30 Eylül 2017 Cumartesi

Eylülde Gelen




Anneannemle karşılıklı berjerlerde sessizce oturuyor, geniş salon penceresinden dışarıyı seyrediyoruz. Zaman zaman şiddetlenen ince bir yağmur yağıyor. Telekleri sırılsıklam olmuş güvercinler azıcık kurumak için soluğu balkon demirlerinde alıyor, üzerlerindeki sudan kurtulmak için silkelenirken sendeleyip sardunyaların üzerine düşüverecek gibi oluyorlar. Bu pek korkunç bir senaryo olmamakla birlikte kuşların konamayacağı şeyler tasarlayanlara da onları inşa edenlere de buruk teessüflerimi gönderiyorum içimden. Geçen hafta Venedik'in pervazlarında çakılı gördüğüm iğne misali uzun ince çivileri anımsayınca katlanıyor teessüfüm. Bilmiyorum ne isterler...


İnsan bir kuyu. Camdan dışarı bakıp dünyayı seyreylerken bile yine kendi içine bakıyor. Sivas, Bodrum, Sofya, Bükreş, Varna, Zürih, Venedik, Verona... Uçaklar, trenler, aktarmalar. Yol hiç bitmese, hiç varmasam bir yere, içinden geçip gitsem hep kentlerin, köylerin. Küçücük kamaralar, kompartmanlar içinde geçirsem aylarımı. Nereye gidersem gideyim hep bir su kenarında buluyorum kendimi. Bir kentin içinden geçen nehrin, dingin yeşim bir gölün yahut da işte böyle dönüp dolaşıp körfezin veya boğazın kıyısında. 

En çetrefillisi de kendi içimde. Son bir iki yıldır oraya çekilip yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça kaçıyorum içime. Ne yapayım, sokağa her çıkışımda nefes almak biraz daha zor geliyor artık. Dayanabilmek için bildiğim tüm yolları deniyorum. Sinemaya, müziğe, kitaba veriyorum kendimi; kumru besliyorum balkonumda; annemle babamı daha çok görmeye çalışıyorum; güzel içkiler içiyorum. Güzel içkileri özel günlere saklamayı bıraktım çoktan. Yarını hiç görmeyecekmiş gibi yaşamaya çalışıyorum çünkü kim bilebilir? Ben bilmiyorum.

Bedenimin 32 güneş yılını devirdiği şu günlerde kendimi keşfetmeye devam ediyorum hâlâ . Ölmez mi bilmem ama epey direngen bir ruhum olduğunun farkına varıyorum. Aşikâr ki Rilke haklı: Tek yolculuk, insanın kendi içinde yaptığı. Bu yaz katettiğim yollarda bunu bir kere daha anladım. Kendimden gayrı kimseyle ne düğümlendim, ne çözüldüm; ne ondum, ne öldüm. Fakat ne geçen kasım ayındaki kadınım ne de ağustos başındaki. Sanki başladığım yere, eylüle döndüm ama bu defa eylül de bana dönüp gülümsedi işte. Kâfiyenin âdet olduğu üzere, yıllar ve yollar sonra. 

Ne olacağını, nereye varacağımı düşünmüyorum. An kendi içinde en güzel. An dışında keyifle düşündüğüm bir şey varsa o da beni bu âna çıkartan, çıkartacağını bilmeden yaptığım bin küçük tercih ve şanslı rastlantılar. Hepsi bu. Bunun mevsimle, göçmen kuşlarla bir ilgisi de yok, biliyorum. Bahar dallarım üzerindeki buzun çözülmesi vakit aldı. Yollarda anladım çözüldüğünü, şimdi açıyorum çiçeklerimi. Durdurabilene aşk olsun. Aşk olsun. Olmazsa olmaz. 

Bak, bundan yedi yıl evvel akasya kokulu bir sabahın ardından neler yazmışım:


"İşte böyle, sevgili gelecek sevgili. Tabi mecbur hissetmeni istemem kendini, hatta hiç gelmesen de olur. Ben böyle burada bir türkü tutturmuş yürüyorum. Eşlik etsen de buradayım etmesen de. Bir huzur, bir sükunet ki tarifi ziyadesiyle müşkül.
Sen olsan da aşığım, olmasan da sevgilim. Aşığım yaşamaya, içimde var. Sen bıraksan şimdi beni, yahut hiç gelmesen; o bıraksa; hiç olmasa; sevmese kimse beni, tıpkı senin beni -artık ya da henüz- sevmediğin gibi...
(...)
Demem o ki, bugün o gün sevgilim. Görüyorsun ya ben senin gibi değilim. Mutlu olmak için, umutlu olmak için, huzur dolmak için ihtiyacım yok sebebe. Sabah olur ben aydınlanırım, böyle bu. İstersen tut elimi gel beraber gülümseyelim, istersen hiç gelme kal orada. Gelmeyeceksen yazık... ki gelmeyeceksin.
Gözlerimin ta içine bak satırlarımı aralayıp, ışıl ışıl gözlerimle gülümsediğimsin. Ne taze bir bahar, ne gamlı bir hazan. Gamlı bir bahar gibi durgun, vakur ve sevdalı bakıyorum içine gözlerinin. Bir türkü tutturdum. Kendi halimde. Onu söylüyorum.
Sevdiğim, bugün o gün."


Senin anlayacağın, mahlasımla müsemma yaşadım, yaşıyorum.