25 Eylül 2013 Çarşamba

Batumi, eh Batumi!



Hafta sonu Batum'a gittik. Çok önceden planlanmış bir seyahat olmamasına karşın daha yola çıkarken ikimizin de hasta olacağını öngöremezdik. Bu da yetmezmiş gibi kaldığımız üç gün boyunca hava çoğu zaman kapalı ve yağmurluydu. Aslında üç gün Batum'u gezip görmek için ideal bir süre. Tabi hasta ve halsiz değilsen, tüm gün yağmur yağmıyorsa ve gidiş dönüş yarımşardan tam bir gününü Batum ile Hopa arasında zikzak çizerek harcamak zorunda kalmıyorsan! 

Kısaca açıklayayım: Batum'a gitmek için Hopa'ya ve Batum'a bilet alınabiliyor. Hopa iç hatlar olduğundan daha ucuz, Batum ise dış hatlar olduğundan pahalı. Yine de aynı aynı uçağa biniyor ve Batum Havaalanı'nda iniyorsunuz. Eğer paraya kıyıp Batum bileti almışsanız pasaport kontrolünden geçip ülkeye tıpış tıpış giriyorsunuz. Yok kıyamayıp Hopa bileti almışsanız Batum Havaalanı'ndaki Hopa Lounge'a tıkıştırılıp Havaş tarafından paketlenerek Hopa'ya götürülüyor, oradan dolmuşla Sarp sınır kapısına tekrar dönüp Batum'a resmen giriş yapıyorsunuz. Yürüyerek ve elbette vizesiz. Bütün bu sürecin en tatlı yanı hazır gitmişken Hopa'da içilen çay gibi çay -ki her şeye değiyor.

Bu bir gezi yazısı değil, hayır. Olmasını isteseydim de yazabilecek kadar gezme fırsatımız olmadı. Bu benim Doğu Karadeniz'e ilan-ı aşk ettiğim o yazılardan bir tanesi sadece. Uçak seyahatini hızlı bir Karadeniz turu gibi düşünmesem ve ara ara uyuklamasam o 1 saat 40 dakika nasıl geçerdi bilmiyorum. Batum'dan Sarp'a giderken solumuzda dik yamaçları kaplamış yeşili, sağımızda ışıl ışıl Karadeniz'i ve dağların başını tutmuş, hem de yamaçlarından süzülen bembeyaz sisi görünce ruhum ferahladı. Hopa'da çaylarımızı yudumlarken içimden "boş ver Batum'u, Artvin'le hasret gidersem" diye geçirmedim değil. Bu su koyvermeci düşüncemi hemen paylaştım ama Batum bizi beklerdi. Doğu Karadeniz ileri bir tarihe ertelendi. 




Yolda aklıma geldi: Beni Doğu Karadeniz'e bunca çeken şey ne? Olsa olsa kan çekebilir bu kadar diyorum ama soruyorum soruyorum, ailenin Karadeniz'le bir ilgisi yok. O zaman düşünüyorum, genetik değil yaşanmışlıkla bağlıyım ben bu coğrafyaya. Aşkla özdeşleştiriyorum. Burada aşık olduğum için değil yalnız. Dalgaları... Bu denizin gücü, yıkıcılığı, deli deliliği, engel tanımazlığı aşkı çağrıştırıyor bana; içimdeki hayatı anımsatıyor. Diğer yandan yeşil tepelerini mesken tutmuş siste bir huzur, bir dinginlik var. Dalgalar ne kadar deliyse sis o kadar sakin. Bir bütünün iki yarısı gibi Karadeniz. Tamamlanmış bir bütün. Ve biz ikisinin tam arasında, sahil boyunca yürüyen insanlarız işte... 

Doğu Karadeniz'i kapalı, hafif yağmurlu ve bol sisli sevdiğim doğrudur fakat daha iyi bir zamanlama olabilirdi. Öte yandan kalmak için daha iyi bir mekan seçimi yapamazdık. Piazza Meydanı'nda bulunan Piazza Inn, Batum'da kalınabilecek en ucuz yer değil fakat en keyifli yer olduğundan şüphemiz yok. Zira hemen altında The Quiet Woman Pub adında bir Irish Pub bulunuyor. Eh, aynı pub'ın müdavimleri olmaları sayesinde tanışmış iki insanın ilk yurt dışı tatillerinde vakitlerinin çoğunu pub'da geçirmeleri de pek şaşırtıcı olmasa gerek!




Oteli güzel kılan tek şey pub değildi elbette. Piazza Meydanı 2009 yılında hem yerli halk hem de yabancı turist için bir cazibe merkezi olması amacıyla tasarlanmış. Piazza Management tarafından idare edilen kompleks farklı bileşenlerden oluşuyor (restoran, pub, cafe, otel) ve bizi cezbetmeyi kesinlikle başardı. Bir Avrupa seyahatinin direğinden döndüğümüz için meydanın Avrupa'yı andırmasının beni biraz da teselli ettiğini söyleyerek hainlik etmeyi göze alacağım. 

Aslında Batum bugüne kadar gördüğüm en düzgün planlanmış Karadeniz kenti. Sahil boyunca yürüme yolunun yanı sıra bisiklet yolu var ve otomatlardan kolayca bisiklet kiralayabiliyorsunuz. Yolların hemen tamamı Arnavut kaldırım, her ne hikmetse asfalt ya da beton boca edilmemiş. Ustalıkla korunmuş eski yapıların dış cepheleri, sıradan evlerin ferforjeli balkonları, o balkonlarda konumlanmış yaşlı kadınlar ve asılı çamaşırlar bile insanın gözünü okşuyor. Birçok ev, sokağa büyük bir bahçe kapısı ile açılan avluları paylaşıyor. Akşam vakti bile sokakta oynayan çocukların o kapılardan fıldır fıldır geçmesi sayesinde o evlerin yosun kaplı dış merdivenlerini görebiliyorsunuz. 




Normal şartlar altında üç günde didik didik gezilebilecek Batum'u mevcut şartlar nedeniyle tamamen göremeden ayrıldık. Misal, dünyanın en ünlü botanik bahçelerinden bir tanesi burada. Yüzölçümünün  %7'si koruma altında olan bir ülkeden bahsediyoruz. Milli park olayı ilk defa ilgimi çekiyor. Sonra, dans eden fışkiyeler var ama biz sadece doğu tarafındaki ufak versiyonu görebildik. Çalan müzikle birlikte yükselip alçalan suyun bu denli etkileyici bir şey olabileceğini tahmin etmezdim. 




Etkileyici demişken, Batum limanının orada Aşk Heykeli var. Heykeltıraş Tamara Kvesitadze tarafından yapılan heykel Azeri genç Ali ile Gürcü kız Nino'nun aşkını anlatıyor. İki metal heykel 10 dakikada bir açı değiştirerek iç içe geçiyor. Yazık ki bu etkileyici heykeli gördüğümüzde aklımıza ilk gelen, Türkiye'de olsa "ucube" olarak adlandırılıp "böyle sanatın içine tükürüleceği". Heykelin hemen yanı başındaki Ferris Wheel'e binerek kenti 55 metre yükseklikten görmek ya da yükseklik korkunuz olup olmadığını keşfetmek mümkün. Ferris'in hemen batısında bir de Alfabe Kulesi bulunuyor. İsmi kulağa garip gelen 130 metre yüksekliğindeki kule henüz geçen sene (2012) yapılmış. Kökeni 5. yüzyıla kadar uzanan ve yaşayan 12 alfabeden biri olan Gürcü alfabesine ithafen tasarlanıp inşa edilmiş. 




Batum'da İngilizceden ziyade Türkçe iletişim kurmak daha olası ve kolay. Her ne kadar şehircilik bakımından fersah fersah ileri olsa da Türkiye'den fazla uzakta olmadığınızı sürekli hatırlıyorsunuz. Lüks otellerin kumarhaneleri ve seks işçisi kadınların vitrini durumundaki club'ların müşterilerinin çoğu Türk. Kesin bilgi. 

Yeni yerlerle ilgili favori başlığım yemeğe gelecek olursak... Piazza'da Gürcü mutfağına ait lezzetler bulmak mümkün, hatta bunlara Mimino'da şık sunumlar eşlik ediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, her öğünü Piazza'ya yalnızca 5 dakika yürüme mesafesinde olan Shemoikhede'de yemek daha makul. Fiyatlar daha düşük ve lezzeti daha iyi. Yalnızca harçodan yola çıkarak bile bunu söyleyebilirim. Harço bir Gürcü çorbası. Shemoikhede'de başka herhangi bir şey sipariş etmeden önce çorbanın endamını görmekte fayda var. Koca bir tas içinde gelen inanılmaz doyurucu bir çorbadan bahsediyoruz. Tipine bakınca "karalahana çorbası bu" deyip geçilebilir ama içinde bir sürü farklı yeşil yaprak, pirinç, kafam kadar dana kuşbaşı parçaları ve bolca baharat var. Hasta gittiğimiz Batum'da bizi biraz olsun kendimize getiren şey bu çorba oldu. Acısı accıcık kulaklarımızdan çıkmış olsa da kesinlikle lezzeti bastıran türden bir acılık yoktu. Piazza'daki Mimino'da sunulan harçonun ise -sanıyorum turistleri kaçırmamak adına acısı önemli miktarda azaltılmıştı. 


Shemoikhede

Hinkali namlı dev mantı ve yalnız ama çokça peynirle yapılan haçopurinin detayına girmeyeceğim. Öte yandan güveçte şaşlık kebabı yenesi. O da harço gibi tek başına bir öğün gücünde. Domuz eti daha yağlı olduğundan danaya kıyasla daha çok yakışıyor. Kaldı ki yalnız bir kaç kuru soğan halkası ile birlikte sunulduğundan etin kuru olması kolay çekilir bir şey değil. Tarhunlu veya armutlu natakhtari (gazoz) bile ağızda bıraktığı kuruluğu gidermeyecektir.




İnternetten bakıp burnumuzun dibindeki Shemoikhede'ye alternatif olsun diye şehrin biraz dışında kalan Megrul Lazuri'ye de gittik. Orada içtiğimiz ev şarabını bir yana koyacak olursak gitmesek de olurmuş. İç bahçesi olan, iki katlı, oldukça geniş bir mekan. Bahçesi güzel havalarda eminim çok keyifli oluyordur ama o orta yaşlı suratsız kadın çalışan, insanın içindeki yemek yeme ve dâhi yaşama sevgisini şak diye dibe çekiyor. İkimizde de ilk 5 dakika içinde mekanı hızla terk ederek oradan uzaklaşma isteği uyandırmayı başardı. Yalnız hakkını teslim edeyim, Megrul Lazuri'de yediğimiz ceviz soslu patlıcan Shemoikhede'kinden iyiydi. Bizdeki patlıcan sevgisi bir yana, bir dahaki sefer -bahar veya yaz ayı bile olsa- Megrul Lazuri'ye gitmezsek hiç üzülmem. İki güler yüz görmedikten sonra şarabı da, patlıcanı da eksik olsun. 

Hastalıkta yağmurda bir hafta  sonu boyu beraber olduğumuz Batum seyahatinden aklımda ne kaldı... Batum kusura bakmasın ama Sarp'ın bu tarafında, Hopa'da içtiğimiz çay kaldı. Batum sahilinde Karadeniz'le buluşmamız (paçalarımı sıyırmama rağmen dalgalara yakalanıp ıslanışım), sahil boyunca sakin ve telaşsız adımlarla yürümemiz, kulağımızdan duman çıkaran harço ve The Quiet Woman Pub'da geçirdiğimiz keyifli saatler. Mimino'da yemek yerken bir anda elimden tutup beni götürmeye çalışan sarı kıvırcık saçlı küçük Rus oğlanı da unutmayacağım sanırım. Babası çocuğu masalarına götürdükten sonra annesinin elini bağrına koyarak "senin annen benim" demesi baya komikti. Sen gene annesi ol, iki oynasak kime zararımız dokunacaktı ki sanki. 

Bütün bir Pazar günü yağmur yağdı. Kalkıp da ufacık odadaki yarı aralık pencereden dışarı bakmaya bile halimiz yoktu. Yağmurun çatılara vuran sesinden anladık yağdığını. Yağmurlu bir Pazar günü boyunca yan yana hasta yattık. Sırayla öksürüp burnumuzu çektik. Huysuz, suratsız ve çekilmez haldeydik. Asıl, paylaştığımız o hastalık uykusunu, o hastalık uykusunu paylaşmamızı unutmayacağım.



17 Eylül 2013 Salı

Onlar Gözlerinin İçi Gülenlerin Düşmanıdır Sevgilim

Ne zamandır yazacağım, yazamıyorum. Malum, vatanımız cinnet. Direniş veya savaş dışında bir şey hakkında yazma ihtimalim insanlığımı sızlatıyor. Okumakla yetiniyor, kalemi kenara koyuyorum ben de. 

Fakat Eylül çözer beni, satırlarıma ayırır. 

Takip ettiğim blogların birinden cesaret aldım biraz da. "Öfke ile değil aşkla diren" diyor kadın. Güzel diyor. Neden sonra fark ediyorum, nicedir yazamayışımın öfkeden ve aşktan olduğunu. 

Haziran'dan bu yana içimizde yeşeren umut her cinayetle yerini biraz daha öfkeye bıraktı. Öfkelenmemek gerektiğine inanmıyorum. "Tadımız kaçmasın" diye sürekli dayak yiyen kadının sükunetiyle gelmedik mi bugünlere? Fiziksel şiddete evrilmedikçe öfke iyidir. 10 Eylül'den bu yana Taksim ve Kadıköy'de görülen provokasyon memurlarının yapmaya çalıştığı da bu kanımca. Barışçılığıyla fark yaratan bir direnişi kendi şiddetlerine bulayarak meşruiyetini yok etmek, kullandıkları gücün aslında orantılı olduğunu göstermek istiyorlar. Talimat verenlerin ve talimattan fazlasını uygulayanların her cinayeti içimizdeki öfkeyi yükseltiyor. Şiddete gelince... aklıma Sansaryan geliyor. Anamın babamın göğsüne tekme atan işkenceci karşıma geçse ne yaparım diye düşünürdüm. Gözlerinin içi gülen bir çocuğun ölüm haberini her alışımda içimde benzer hisler uyanıyor. 

Ben buraya, en başından beri, hissettiklerimi yazıyorum. Dosdoğru yazmaya, yazarken kendime yalan söylememeye çalışıyorum. Öyle ki bazen yazarken ortaya çıkıyor yalan söylediğim. Aslında kendimi okuyorum yazarken. Belki de bu yüzden yazıyorum. 

İçinde bulunduğumuz hal ve şerait ve dahi içinde bulunduğum halet-i ruhiye içinde hissettiklerimi dosdoğru yazmam mümkün değil. Öfkeliyim ve bu öfkeye direnecek kadar güçlü değilim. 

Bir de aşk var. Can Yücel "benim halim memleketin hali" der ve kabızlığını anlatır Vaziyet-i Umumi şiirinde. Benim halim ise tam tersi. Olsa olsa Haziran başındaki hali olur memleketin. Umut var zira. Nisan'da açan fındık yaprakları gibi içim. Anlatması zor. Anlatmayı, yazmayı becerememekten korktuğum için de yazmıyordum. Oysa beklemeyi, ayrılığı, acıyı sayfalarca anlattım ben. Çok sevdim, yine anlattım. Ne hissettiysem dosdoğru yazdım. En son da yılan hikayemi anlattım. Her hikayenin bir sonu varmış. Yılan hikayelerinin bile. Hikayesi biten bir kadın kahraman gibiydim: Şimdi ne olacak? Yalnız bir hikaye içinde hayat bulan bir kadın kahraman gibi yersiz yurtsuz kaldım. Son sayfadan sonra ne olur, Leylâ ne yapar? Hiç ummadığım, aklımın ucundan bile geçmeyen bir şey yaptım. Aşık oldum. Gözlerimin içi gülmekle kalmıyor, parlak yıldızlar ışıldıyor şimdi gözlerimin içinde. Aşkla direnmenin ne demek olduğunu daha iyi anlıyorum şimdi.