22 Şubat 2014 Cumartesi

Koku

Nefes. Hepsi, her şey bir nefesle başlamıyor mu? Ama artık alamıyorum işte. Dayanamıyorum. Boğuluyorum. Kokuyor. Çok, çok kötü kokuyor. Midem bulanıyor.

Kalkıp televizyonu açıyorum. Bütün kanallarda aynı suret. Başka ülkelerin kanallarını arıyorum, bir surat görebilmek için. Benzer bir renk, bir doku var onlarda da. Başka türlü ama. Bir ince işçilik ürünü sanki yüzleri. İkiyüzlü, sinsi, tekinsiz. Burada bir yüz bile göremiyorum, yok. İnsana, hayvana, ağaca, yaşayan her şeye ve herkese duydukları nefret, kustukları öfke kokuyor. Hiç sevmemiş, hiç sevişmemiş gibi bakıyorlar insanın yüzüne. Çocuklarının yüzüne bir daha hiç bakmak zorunda kalmayacakmış gibi davranıyorlar.

Kesif, yükü ağır bir koku bu. Yanık insan eti kokuyor. “Tahrik vardı” diyor biri, yüzünü göremiyorum ama yanan yağın kokusunu da alıyorum bu defa. Çıtırdıyor. Onlarca insanın eti ince bir çıtırtıyla yanarak kararıyor. Sabah uyanıp yıkadıkları yüzleri, taradıkları saçları, güneşe bakarken kısılan gözleri, hepsi.

“Su testisi”… “Su yolu”… Yüzlerini göremediğim sesler karışıyor birbirine, koku ağırlaşıyor. Çok gürültü var, her cümleyi seçmek zor ama hepsinde “Allah” geçiyor, duyuyorum. Yalnızca adını duyuyorum zaten. Burada öyle biri yok. Bu adı kullanarak havayı ağırlaştıran, nefes almamızı istemeyen adamlar var yalnızca.

Dört duvardan ibaret bir hücre. Sidik ve kusmuk kokuyor. Kurumuş, tekrar işenmiş, tekrar kusulmuş. Kurumuş, ve tekrar. Canı yanan, bilerek canı yakılan insanların çığlıkları yırtıyor havayı. Binanın üzerinden uçan kuşlar irkilip bakıyor aşağı ama yan apartmanda oturan kimse duymuyor, yarışma programı var televizyonda. “İşkence yok” diyor biri çıkıp. Elindeki kan lekesini silmeye tenezzül bile etmeden.

Nefes alamıyorum. Dışarı çıkmam lazım. Bu eteğimi çok seviyorum ama giyemem, rahat bırakmazlar. Rahat değilim, bırakmıyorlar. Pantolon giysem ne fayda. Malıyım, mülküyüm hepsinin. Bana ne yapmak istiyorlarsa öyle bakmak, hatta söylemek hakları. Başıma gelecek her şeyi hak ettim çünkü ben. O meydana çıkmak demek ölmeyi göze almak demek. Madem ki başına gelebilecekleri biliyordun, ölmen gayet makul. Daha hızlı yürümeliyim, peşime takıldı işte. Bağırma bari. Peki ben neden utanıyorum senin yaptığından? Önünden hızla geçtiğim reklam panosunda da aynı nefret dolu suret, öfke ve ölüm saçarak gülümsüyor yine. Peşimdeki adama beni gösteriyor parmağıyla, “hakkın o senin” diyor, “sen istedikten sonra her karı helal sana”.

Dört yaş, altı yaş, on, on üç, on dokuz, yirmi yedi. Meni kokusu bu, meni. Her yaştan kız çocuğunun üzerinde var bu koku. Daha dört yaşındayken attırmış üzerine, kurumuş. Altıda yine. On, on üç, on dokuz, otuz. Kalın, pis bir meni tabakası bu. Kokmaz sanırsın ama kokuyor. Dört yaşında ulan, dört. Yüzün nerede? Kokuyor tabi, ne sandın. Altı yaşındaki çocuğun daha çıkmamış memelerini avuçlarken içine çektiğin o koku var ya, işte o korkunun kokusu. Otuz yaşına geldiğinde tek istediği sokakta özgürce yürüyebilmek olan kadının öfkesinin kokusu. Madem ki bir kadınsın bu ülkede, göze almış olmalısın bunları. Standart prosedür. Bu topraklar üzerinde yaşayan ne kadar erkek varsa, malısın hepsinin. İsterse hepsi üzerinden geçebilir. İlk adetini bile olmadan üzerinde kurumuş onca meni. Yapışmıyor bile artık, kurumuş, kat kat katılaşmış. Allah korkusu olan namuslu erkeklerin şerefli menisi temizdir, bizim adet kanımız pis. Ama bu leş gibi koku bizden gelmiyor.

Peşimi bıraktı nihayet. Dönüp öldürebilirdim onu. Onun adına utanmasaydım, arkamı döndüğümde yüzü olmayan bir baş görme fikri irkiltmeseydi beni. Bu ülkede yaşadığım otuz yılın acısını tek bir adamı öldüresiye döverek çıkarabilseydim… ne geçerdi elime, ne farkım kalırdı ondan? Özgürce sevmenin yasak olduğu hayatının acısını çıkarmıyor mu o da benden? Ne çok acı varmış, çık çık bitmedi. Canımız çıktı şurada yaşamaktan ama yaşadığımız hayatın acısı çıkmadı bir türlü. En azından dönüp sorabilseydim, hesap sorabilseydim. Ne istediniz ulan, ne istediniz? Bir bitmediniz ulan, yetmedi mi? Ne siz erkeklikten bir bok anladınız, ne de bize kadınlığımızı yaşattınız. Aydınınızla ayrı uğraşıyoruz, lümpeninizle ayrı.

“Tahrik” ne garip değil mi tacizci kardeşim? İnsan yakıyorlar, senin benim gibi insan, kanlı canlı, nefes alan. Çıtır çıtır yanıyor insanlar. “Tahrik vardı” diyor bir ses. Daha 25’ine bile varmamış gencecik çocukları dövüyorlar, vuruyorlar, ateşe atıyorlar sokak ortasında çünkü “tahrik” ettiler katillerini. Sana silah çeken adama sen neden taş atıyorsun ki değil mi katil abim? Sonuçta baş baba bahşetmiş sana bu yetkiyi. Sakince arkanı dön ve eğil. E tabi şimdi ben sana dönüp bir tane geçirsem, “tahrik” etti dersin benim için, biliyorum. Otuz yıllık can sıkıcı bir tahrik hikâyesini kimse dinlemek istemez sonuçta. Komiser beye kıçımın kıvrımlarından bahset, yürürken göğsümün nasıl sallandığından. İnan bana anlayacak, hak verecektir sana. Birlikte fotoğraf da çekinirsiniz sonra. Anı olur.

Bir dükkânın önünden geçiyorum. Yüzü olmayan bir başka ses yükseliyor içeriden. Ses televizyondan geliyor. Parası yokmuş, bir trilyonu varmış yalnız. Cebimi yokluyorum, iki lira çıkıyor. Bir de akbil. Gece gündüz çeviri yapıyorum, sayfası 8 liradan. Bir çocuk parkının önünden geçiyorum. Tahterevallinin bir tarafında emeğim, diğer tarafında gelirim. Ben nasıl para kazanılır bilmiyorum. İnsanlık onurumun değerini öğrendim yalnız. Karın doyurmuyor, ilaç almıyor, taksiye binmiyor insanlık onuru ama rahat bir uyku çekiyor geceleri. 

Çekemiyorsa da kara kara düşünmekten: Nasıl para kazanılır bu işten? Elime geçen üç kuruşla ne üst baş alıyorum, ne ıvır zıvır. Mutfak masraflarını çıkarınca geri kalan iki kuruşu kenara ayırıyorum. Bir hayalim var çünkü. Gitmek istiyorum. Gidip birazcık nefes almak istiyorum. Tek istediğim bu. Sokaklarında özgürce yürüyebileceğim bir yere gitmek istiyorum be, tek bu. Recmeden bakışlara maruz kalmadan sevgilimi sokak ortasında öpmek istiyorum be. Tecavüz helal de sevmek günah mı?

Bir trilyon. Kimse tınmıyor duyunca. Yüzlerde hiç kıpırtı yok. Ya kimse çok çalışmıyor ya da herkes çok iyi kazanıyor. Ya da ağızlarından nefes alıyorlar. Burunlarında naylon mandallar var çünkü, almıyorlar kokuyu. Başka açıklaması yok bunun. Ama öldü çocuk, sırtında çuvalla taşıdı adam. Baklava çaldı çocuklar, hapse girdiler. Baklava kaç para? Bir trilyon kaç para? Sahi kaç para eder bir trilyon? Hiç düşünmedim, istesem de düşünemem ki. Aklım o kadar sıfır almıyor. İstemezdim o kadar param olsun. Ne yapar ki insan o kadar parayı, ne işe yarar? Hayatımda hiç trilyon görmedim. Milyar da bir iki kere görmüşümdür herhalde. Ama adım gibi eminim o trilyonun pis koktuğuna. Bir ergenin beden dersinde giydiği spor ayakkabıları koysan o ayakkabı kutularına öyle pis kokmaz. O trilyonun sahibi çok mu çalışmış o parayı kazanmak için? Gecesini gündüzüne mi katmış, kılı kırk mı yarmış, emek mi vermiş, ne yapmış? Çıkarın şu mandalları be, burnunuzu tıkayınca koku bir yere gitmiyor.

Gitmiyor işte bak. Taciz, tecavüz, işkence, cinayet, baskı, zulüm, sansür, biber gazı, pişkinlik, yüzsüzlük, namussuzluk, onursuzluk, ikiyüzlülük, yalancılık, yolsuzluk, sömürü, hakaret, aşağılama, nefret, kin, ayrımcılık, sürgünler, kırımlar, tehcirler, katliamlar, bombalanan köyler kafileler, yaşından çok mermiyle vurulan, küçük bedeni bin parçaya bölünen çocuklar, yanmış insan eti, çocukluğuna kast edilmiş kadınların korkusu, öfkesi, tiksintisi, kurumuş meni, üç çocuk, üç çocuk işçi, üç asker, okulsuzluk, kitapsızlık, hastanesizlik, ilaçsızlık, lütuf gibi sunulan sadaka gibi verilen haklar, gırla haksızlık, eşitsizlik, düşünce suçu, ifade suçu, halkı hayattan soğutma suçu, kesik ağaç, yanan orman, hemen ardından gelen harç, beton, demir, sonra daha çok beton, daha çok demir, daha çok para, daha çok, daha çok, daha çok.


Koku ağırlaştıkça dayanmak güçleşiyor. Nefes alamıyorum. Aldığım son nefesle tükürecek bir yüz arasam, tek bir yüz bile yok karşımda. Oysa ben sadece nefes almak istemiştim.  



13 Şubat 2014 Perşembe

5 Şubat 2014 Çarşamba

Abilere Veda

İlkin, iyi ki daha çok tanımamış, daha çok sevmemişim diye geçti içimden. Çocukça bir düşünce elbette. Madem bu kadar az tanıdığım halde canım bu denli yanıyor, keşke daha iyi tanısaymışım diyeceğim geliyor. Onu da diyemiyorum. Ölümün olduğu yerde "keşke"lemeye dilim varmıyor. 

Pub'ın müdavimleri arasında onu en az tanıyan, onunla en az sohbet etmiş olan bendim herhalde. Onu bu kadar az tanımış olmak hakkında yazma hakkımı elimden alır mı bilmem, ama üzüntümü bir yere dökmezsem daha çok acıyacak. Herkesin "abi"si, gerçek bir Çarşılıydı. Bugünkü restoran, meyhane ve barların yerinde insanların yaşadığı evler varken Çarşı'da doğmuştu ve burada geçmişti hayatı. En az yetmiş yaşındaydı sanırım. Kot pantolon üzerine kot ceketle duruyor hep aklımda. Ne giyerse giysin yakasına Beşiktaş rozetini iliştirirdi. Tam bir Çarşı delikanlısıydı. Pek güleç bir adam sayılmazdı. Belki bu aksi görüntüsü yüzünden de beni sevmesini istemiştim içten içe, dedeme benzetiyordum sert duruşunu. Yazın dışarıda masadan masaya sohbet ederken Beşiktaş hakkında bir iki şey bildiğimi fark etmişti de gözüne girmiştim o an için. Okumayı sökmüşüm de yakama kırmızı kurdele takmışlar gibi sevinmiştim o "aferin kız" deyince. Belki de dememiş, yalnızca der gibi bakmıştı. Olsun, dünyalar benim olmuştu işte. Ayan beyan, eski toprağın has adamlarındandı. Roman gibi hikayesi olan derya gibi bir adam. Son aylarda göz tansiyonu arttığı için içeride oturup başını ellerinin arasına alıyordu. Göz tansiyonunu da, kanserini de öğrendiğim gibi unutmuştum, işime gelmemişti aklımda tutmak, yeri yurdu yoktu bu bilginin bende. O başını ellerinin arasına alınca dertten değil sarhoşluktan olsun istiyordum. Böyle adamlar hiç dert çekmesin istiyordum ama işte... Güzel adamlar ölünce güzellik de onlarla birlikte ölüyor biraz biraz. İçmeden evvel kadehleri masaya vurmak gerek artık.