Geçenlerde bir hafta sonu Beşiktaş'tan Yeniköy'e yürüdüm. Yürümeyi seviyorum çünkü. Dinlenmek için İstinye'de bir banka oturdum . Kitabımı çıkardım çantadan. Müdür'ün de yorgunluktan sesi soluğu kesildi garibimin, çöktü kaldı yamacıma. Müdür bir köpek. Çok da sevimli, ilgi çeken bir köpek. Beş on dakika sonra 45-50 yaşlarında bir kadınla 13-14 yaşlarında, elindeki pembe kılıflı iPad'ini sürekli fotoğraf çekme pozisyonunda tutan kızı önümden geçerken durdular. Kız Müdür'ün fotoğrafını çekmek istedi. Sonrasında bir on beş dakika sohbet ettik annesiyle. Üst orta sınıfa mensup bir ev kadını gibi göründü bana. Tıknaz, sade bir makyaj yapmış ama kıyafetinin detaylarından süsü sevdiği belli olan bakımlı bir kadın. Muhtemelen son bir iki yıl içinde boy atmış olan kızıyla aynı boydaydı.
Beşiktaş'tan oraya kadar yürüdüğümüzü duyunca inanamadı, pek etkilendi. Bu etkilenmişliğini "Ben şuracıktaki evimize nasıl gideceğimi kara kara düşünüyorum" diyerek gülücüklü bir tezatla pekiştirdi. Sonra da haftalardır aklımdan çıkmayan o ifade döküldü pembe sedefli dudaklarından: "Kıymetini bil, evlenince yapamazsın." Bu cümle bu tür bir bağlamda ilk defa sarf edilmiyor. Yine de ilk defa duymuş gibi etkilendim. Bunu söylerken donuk gülümsemesinde tuhaf bir duygu vardı. Hayranlık, gıpta ve hatta kıskançlığın bir karışımı.
Her canlının elbet bir gün evleneceğine dair sarsılmaz bir inancı vardı. Ben de elbet bir gün evlenecektim ve öyle hafta sonları sırf sevdiğim için uzun yürüyüşlere çıkamayacaktım çünkü evlilik bunu gerektirirdi. Evlilik, yetişkin bir erkeğin ve en az bir çocuğun bakımını üstlenmek anlamına geliyordu ve bu tam zamanlı bir işti.
Tuhafıma giden bu kabulü değildi, bindiği dalı kesmesiydi. Evlilik yanlısı bir kadına benziyordu. Gerçi belki biraz birlikte yürüsek, Yeniköy Kahvesi'nde birer kahve içsek ve kızı da yanımızda olmasa "evlenme" diyebilirdi. Çünkü kadınlar, yalnız kadınların bulunduğu koyu ve samimi sohbetlerde genellikle aynı bilgeliği aktararak paylaşırlar: Koca hiçbir şeydir, çocuk her şey. Geç olmadan çocuğunu yap, yeter. Bu paylaşım düzeyine varacak zamanımız yoktu. Karşımda, evlenince (evlenirsem değil, evlenince) en temel keyiflerimden bile mahrum kalacağımı gülümseyerek muştulayan evli bir kadın vardı. "Bu pek iyi bir reklam değil yalnız" diye geçirdim içimden. Ne yapaydım, yüzüne mi diyeydim?
Bu konuşmayı tam unutuyordum ki demin bir yemek tarifi paylaşımını okuyunca hortladı. "Çalışan anneler için kolay tarifler". Neden "çalışan anne"? Neden "anne olan çalışan" değil? "Çalışan baba" diye bir tanım var mı? Bu tamlamalarda tamlanan okeydir de tamlayanda bir tuhaflık olduğu sezdirilir. "Kadın doktor" gibi. Doktor tamam da kadın olması? Anne tamam da çalışması? E ben 10 yıldır çalışıyorum ve yalnızca bir yıldır anneyim belki? Çocuk doğurunca silindi mi her şey? Bitti mi, bu kadar mı artık bana biçtiğiniz hayat? Hafta sonu tek başına sahilde yürümeye bile hakkı olmayan; ne kadar okumuş, özgürlükçü ve eşitlikçi bir adamla evlenirse evlensin er ya da geç ev işleri ihalesi üzerine kalacak olan bir insan evladı.
Bunun için erkeğin kötü niyetli ve zalim olması gerekmiyor. Erkek çocukları yetişme çağlarında en önemli eğitimden mahrum bırakılıyor: bir evde kendi bokunda boğulmadan tek başına hayatta kalma. Bu eğitim kız çocuklarına, pembe giydirildikleri daha o ilk andan itibaren verilmeye başlanıyor. "Hamarat" diye parlatılıp yüceltilen şey aslında "hayatta kalma"dan başka bir şey değil. Erkek için bu annesi tarafından yerine getirilen bir iş, evlenince de bu görevi eşinin devralması bekleniyor. Evlilik dediğin bir devir teslim töreni ama sanıldığının aksine yalnızca kadının babadan kocaya devri değil erkeğin de anneden eşe teslimi.
Erkeklerin hususi manyaklar olduklarını düşünmüyorum. İki çocuğu bu kadar temel bir konuda birbirinden bu kadar farklı yetiştirirseniz otuzlarına geldikleri zaman elbette aynı manzaraya bakıp bambaşka şeyler görürler. Ya da görmezler. Gözleri bunu görmek için eğitilmemiştir. Yere dökülüp yapış yapış olmuş bir şey adım atmalarını engelleyene kadar yere dökülmüş bir şeyi ya da Western kasabası gibi üzerinde bir şeylerin uçarak yuvarlandığı tozlu yerleri görmeyebilirler. Bu durumda da iş, gören göze düşer.
Ve mesela bütünsellik. Yemek yapmanın yeterli, güzel yemek yapmanın lütuf olduğu inancı. (En uygar "aile"lerde bile akşam yemeğini erkeğin yapması, kutlamayla karşılanan bir istisna değil mi?) Keyifle yenen bir yemeğin ardından kaldırılmayı bekleyen sofra, sudan geçirilip makineye kaldırılması gereken bulaşıklar, yapım esnasında kullanılıp musluğun altına yığılmış kirli kap kacak ve yağdan arındırılması gereken ocak, tezgah ve yerler. Yarım saatlik keyfin iki saatlik eziyeti. Ama güzel yemek yaptı şimdi, hakkını yemeyelim. "Ben sonra hallederim" taahhüdünün kurumuş bulaşıklarla daha önce hiç cebelleşmemiş saflığı veya arada kaynatıp işi gene ihale sahibine yıkma çakallığı.
Ne sen prenssin, ne de ben prensesim. Önce bu konuda anlaşalım.
Beşiktaş'tan oraya kadar yürüdüğümüzü duyunca inanamadı, pek etkilendi. Bu etkilenmişliğini "Ben şuracıktaki evimize nasıl gideceğimi kara kara düşünüyorum" diyerek gülücüklü bir tezatla pekiştirdi. Sonra da haftalardır aklımdan çıkmayan o ifade döküldü pembe sedefli dudaklarından: "Kıymetini bil, evlenince yapamazsın." Bu cümle bu tür bir bağlamda ilk defa sarf edilmiyor. Yine de ilk defa duymuş gibi etkilendim. Bunu söylerken donuk gülümsemesinde tuhaf bir duygu vardı. Hayranlık, gıpta ve hatta kıskançlığın bir karışımı.
Her canlının elbet bir gün evleneceğine dair sarsılmaz bir inancı vardı. Ben de elbet bir gün evlenecektim ve öyle hafta sonları sırf sevdiğim için uzun yürüyüşlere çıkamayacaktım çünkü evlilik bunu gerektirirdi. Evlilik, yetişkin bir erkeğin ve en az bir çocuğun bakımını üstlenmek anlamına geliyordu ve bu tam zamanlı bir işti.
Tuhafıma giden bu kabulü değildi, bindiği dalı kesmesiydi. Evlilik yanlısı bir kadına benziyordu. Gerçi belki biraz birlikte yürüsek, Yeniköy Kahvesi'nde birer kahve içsek ve kızı da yanımızda olmasa "evlenme" diyebilirdi. Çünkü kadınlar, yalnız kadınların bulunduğu koyu ve samimi sohbetlerde genellikle aynı bilgeliği aktararak paylaşırlar: Koca hiçbir şeydir, çocuk her şey. Geç olmadan çocuğunu yap, yeter. Bu paylaşım düzeyine varacak zamanımız yoktu. Karşımda, evlenince (evlenirsem değil, evlenince) en temel keyiflerimden bile mahrum kalacağımı gülümseyerek muştulayan evli bir kadın vardı. "Bu pek iyi bir reklam değil yalnız" diye geçirdim içimden. Ne yapaydım, yüzüne mi diyeydim?
Bu konuşmayı tam unutuyordum ki demin bir yemek tarifi paylaşımını okuyunca hortladı. "Çalışan anneler için kolay tarifler". Neden "çalışan anne"? Neden "anne olan çalışan" değil? "Çalışan baba" diye bir tanım var mı? Bu tamlamalarda tamlanan okeydir de tamlayanda bir tuhaflık olduğu sezdirilir. "Kadın doktor" gibi. Doktor tamam da kadın olması? Anne tamam da çalışması? E ben 10 yıldır çalışıyorum ve yalnızca bir yıldır anneyim belki? Çocuk doğurunca silindi mi her şey? Bitti mi, bu kadar mı artık bana biçtiğiniz hayat? Hafta sonu tek başına sahilde yürümeye bile hakkı olmayan; ne kadar okumuş, özgürlükçü ve eşitlikçi bir adamla evlenirse evlensin er ya da geç ev işleri ihalesi üzerine kalacak olan bir insan evladı.
Bunun için erkeğin kötü niyetli ve zalim olması gerekmiyor. Erkek çocukları yetişme çağlarında en önemli eğitimden mahrum bırakılıyor: bir evde kendi bokunda boğulmadan tek başına hayatta kalma. Bu eğitim kız çocuklarına, pembe giydirildikleri daha o ilk andan itibaren verilmeye başlanıyor. "Hamarat" diye parlatılıp yüceltilen şey aslında "hayatta kalma"dan başka bir şey değil. Erkek için bu annesi tarafından yerine getirilen bir iş, evlenince de bu görevi eşinin devralması bekleniyor. Evlilik dediğin bir devir teslim töreni ama sanıldığının aksine yalnızca kadının babadan kocaya devri değil erkeğin de anneden eşe teslimi.
Erkeklerin hususi manyaklar olduklarını düşünmüyorum. İki çocuğu bu kadar temel bir konuda birbirinden bu kadar farklı yetiştirirseniz otuzlarına geldikleri zaman elbette aynı manzaraya bakıp bambaşka şeyler görürler. Ya da görmezler. Gözleri bunu görmek için eğitilmemiştir. Yere dökülüp yapış yapış olmuş bir şey adım atmalarını engelleyene kadar yere dökülmüş bir şeyi ya da Western kasabası gibi üzerinde bir şeylerin uçarak yuvarlandığı tozlu yerleri görmeyebilirler. Bu durumda da iş, gören göze düşer.
Ve mesela bütünsellik. Yemek yapmanın yeterli, güzel yemek yapmanın lütuf olduğu inancı. (En uygar "aile"lerde bile akşam yemeğini erkeğin yapması, kutlamayla karşılanan bir istisna değil mi?) Keyifle yenen bir yemeğin ardından kaldırılmayı bekleyen sofra, sudan geçirilip makineye kaldırılması gereken bulaşıklar, yapım esnasında kullanılıp musluğun altına yığılmış kirli kap kacak ve yağdan arındırılması gereken ocak, tezgah ve yerler. Yarım saatlik keyfin iki saatlik eziyeti. Ama güzel yemek yaptı şimdi, hakkını yemeyelim. "Ben sonra hallederim" taahhüdünün kurumuş bulaşıklarla daha önce hiç cebelleşmemiş saflığı veya arada kaynatıp işi gene ihale sahibine yıkma çakallığı.
Ne sen prenssin, ne de ben prensesim. Önce bu konuda anlaşalım.