Bir mekandan bahsetmek istiyorum. Bir meyhane. İnanılmaz keyifli. Rıfat Diye Biri'nin (1962) kırk beşinci dakikasının geçtiği yerlerde eski, ince, uzun binaların birinin terasında bu meyhane. Döne döne yükselen yüksek basamaklı merdivenlerden değil alkollüyken inmesi, ayıkken çıkması bile emek istiyor. Ondandır ki tuzaklı son basamağı da nefes nefese çıktıktan sonra cam kapıyı tutan (henüz tanımadığım) güler yüzlü ev sahibine içten bir "şükür kavuşturana" dedim.
Benim evin salonu kadar bir alanı var. Altı masa, bir de mezelerin bulunduğu cam dolap zor sığmış. Ama manzara. Ama o manzara... İlk görüşte aşk. Bütün Haliç ışıl ışıl önümüzde uzanıyor, hatta dört bir yanımızı sarıp sarmalamış. Sanırsın dert tasa yok dünyada. Sanki o mavi kapıdan girip de kulenin en tepesine tırmanınca bütün dertler dışarıda kalmış, biz içeride güvendeyiz.
Kış nedeniyle şeffaf, plastik bir tenteyle kapanan yüksek terasa martılar pike yapıyor. Sağımız solumuz üstümüz hep martı. Gözünü çevirdiğin her yerde boylu boyunca Haliç'in ışıltısı ve martı kanatları var. Kulaklarımızı okşayan müzik öyle yerli yerinde ki. Birbirimizi duymakta hiç güçlük çekmiyoruz. Sohbetin ortasında birden durup şarkıya eşlik ediyor, sonra yine sohbete devam ediyoruz. Mekanın teklifsiz bir güzelliği var, ikinci büyükle birlikte bize de sirayet ediyor. Ekip müthiş zaten. Bir matematikçi, iki psikiyatr, bir doktor, bir siyaset bilimci, bir de garip benceğiz. Kimimiz yeni tanışıyor, kimimiz on beş yıllık arkadaş.
Masa örtüsü kumaş değil kağıt. Gazete kağıdı değil haa, hususi. Mezeler güzel. Güveçte iki de spesyali var ki bayıldım. Levrek lokum ile şu patlıcanlı, türlü deniz mahsüllü olan.
"Herkes bilmese de olur" diyor bana kapıyı açan, mekanın güler yüzlü ortaklarından genç emekli astsubay. Yine de iki yıl önce açılan mekanın uzun süre sır olarak kalacağını sanmam. Hani dünyalara duyurmakla, yalnız size kalmasını istemek arasında kaldığınız şeyler vardır ya, işte öyle bir yer.
O merdivenler nedeniyle rakı şişesinde balık olması zor ama tam demlenilecek yer...
Benim evin salonu kadar bir alanı var. Altı masa, bir de mezelerin bulunduğu cam dolap zor sığmış. Ama manzara. Ama o manzara... İlk görüşte aşk. Bütün Haliç ışıl ışıl önümüzde uzanıyor, hatta dört bir yanımızı sarıp sarmalamış. Sanırsın dert tasa yok dünyada. Sanki o mavi kapıdan girip de kulenin en tepesine tırmanınca bütün dertler dışarıda kalmış, biz içeride güvendeyiz.
Kış nedeniyle şeffaf, plastik bir tenteyle kapanan yüksek terasa martılar pike yapıyor. Sağımız solumuz üstümüz hep martı. Gözünü çevirdiğin her yerde boylu boyunca Haliç'in ışıltısı ve martı kanatları var. Kulaklarımızı okşayan müzik öyle yerli yerinde ki. Birbirimizi duymakta hiç güçlük çekmiyoruz. Sohbetin ortasında birden durup şarkıya eşlik ediyor, sonra yine sohbete devam ediyoruz. Mekanın teklifsiz bir güzelliği var, ikinci büyükle birlikte bize de sirayet ediyor. Ekip müthiş zaten. Bir matematikçi, iki psikiyatr, bir doktor, bir siyaset bilimci, bir de garip benceğiz. Kimimiz yeni tanışıyor, kimimiz on beş yıllık arkadaş.
Masa örtüsü kumaş değil kağıt. Gazete kağıdı değil haa, hususi. Mezeler güzel. Güveçte iki de spesyali var ki bayıldım. Levrek lokum ile şu patlıcanlı, türlü deniz mahsüllü olan.
"Herkes bilmese de olur" diyor bana kapıyı açan, mekanın güler yüzlü ortaklarından genç emekli astsubay. Yine de iki yıl önce açılan mekanın uzun süre sır olarak kalacağını sanmam. Hani dünyalara duyurmakla, yalnız size kalmasını istemek arasında kaldığınız şeyler vardır ya, işte öyle bir yer.
O merdivenler nedeniyle rakı şişesinde balık olması zor ama tam demlenilecek yer...