sahibi ben değilim... ama sahibi de bozdurup parasıyla rakı içmeyi yeğleyebilecek bir beyefendidir.
Silİstediğiniz kadar geriden gelin, gördüğünüz gibi aynı tas aynı hamam bende. Sözcüklere sığınıyorum.