29 Kasım 2016 Salı

"Kim o?"

Bir sosyal bilimciyi derin tefekkürlere sevk edebilecek bu sorunun cevabı hep aynıdır, hiç sekmez: "Ben!" Bir bakıma hep aynı kişidir yani gelen. "Benim işte. Sesimden tanımanı bekliyorum beni, adımı duymana gerek var mı?"

Bu ufacık tefecik gündelik pratiğin genelleştirilmeye müsait bir hali var. Eski Türk geleneklerinde adın ruhun taşıyıcısı olmasına kadar uzanabilir ittirirsek. Malum, ad o yüzden ucuza gitmez, "bağışlanan" bir şeydir. "Adınızı bağışlar mısınız?" Hayır.

"Adımı söyletme bana, ruhumu ele verdirme, sesimden bil beni."

Kim mi o? Kimden bahsediyoruz, burada sen ve ben varız yalnız. O kim sahiden? İşe bak, üçüncü tekil soruya zamir cevap. Ne demek "zamir"? Sır, benlik, gönül; dışarıdan görülmeyen iç yüz. Üçüncü tekille uzağa fırlatılan soruyu "Benim" diye sahiplenerek yakına çekmek. İki kere "ben" bir nevi.

Adımı diyemem, sırrımı söyleyemem. Peki nedir sırrın? Benim. "Niçin güvenemiyorsun bana?" Niye güveneyim?


27 Kasım 2016 Pazar

By Myself (1937)

Bu şarkıyı az önce The Band Wagon'ı (1953) izlerken duydum. Fred Astaire söylüyordu. Ama şarkıya hakkını veren kesinlikle Judy Garland. 






Şu inanılmaz keyifli Fred Astaire-Michael Jackson bağlantısı da şurada dursun:

24 Kasım 2016 Perşembe

Oh Be, Öldüm de Kurtuldum

İki gece önce on, on beş kişilik bir kafileyle tropik bir adadayım. Kumları incecik bir sahile inşa edilmiş birkaç bungalov var, oralarda kalıyoruz. Sonra kafiledeki insanlardan birinin bir gün adanın diğer tarafında kafileden on kişiyi bıçakla paramparça ettiğine tanık oluyorum. Öldürürken söylediklerinden faşist olduğunu anlıyorum (1900'deki (1976) Donald Sutherland'in etkisi olabilir). Çalıların arkasındayım, o beni görmüyor. Görürse beni de öldürür diye korkuyorum. Sonradan hiçbir şey olmamış gibi bungalovların orada karşılaştığımızda beni eşyalarımı toplarken görüyor. "Otobüsümüz yarın dörtte, neden şimdiden toplanıyorsun?" diye soruyor (Otobüs işini hiç sormayın, öyle). "Bugün dörtte de bir tane varmış, onunla gidiyorum" diyorum yüzüne bakmadan. Hem korkudan, hem tiksintiden bakamıyorum. 

Dün akşam büyük perdede Salvatore Giuliano (1962) izlemek kesmedi, geldim bir de yatmadan Scarface (1932) izledim. Sonra bütün gece vızır vızır uçuşan mermilerin, parça tesirli bombaların parçaları arasında ölmemeye çalışarak geçti. Yine adadayım. Mekan olarak adadan vazgeçmeyen yönetmen karakterin derinden duyduğu klostrofobiyi seyirciye aktarmayı hedefliyor olsa gerek. Bununla da yetinmiyor puşt. Hani Mayaların piramit gibi, taraçalı yapıları vardır ya. İşte o üç boyutlu şekli alın, içini boşaltın, tepesi magmaya bakacak şekilde adaya gömün. Ada aslında taraça taraça aşağı inen ve her taraçasında insanların yaşadığı bir yer, etrafı okyanusla dolu derin bir delik. Yani bu defa kaçamayacağımı bilmekle kalmıyorum, yapabileceğim tek şey de dibe inmek. Al sana klostrofobi, al sana kapana kısılmışlık. Daha kötüsü olamaz mıymış, al daha kötüsü.

Bu defa annemle babam yanımda. Mermilerden ve bombalardan birbirimizi zor duyuyoruz ama onlara sırtlarını duvara vermelerini, başlarını kollamalarını söylüyorum. İşe yaramaz, hatta kötü tavsiyeler elbette. Nitekim sonra kendim patlayan bir bombanın parçasının sırtımdan girip göğsümden çıkmasıyla ölüyorum. Ölünce uyandım. Aklım hâlâ annemle babamda ama uyanıp o cehennemden kurtulduğum için de çok mutluyum, uyuyup yeniden aynı rüyaya dönmektense dehşet korkuyorum. "E tabi, ölmeden kurtulamazdım. Oh, öldüm de kurtuldum" diye diye uyudum. 

Sonra yine kabus gördüm ama "lan bu ne ki, ben neler gördüm" diye burun kıvırıp korkmadığımı hatırlıyorum o kadar.