27 Ağustos 2014 Çarşamba

gidesi


son birkaç gündür geldiler yine. gidesim var. fena halde gidesim var. dünya haritasını açıp bakıyorum. uçak biletlerine bakıyorum. 
şu makale çevirisi ve kitap bölümü çevirisinden gelecek parayla televizyon alacağım. evdeki tüplü televizyon beni bırakalı baya oluyor. televizyon izleyeceğimden değil ama film izlemeye ihtiyacım var.
öte yandan... hiç yeni televizyon alasım falan yok. o parayla yakın da olsa bir yerlere gidilir. balkanlara belki, belki yine batum'a ne bileyim. 
sonra altı ay içinde alabileceğimi umduğum yeni oturma grubu. evet, 90'lardan kalan evladiyelik (evlat ben oluyorum) koltuk ve kanepeler biraz haşat halde, gözüme batıyorlar. ama ne var, derin çizikler içindeki parke de gözüme batıyor ama yaşayabiliyorum.
bugün vasat kalitede bir oturma grubuna sayacağım parayla -bir yıl sonrası için de olsa- kısa bir hindistan veya nepal gezisi ayarlayabilirim. tamam, üzerine biraz daha koymam gerekebilir ve uzun vadeli bir seyahat planı yapmam gerekir ve yine de kısa tutmam gerekir ama bunlar pek önemli görünmüyor. 
aslında yarın sabah uyandığımda yüzümü yıkadıktan sonra kahvaltı bile etmeden küçük bir sırt çantası toplayıp öylece evden çıkıp gidesim var. ne bileyim, en azından otogara gidip, hep istediğim gibi o anda kendime bir yer seçip son anda otobüse atlayasım... giresun, artvin, antep, mardin... sanırım en çok doğu karadeniz beni kendime getirir. ya da beni kendime götürür, işte her neyse.
eşyaya para harcamak çok anlamsız. çok daha az eşyayla -muhtemelen daha da mutlu- yaşayabilirim ama bu sabitlik beni öldürüyor. 
oturma grubu versus seyahat. paranın akıbeti için ne hoş ikilem. yol parası bulup buluşturmak için evdeki eşyayı satıp savacak ışık var içimde var olmasına da bir tahtam hep fazla geliyor.  

Pokhara, Nepal 2011 (bizzat çektim)

19 Ağustos 2014 Salı

Serseri

Son zamanlarda adet edindim. Saatin gece yarısını çoktan geçip gittiği sıralarda gözüme eski bir film kestirip onu izliyorum internetten. Eski derken, 50 ve 60'lı yılların Yeşilçam filmleri. Neden? Boğuluyorum çünkü burada yaşamaktan. Filmleri izlemiyor, onlara kaçıyor, sığınıyorum. Biraz iyilik görmek için, mertlik görmek için izliyorum. Mesela Ahmet Tarık Tekçe izliyorum şifa niyetine. Gözlerim bayram etsin diye Orhan Günşiray'a dadanıyorum mesela. Biraz gülmek için Vahi Öz ve Mualla Sürer'e takılıyorum. Türkan Şoray'ın eksik kaldığım filmlerini izliyorum. 

Bugün suaremde 1964 yapımı Serseri vardı. Nasıl izlememişim daha önce, olacak iş değil. Safa Önal'ın yazdığı senaryo çok tanıdık. Balıkçı kulübesinde bir başına yaşayan ve yalnızlığına toz kondurmayan Kazım bir gece kapısının önünde kör bir kız bulur. Sonrası aşk. Aşk da... Kazım rolünde Sadri Alışık ve gözleri görmeyen Zeynep rolünde Sema Özcan var. Bir de tabi asla yamuk yapmayan mert arkadaş rollerinin vazgeçilmezi Süleyman Turan. Bu anlamda Tekçe'yi anımsatıyor bana. Kötülük durmuyor iki adamın üzerinde de, akıp gidiyor.

Sema Özcan ismi herkese ilk anda bir şey ifade etmeyebilir. "Fotoğraftaki kadın" Sema Özcan. Müşfik Kenter'in Sevmek Zamanı'nda aşık olduğu fotoğraftaki kadın. Bu filmde daha değil, daha bir yıl var Meral olmasına. Ne yalan söyleyeyim hiç sevememişimdir Meral'i. Halil gibi ben de hep fotoğrafta kalmasını isterdim. Sema Özcan'a da hiçbir zaman kanım ısınmadı, hiç güzel veya cazibeli bulmadım. Ne Zeki Müren'in ne Ayhan Işık'ın yanına yakıştırabildim. 

Fakat bu filmde... Kör olduğu halde eksik olmayan kuyruklu göz makyajı ve şekli asla bozulmayan, hep muntazaman taralı sarı saçlarına rağmen ilk defa bu filmde içimi ısıttı Sema Özcan. Güzel gibi değil de sıcak. Güzelden daha güzel yani. Ne mutlu ki yaşıyormuş hâlâ. Evlenince sinemayı bırakmış, göz önünden çekilmiş. 71 yaşında bir kadın şimdi. 

Gelelim Sadri Alışık'a. Daha geçen gün andım. Yalnızlar Rıhtımı'nı izlediğim için değil, durduk yere. Ah Müjgan Ah'taki "seni anlamayan, müjganlığının farkına varmayan o herif" repliğini düştü aklıma. Çok, çok ağır bir replik bu. Ancak Sadri Alışık'ın taşıyabileceği cinsten. Bu filmde de inanılmaz replikleri var. Hepsini buraya yazabilmek isterdim. Ama ne saçma. İzlemek varken. Fakat filmin daha başlarında ölüm üzerine sarf ettiği şu sözler, sonra "yoksa ben kötü bir adam mıyım" bölümü, odasındaki eşyalarla ve tuttuğu balıklarla konuşması, insanlara nefret kustuğu satırlar, Süleyman Turan'la konuşurken yalnızlığa yaptığı güzelleme ve Zeynep'e söylediği sevgi sözcükleri. "Çikolatalı parlak kağıtlar" gibi değil deniz kokulu. Sevgisini ilan ederken burnumun direği sızladı iyottan be. 



Tam tamına elli yıllık film. Sadri Alışık 39 yaşında. Süleyman Turan benden bir yaş küçük. Asuman Arsan'ı zor tanıdım. Aradan geçen elli yılda balıkçı-kulübesinin-önünde-kimsesiz-kör-bir-kız-bulup-ona-aşık-olan-yalnız-balıkçı senaryosu ziyadesiyle bayatlamış olabilir fakat Serseri öyle bir film ki olay örgüsünü zerre umursamıyor insan. Ağzını açsın da bir şey söylesin diye ağzının içine bakıyorsunuz Sadri Alışık'ın, Sema Özcan'ın sevgisinin ılıklığını duyabiliyorsunuz. 

Bu da yetmezmiş gibi Sadri Alışık alıyor eline udu musiki söylüyor alçak. İçim titredi resmen. Velhasılı kelam, bu filmden iki yıl sonra çevireceği ve tekrar tekrar izlemekten bıkmayacağım Ah Güzel İstanbul'u nasıl seviyorsam bu filmi de öyle sevdim. Paylaşmak istedim. İzleyiniz efendim.


14 Ağustos 2014 Perşembe

Öyle bir Yağsın ki

Buradan uzak bir yerde şarkılarını çok sevdiğim bir kadın şarkılar söyleyecekti. Çok sevdiğim, şarkılar söyleyen kadından çok daha fazla sevdiğim bir kadın şarkılardan fal tutturdu. Falımda bu şarkı çıktı:

http://youtu.be/UpwaLgZ8QV8

Şarkılardan fal tuttuğum sırada semtimizin en yakışıklısı, en centilmeni henüz ölmemişti. Dünya biraz daha hırt şimdi. 

11 Ağustos 2014 Pazartesi

"Seçim"

Merhaba.

Dert edindiğim bir konu var ve hakkında kısa bir not düşmek istiyorum. Fakat ondan önce belirtmem gereken bazı noktalar olduğunu düşünüyorum.

Meslek itibarıyla sosyoloğum ("sorsan müslümanım" seviyesinde dindarlık gibi bir şey). Her geçen gün kendimi daha az sosyolog gibi hissediyorum. Şüphesiz ki bir süredir mesleğimi yapmamamın bunda payı vardır. Zaten, herkesin kendinden menkul sosyolog, siyaset bilimci vb olduğu Türkiye'de sosyologluğumun bir kıymeti yok. "Tahsil"in ve "tahsilli olma"nın eski prestijini yitirdiği bir dönemde sosyolojinin esamisi okunsa şaşarım. Tartışılan konu hakkında okumanın, araştırmanın tartışmaya ne katabileceğini görmezden gelenlere "en iyi siz bilirsiniz" demekten başka bir şey yapmaya -esefle itiraf ediyorum ki enerjim yok. 

Dahası, on binlerce sayfadan, onlarca araştırmadan, pasif veya aktif parçası olunan onca akademik tartışmadan sonra kendimi affedersiniz tabula rasa gibi hissettiğim oluyor. Aldığım sosyoloji eğitiminden geriye, "söyle bakalım alican" diye sorulduğunda sıralayabileceğim türden bir bilgi birikimi kalmadı fakat senelerin süzgecinden süzülüp gelen ve yanıma kâr kalan bir sağduyudan bahsedebilirim. Keşke bunu sağduyudan daha iyi karşılayan bir sözcüğümüz olsaydı. Korkarım ki bir iddia barındıran her olguya içkin biraz kibir oluyor. Bazen "ben bunun okulunu okudum be kardeşim, bırak da senden biraz daha fazlasını bileyim" diye isyan edesiniz geliyor. Bizim mahallenin manavının dediği gibi "herkes kendi bildiği işi yapsın ablacım". 

Yok yok, beklentim o kadar yüksek değil. Kendim de, beşeri bilimlerin doğa bilimlerinden ayrılan doğası gereği, "doğru şudur, yanlış budur, tek şeritli sebep-sonuç haritası da budur" minvalinde bir lakırdı ederek beklentiyi karşılayamam zaten. Peki ne yapabilirim ben, ne gelir elimden? "Gene en iyisini siz bilin kardeşim ama belki ben de olayın farklı veçhelerine farklı bakış açıları getirebilirim"* diyebilirim.

Mesela bunca hengame içinde benim dert edinmek zorunda kaldığım konu oy kullanmayanların ağır stigmatizasyonu oldu. İktidarın muhalefeti değil, muhalefetin kendi kendisini damgalayıp çarmıha germesinden bahsediyorum. İktidarın dilinin muhalefetin diline başarıyla sızdığını ve kendini "muhalif" diye tanımlayanlar tarafından da iştahla benimsendiğini gözlemliyorum ve bu tüylerimi diken diken ediyor. Yazacaklarımın anafikir özeti budur. 

Kronolojik gideyim. Anımsayabildiğim kadarıyla son dönem sol muhalefetin bu kendi içinde cepheleşmesi 2010 referandumuyla başladı. AKP'nin bir demokrasi savunucusu olduğunu düşünen ve 12 Eylül ile hesaplaşacağı umudunu taşıyan yetmez-ama-evetçiler liboş, kör, naif, satılmış vb şeklinde stigmatize edildi. Yetmez-ama-evetçiler de boş durmayıp hayırcı dostlarını kemalistlik, faşistlik, statükoculuk vb ile suçladılar. 68'i 78'i omuz omuza yaşayan nice dost birbirini bir kalemde sildi, dostlukların üzeri çizildi, iletişim kanalları topyekun koptu (bu da dert edindiğim konuya dair).

Sonuçlarının 2010 kadar dramatik olmayacağını düşündüğüm 30 Mart 2014 yerel seçimi geldi çattı. Ana muhalefet partisinin çareyi cemaatte ve milliyetçi harekette aradığı bu seçimde, istese de istemese de chp'ye oy verenler vatanperver, hdp'ye oy verenler vatan haini ilan edildi. "Tatava" sözcüğü sözlüklerin tozlu sayfalarından çıkarılıp tekrar dolaşıma sokuldu ve matematik yerine politika yapmakla eş tutuldu. Tek adamdan kurtulmanın yakın vadede en hayati adım olduğuna inanan ve dolayısıyla istemeye istemeye ya da zamanla kendini istediğine inandırarak chp'ye oy veren sol kitle ile hdp'ye oy verecek olan kürt olmayan sol seçmen birbirine her fırsatta, her mecrada solculuk dersi verdi. Yakın tarihimizde sola ve "doğru" solculuğa dair bu denli yoğun ahkam kesildiğini hatırlamıyorum. Naçizane ben dahi, "vatan hainliği" söylemini benimsemememiz gerektiğini belirttiğim için hiç tanımadığım insanlar tarafından üç saniye içinde "vatan haini" ilan edildim, güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. 30 Mart sürecinde sol içindeki ipler daha da gerildi. Sonuç? Son derece yüksek bir katılım oranı sağlandı, seçim sonuçlarının adaletini seçmen kendi ellerine aldı ve tabiri caizse bir seferberlik yaşandı fakat maalesef trafolara kedi girdi. Sonuç, aptal yerine konularak, göz göre göre yaşanan bir yenilgiydi. 

Ve şimdi de cumhurbaşkanlığı seçimleri... 10 Ağustos 2014. Bahisler kapanmadan herkes aceleyle son bahislerini oynadı çünkü siyasetin tadı at yarışı gibi çıkar. Neyse ki bu defa "oy bölme" söz konusu değildi, yani ekmel bey'e veya demirtaş'a oy verenler birbirlerine vatanperverlik dersi veremeyecekti fakat tahlilin olmadığı yerde bize düşman lazım. Aranan düşman çok geçmeden bulundu: Oy kullanmayanlar, seçmenin %30'u, diğer bir deyişle 13 milyon kişi. Vatan hainliği ihalesi bu defa da bu kitleye kaldı. 11 Ağustos 2014 itibarıyla bizi bekleyen karanlık geleceğin sorumluluğu tamamen bu kitlenin omuzlarında. Kim bunlar? Tatilciler ve boykotçular olarak kabaca iki kategoriye ayırabiliriz.

Peki ama kim bu yeni Türkiye'nin yeni "vatan hainleri"? Henüz elimizde sağlıklı bir veri yok. "En iyisini bilen" geniş vizyonlu anti-Erdoğan seçmenin kendinden menkul verilerine göre oy kullanmayanların çoğu chp seçmeni. Bu elbette ihtimaller dahilinde. Bu ihtimalin geçerli olması durumunda, ilerleyen zamanlarda rejimden şikayet edecek olurlarsa kendilerine, seçimin ikinci tura kalmamasında payları olduğu kibarca hatırlatılabilir. Şu an için ise kendilerine beddua etmenin, galiz küfürler savurmanın hiçbir anlamı yok. Farklı analizler okumaya, bunları birbiriyle tartıştırmaya (ana akım medyada izin verilen tartışma programlarından bahsetmiyorum) ve bu verileri kendi aklımızdan süzerek bir analize varmaya, yani emek vermeye ve analitik düşünmeye üşendiğimiz için kolaya kaçarak bir düşman yaratmak ve tüm enerjimizle o düşmana saldırmak, her şeyi onun omuzlarına yıkıp kurtulmaya çalışmak bize bir şey kazandırmaz. Belki biraz vicdanımızı aklar, "vatani görevini" yerine getirenlerin bu "asil" davranışları ile gurur duymasını sağlar ama uzun vadede muhalefeti iyice bölüp etkisizleştirmekten başka bir işe yaramaz. 

Politika, iki tane yetersizin birbirine laf sokmasından fazlasıdır. İlkokul matematiğinden, bahis oynamaktan kesinlikle çok daha fazladır. En basitinden, bir yaşam tahayyülü ve o tahayyül doğrultusunda dünyayı değiştirmeye çalışmaktır. Emek ister. Hele ki emeğin yüceliğini esas alan bir yaşam tahayyülünüz varsa daha da çok emek ister. O yüzden üşenmeyip, kolaya kaçmayıp düşünmemiz gerekiyor. Haziran 2013 ile Ağustos 2014 arasında ne değişti? Buraya nasıl geldik? Sandığa gitmeyenler kim? Demografik özellikleri, sosyoekonomik statüleri, oy verme davranışları ve 10 Ağustos günü sandığa gitmeme saikleri nedir? Anlamadan yargılamanın çok eğlenceli olduğuna eminim ama anlayıp dinlemek, anlamlandırmaya çalışmak da pek sıkıcı sayılmaz. 

Dahası da var. Madem ki geçen sene topluca bir yaz gecesi rüyası görmedik ve Gezi'yi yaşadık, öyleyse sandığı fetişize etmeyi artık bırakmamalı mıyız? Değiştirmeye çalıştığımız, yıkmaya çalıştığımız ve korumaya çalıştığımız ne(ler)? T.C. devleti nedir, hangi yollardan geçmiştir? Her bir sözcüğü teker teker tartışmaya açılmalıdır: Türkiye ne kadar Türktür, ne kadar cumhuriyettir, T.C. nasıl bir devlettir? Terör nedir, şiddet kimin tekelindedir? Bugün iktidardaki zihniyet bir anda yerden mi bitmiştir? Mevcut durumu tek bir adamın/bir tek adamın psikopatolojisine indirgeyip beşeri dinamikleri ve tarihsel gelişimi hiçe sayarak açıklayabilir miyiz? Bir biz akıllıyız, başka herkes mal diye düşünerek rahatlamayı seçmeyeceksek ülkenin yarısı hangi saiklerle oy vermektedir? Ve tekrar başa: Oy vermeyenlerin oy vermeme hareketine yol açan ne olmuştur? 

Sorular en az cevaplar kadar değerlidir. Kendi başına cevap sayılamayacak bir fikrim var: 30 Mart yerel seçimlerinin oy kullanma davranışımızda iz bırakan ciddi post-travmatik etkileri olduğu kanaatindeyim. Muhalefet etmekten aciz ana muhalefet, yersiz şekilde bir çatı aday çıkarmasının yanı sıra bu travmanın yaralarını sarmak ve bir daha böyle bir şey yaşanmayacağına dair güvence vermek gibi adımlar da atmadı. Hatta, 10 Ağustos'ta oy kullanmayanların içinde Türkiye'nin en uzun seçimi 30 Mart'ı izleyen günlerde oylara sahip çıkmak için canhıraş şekilde uğraşan insanlar olduğunu seziyorum ve bu insanlarla konuşmak, hayal kırıklığını ilk ağızdan dinlemek isterdim. 

10 yıllık seçmenlik tarihimde boykot hakkımı hiç kullanmadım. Ortada bir seçim olduğu yanılsamasını beslemeye devam etmeyi seçtim. Ben, kimi zaman matematiğin, kimi zaman da çözümsüzlüğün ve çaresizliğin esiri olarak, özgür irademle o perdelerin arkasına geçtim, o mühürleri bastım ve o zarfları o sandıkların içine bırakıverdim. Bazı insanlar da aynı özgür iradeyle, muhtemelen benimkinden daha özgür bir iradeyle oy kullanmamayı seçerler. En baştan başlayalım, adı üstünde bu bir "seçim". İster oy veririm, ister vermem. Oy vermemek de bir seçimdir ve elbette her seçim gibi belli bir sorumluluk içerir, fakat koca bir tarihin yükü ile pespaye siyasetçilerin pespaye siyasetlerinin sorumluluğu seçmenlerin omzuna yüklenemez. Boykot haktır. Boykotu yargılamadan önce boykota neden olan şartların, dinamiklerin anlaşılması gerekir. Bir zahmet.

Gelelim tatilcilere. Yani senelik izninin tarihini seçime göre ayarla(ya)mayanlara ve tatil yapacağı yerde oy kullanmak için başvuruda bulun(a)mayanlara. Bu davranışlarının nedeni 30 Mart'ın post-travmatik sonucu olan inançsızlık da olabilir, tamamen keyifleri de. Hani şu "kahyası mısın?" diye sorulan. Dediğim gibi, oy vermeyen kitle hakkında araştırma raporları yakında düşmeye başlar. O zaman daha sağlıklı tahliller yapabiliriz.

Şimdi, benim tek dileğim... kendi gerçekliğimizi inkar etmeden kafalarımızı kendi küçük dünyalarımızdan çıkarıp etrafa bir de öyle bakabilmemiz. Her seçimi ölüm kalım meselesi, her seçim sonucunu dünyanın sonu ilan ediyoruz ama her seferinde de hayat devam ediyor. Ne kadar düşman kesilirsek kesilelim birlikte yaşamaya devam ediyoruz. Yaşayamayacağımız günler gelecektir belki ama yarın yine yüz yüze bakacağız. Demek istediğim, birbirimizin yüzüne tükürmeden önce belki birbirimizin yüzüne iyice bakmalıyız. Neresine tükürsem diye değil, anlamak için. Ancak anlarsak değiştirebiliriz. İktidardaki zihniyeti öfke ve nefret nesnesi haline getirmekten olabildiğince kaçınıp, o zihniyetin beşeri temellerini kavrayabilirsek hem o zihniyete etki edebilir, hem de kendimize çekidüzen verebiliriz. Her ne kadar sığ sularda çimmek eğlenceli olsa da anlamak, insanın çevresini olduğu kadar kendisini de dönüştürmesini, geliştirmesini sağlar. 

İndirgemeciliğin nasıl geri teptiğini görmeye çalışabiliriz mesela. Bir tahayyülden, alternatif bir politikadan yoksun ve tüm siyasi duruşunu Erdoğan karşıtlığına indirgemiş olan "muhalif" kitlenin (ör."hele bir gitsin de gerisi hallolur")istisnasız her kötülüğü tek adamla açıklamaya çalışması, o tek adamın da kendisine karşıtlık ortak noktasında buluşan bu kitleleri Pensilvanya, geziciler, darbeciler, faiz lobisi vb şekilde yaftalayarak tek bir potada toplaması ve tabiri caizse "torba düşman"a indirgemesi ile sonuçlanıyor. Torba düşman, torba düşmana karşı. Böyle bir noktadan hareketle herhangi bir şeyi doğru düzgün anlamlandırabilmek imkansız.

Mevcut durumda, bizi daha iyi zamanların beklemediği aşikar. Bu zamanlarda yine dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan güç alacağız. Birbirimizi anlayıp destek olduğumuz, iletişim kanallarını tıkamadığımız ve birbirimizi sevmeyi başardığımız sürece yeni bir yaşam tahayyül etmeye değer olacak. Vatanperverliği, vatan hainliğini bir kenara bırakalım. Bu söylemlerin varoluş amacı düşman yaratmaktan başka bir şey değil. Oysa vatan biziz, hepimiziz. Vatan; sohbetine doyamadığımız insanlar, su verdiğimiz sokak hayvanları, gidince keyiflendiğimiz yerler, aklımıza gelince gülümsediğimiz anılar... uğruna mücadele edilen, edilmesi gereken "vatan" bundan başka bir şey değil. Asıl bunları kaybedersek vatansız kalırız. 

Kısaca, düşmanca söylemleri iştahla benimsemeyi bir kenara bırakıp birbirimizi anlamaya, dinlemeye çalışalım diyorum. Bunun için emek verelim ki uğruna mücadele edilecek bir vatanımız, tahayyül edebileceğimiz bir istikbalimiz kalsın. 


Sevgiler,


Leyla 



*Tek bir evrensel doğru olduğuna inananlara kıtaların hızlandırılmış hareketini izletmek isterdim. Bize göre hareketsizler ama aslında fıldır fıldır dönüyorlar. Algımız varlığımızla sınırlı, eyvallah ama bu tarihsel sınırlılığın bilincinde olmak mühim. 

9 Ağustos 2014 Cumartesi

İstemiyorum


Dün Gibi


Az önce 45'lik dinlerken bu şarkı çıktı karşıma. Son yıllardaki hikayesi ise galiba şu

"Çağan Irmak'ın yönettiği 'Issız Adam'ın sırrını filmin müzik danışmanı Hakan Eren 'Orada Neler Oluyor'da açıkladı. Hakan Eren "Aslında Çağan Irmak ve ben Ayla Dikmen'in 'Anlamazdın' şarkısını seçmemiştik. Gün Yüksel'in 'Her Şey Dün Gibi' şarkısına karar verilmişti. Ancak tüm aramalarımıza rağmen Gün Hanım'ı bulamadık. Bunun üzerine Ayla Dikmen'e karar verildi."