27 Haziran 2021 Pazar
2 Haziran 2021 Çarşamba
Çimen yaprağı üzerindeki çiy damlası: Satyajit Ray ile söyleşi
[Çevirenin Notu: Bu yıl Satyajit Ray'in 100. doğum yılı. Ray, babamın da en sevdiği yönetmenlerden biri. Belki kendisi "En sevdiğim" diye düzeltecektir, bilmiyorum. 1970'te Sight&Sound'da yayımlanmış bu Satyajit Ray söyleşisini babam için çevirdim.]
Satyajit Ray’in 2 Mayıs’taki doğum gününün yüzüncü yıl dönümü vesilesiyle,
Hindistanlı büyük yönetmenin Folke Isaksson’a 1970’te Sight&Sound için
verdiği geniş röportajın düzeltilmiş halini yeniden yayımlıyoruz.
Folke Isaksson:
Büyük sanatçıların çoğunda ortak bir şey vardır. Çocuklukları ve
çocukluklarında olanlar, onlar için çok şey ifade eder. Kendi başlangıç
noktanızdan ve geçmişinizden biraz bahsedebilir misiniz?
Satyajit Ray: Kalküta
Üniversitesi’ni bitirene dek sanatla tam anlamıyla uğraşmaya başladım denemez. Ekonomi
lisansı yaptım. Daha sonra Santiniketan’da (şair, toplumsal reformcu ve sanatçı
Rabindranath) Tagore’un üniversitesinde iki buçuk yıl geçirdim ve o yılların,
en önemli gelişim yıllarım olduğu kanaatindeyim. Resim okuyordum ve düşünmek,
okumak, doğayı izlemek ve insanları tanımak için gereken serbest zamanı en çok bu
dönemde buldum.
Her şey buradan
başladı, filmlere ilgim vesaire. Tuhaf bir çocukluğum oldu. Babam ben daha iki
yaşımdayken öldü. Kuzey Kalküta’da büyük bir yerimiz vardı: Evin içinde büyük
bir matbaa makinesi vardı, bir de blok makinesi, kitap da basılırdı, fakat
hepsi de hiçbir işe yaramaz hale geldi.
Sanıyorum Charulata’da
(1964) bundan bir iz var?
O aslında
Tagore’un kendisinde zaten vardı (Ray’in filmi, Tagore’un 1901 tarihli romanı Nastanirh’i
temel alıyordu) fakat bu özel geçmişe sahip olmam sayesinde onu perdede
gösterebildim. O iş tasfiyeye gittiği için oradan ayrılmak zorunda kaldığımızda
aşağı yukarı altı yaşındaydım, annemle ortada kalmıştık. Dayımın evine geldik,
bize evini açtı.
Ailenizin
Tagore’la akrabalığı var mıydı?
Akrabalık yok.
Babam onu iyi tanırdı, dedem yakın arkadaşıydı. Dedemle aşağı yukarı aynı
yaştalardı. Üniversitesinde biraz vakit geçirmemi isteyen Tagore’un kendisi
olmuştu. Kalküta’dan ayrılmaya pek hevesli sayılmazdım: Çok şehir insanıydım,
Santiniketan ise köy gibi bir yerdi, kuş uçmaz kervan geçmez. Fakat sonraları
bana muazzam faydası olduğunu gördüm. Ders aldığım hocalar büyük sanatçılardı: Sadece
ressam değillerdi, gerçekten vizyon, anlayış sahibi, kavrayışı derin
insanlardı.
Tagore akıl
hocanız gibiydi öyleyse?
Hayır, öyle
diyemem. Santiniketan’da Tagore’la doğrudan görüşme imkânınız olmazdı. Fakat
hocam olan diğer insanlar kesinlikle akıl hocam gibiydi ve onlardan öğrendiğim
her şeyi filmlerimde kullanmışımdır. Orada öğrendiğim her şeyi -ki hiçbiri
doğrudan filmlerle ilgili değildi, genel anlamda sanatla ilgili her şeyi…
Çok okuyordum.
İyi bir kütüphane vardı ve ben yalnızca resim hakkında değil, her şeyi
okuyordum -romanlar, Hindistan edebiyatı, Batı edebiyatı, her şey.
Yaklaşık bir
yüzyıl önce başlayan Bengal kültür rönesansı sizin için çok büyük anlam ifade ediyor
olmalı.
Elbette, bence
çok önemli bir dönem, her ne kadar bugün genç kuşaktan bazıları için öyle
olmasa da. Yine de kendimi bir geleneğin parçası olarak görüp görmediğimden
emin değilim; bunu kendim hiçbir zaman bilinç düzeyinde irdelemedim. Her ne
hissediyorsam, eserlerimde kendini gösteriyordur umarım.
Evinizde hiç
siyaset konuşulur muydu?
Pek sayılmaz;
dayımın evinde olmazdı. Havada daha ziyade müzik vardı; teyzelerim, dayılarım,
hepsi şarkı söylerdi. Fakat esasen entelektüel olmayan bir aileydi, bir sanatçı
olarak orada gelişmedim.
Savaşın hemen
öncesinde ne yapıyordunuz?
O sırada
Santiniketan’daydım. Japonlar Kalküta’yı bombaladığı gün ayrıldım; haberi
radyoda duydum ve olayların fazla uzağında kaldığımı hissettim. Kalküta’da
olmak istiyordum, annem buradaydı. Okulu yarım bırakıp oradan ayrıldım çünkü
orada okumakta olduğum güzel sanatlarla değil ticari sanatla uğraşmak
istediğimi biliyordum.
Ticari sanata
maddi nedenlerden ötürü mü yönelmek zorundaydınız?
Hayır, grafik
tasarımla çok ilgileniyordum. Güzel sanatlar çalışmalarımın yanı sıra grafik,
kitap üretimi ve tipografi üzerine kitaplar okuyordum. Aralık 1942’de geri
döndüm, 1943’te bir İngiliz ajansında çalışıyordum. Bir tür kıdemsiz grafiker,
mizanpaj sorumlusu olarak katılmıştım, beş altı güne kalmadan sanat yönetmeni
oldum.
Bölünme* sizin
için ne anlama geliyordu?
Hayatımın
doğrudan etkilenmediği kanaatindeyim çünkü her ne kadar dedemin doğduğu,
babamın bir dönem yaşadığı ev Doğu Pakistan sınırları içinde kalsa da ben orada
hiç yaşamamıştım.
Kendimi hep
Kalküta ve Batı Bengal’e ait hissettim. Belirli bir kültürel damar hariç çünkü
Doğu Pakistan’ın kültürüne, halk şarkılarına ve hikâyelerine vâkıftım. Beni ve
burada Kalküta’daki diğer insanları asıl etkileyen şey mültecilerin
görüntüsüydü, istasyonlarda ve sokaklardaki mülteciler, insan yaşamlarının yavaş
yavaş birbiri üzerine yığılışı korkunçtu.
1947’den önce
ne tür filmler izliyordunuz?
O günlerde
bugüne kıyasla daha az film vardı. Yerli yapımlar izlemek genel olarak âdetim
değildi, 1947’de Film Cemiyeti’ni kurmadan evvel ağırlıkla Amerikan filmleri
izliyordum. Yüzde 90 Amerikan filmleriydi, arada sırada bir İngiliz filmi dahil
olurdu ve bazen de bir ihtimal Fransız ya da İtalyan filmi.
Peki ya klasikler?
Ayzenştayn izlemiş miydiniz?
Evet, bazı Rus
filmlerini izleyebildik, zira Ruslar müttefikti, dolayısıyla Maksim Gorki
üçlemesi, Ayzenştayn’ın filmleri, bazı Pudovkin’ler ve benzeri şeyleri
gönderiyorlardı. Aslına bakacak olursanız, evet, bu önemli bir olaydır…
Pudovkin ve (oyuncu Nikolay) Çerkasov 1946 ya da 47’de Kalküta’ya gelmişti.
Öncesinde Korkunç
Ivan’ı (1944) izlemiştim ve Çerkasov’a gözlerini nasıl öyle faltaşı gibi
açabildiğini sordum çünkü gözleri pörtlek filan değildi, normal büyüklükteydi.
“Ayzenştayn yaptırdı” dedi. Ayzenştayn’ın yönetmenliği konusunda birazcık
eleştireldi, vücudunun çok zor şekiller alması gerekmişti, “öyle ki günün
sonunda bütün vücudumda kas ağrıları olurdu” dedi.
Dolayısıyla
kişisel temaslar yeni Hindistan sineması için önemliydi sanırım: Pudovkin’in
ziyaretleri… Renoir da var galiba?
Renoir daha
sonra geldi, 1949’da. Renoir’ın yalnızca Amerikan filmlerini izlemiştim: Güneyli
(1945), This Land Is Mine (1943). Güneyli kayda değer bir
filme benziyordu; çok yeni, çok alışılmadık, bir Amerikan konusunu alıp ona bir
nevi Avrupai bir hava vermişti. Bu film benim için çok önemli bir deneyimdi ve
Renoir’ın kentte olduğunu duyar duymaz onu aramaya koyuldum.
O dönemki nitelikleri
neydi sizce?
Doğayı ele alma
kabiliyeti; grinin tonlarına yönelik bir tür tercihi de içeren derin bir hümanizm,
Çehov’cu bir nitelik denebilir; ve lirizmi, klişelerden kaçınması. Amerikan
filmlerinden birinde tek bir bakış açısından, neredeyse durağan çekilmiş bir
dövüş sahnesi vardır.
Oysa normalde
kesmeler yaparsınız. Yumruklar bir o yöne bir bu yöne savrulur; kesmeler, ara çekimler…
Burada ise ne aşağıdan, ne çok yukarıdan, ne de geniş açıyla çekilmiştir. Tek
planda çekilmiş büyük bir dövüş sahnesi vardır. Dolayısıyla kayda değer bir
şeye benziyordu, biçim ve içeriğin kusursuz uyumu.
O vakit ne oldu
peki? Bu iki kişi, Jean Renoir ve Satyajit Ray karşılaştığında?
Ona büyük bir
hayranlık duyuyordum, onu örnek alıyordum. İnsan hayran olduğu bir sanatçıyla
tanıştığında bazen hayal kırıklığına uğrar çünkü kişi olarak ısınamayacağınız,
yakınlaşamayacağınız biri çıkar. Fakat Renoir öyle harika bir adamdı ki: Derinlikli,
nazik, nüktedan ve bilge… İş çıkışlarımda ki akşam altıyı buluyordu, mümkün
olabildiğince yanına uğrardım.
Bütün gün The
River’ın senaryosu üzerinde çalışmış oluyordu, ben de izlemediğim Fransız
filmleri hakkında başının etini yiyordum. Daha sonra onunla birlikte çekim yeri
aramaya gittim. Pather Panchali’yi (1955) çekmeyi kafama koyduğum için zaten
kendi başıma etrafı gezmeye başlamıştım, trenle şehir dışına gidiyordum,
dolayısıyla Kalküta banliyölerini ve civar köylerini biliyordum.
Bu düşüncenizi
Renoir’la paylaştınız mı?
Evet. Dedim ki
bu bir çeşit hikâye, bir çeşit durum, bir çeşit aile… ve o da “Kulağa harika
geliyor, yap bunu, bence iyi bir film olacak” dedi.
İtalyan yeni
gerçekçiliğinin size çok şey ifade ettiğine eminim. İlk Vittorio De Sica’nızı
ne zaman izlediniz?
1950’ydi.
Kalküta’daki reklam ajansının genel merkezinde çalışmak üzere İngiltere’ye
gittim. Altı aylığına gönderilmiştim ve o altı ay içinde 100 mü, 99 mu, 101 mi film
izlemeyi başardım ve ilk izlediğim film Bisiklet Hırsızları’ydı (1948).
Curzon’da Üç Ahbap Çavuşlar Operada (1935) ile birlikte iki film birden
gösterimiydi.
Ziyadesiyle
ilginç bir ikili olmuştu fakat Bisiklet Hırsızları… beni paramparça
etti. Aklımda Pather Panchali’yi
çekme fikri olmakla birlikte tamamen amatör bir oyuncu kadrosuyla gerçekten
çalışılabileceğinden emin olmadığım için de çok heyecanlanmıştım.
Ve işte ispatı
karşınızda duruyordu.
İspatı
karşımdaydı. Hem de hepsi stüdyo dışında çekilmişti, en azından yüzde 90’ı
stüdyo dışında çekilmişti. Dışarıda, her tür ışıkla çekim yapılabileceğinin
ispatıydı benim için. Profesyonel yönetmenler bana hep ışığı kontrol etmek
zorunda olduğumu, dolayısıyla yapay ışıkla çalışmak zorunda olduğumu
söylemişlerdi. “Güneşi kontrol edemezsin” derlerdi. “Yağmur istiyorsan da yapay
olarak yağdırmak zorundasın çünkü gerçek, doğal yağmuru nasıl kontrol
edeceksin, yağmur dediğin bir durur bir indirir.”
Film
çekeceğinizi ilk defa ne zaman hissettiniz?
Gelişmekte olan
bir düşünceydi fakat 1946 veya ’47 gibi bir film çekmem gerektiğini hissettim. Elbette
öncesinde Pather Panchali’nin bir baskısını resimlendirmiştim ve kitap
beni olası bir film kaynağı olarak cezbetmişti. Sonra 1947 gibi film cemiyetini
kurdum ve 1948’de yeni bir hobi edindim.
Filmi yapılmak üzere
hakları satın alınmış kitaplardan senaryoları üretiyordum. Mesela şu kitabın
hakları satın alındı ve filmi çekilecek diye gazetede okudum diyelim, bir
senaryo yazıyordum ve sonra onu perdedeki ele alınış biçimiyle kıyaslıyordum.
Pather Panchali’ye başlayabilmek için eşinizin mücevherlerini rehin dükkânına bırakmak
zorunda kaldığınıza dair hikâyeler var. Bunda hiç doğruluk payı var mı?
Bu doğru. Bir
yıl boyunca senaryoyu satmaya çalıştım, kapı kapı dolaştım. Kalküta merkezli
yapımcıların istisnasız hepsine gittim ve baktım ki kimse satın almıyor, her hâlükârda
başlamaya karar verdim çünkü film çekme kabiliyetinden yoksun olmadığımızı
kanıtlamak için elimizde biraz görüntü olsun istiyorduk. Böylece sigorta
poliçelerime rağmen elime biraz para geçti. Çekimlere başladık ama o para çok
geçmeden suyunu çekti.
Sonra birkaç
sanat kitabı, birkaç plak ve eşimin birkaç mücevherini sattım. Oradan damla
damla da olsa bir para geldi, mesaili işim hâlâ olduğu için sanat yönetmenliğinden
kazanmakta olduğum maaşın bir kısmı da vardı. Para harcamamız gereken tek şey
ham film, bir kamera kirası, rahatımızı sağlayacak giderler, ulaşım ve benzeri
şeylerdi. Yaklaşık 1200 metre çekmiştik ki para bitti. Rehin verecek başka
hiçbir şeyim kalmamıştı.
Batı Bengal hükümeti
burada mı devreye girdi?
Hemen değil. Çekimleri
durdurmamızdan bir yıl sonra. O sıra ümidimizi kestiğimiz için herkese “Elimizden
bu kadarı geldi, o yüzden hoşçakalın ve teşekkürler” dedik, fakat herkes çok
üzgündü. Benim reklamcılık işim duruyordu ama aklım filmdeydi.
Fakat filmi
aklımdan çıkardım. Sonra bir noktada biri dönemin Eyalet Başbakanı Dr. Roy’la
konuşmamız gerektiğini söyledi. O birkaç gün içinde Dr. Roy’un benimle görüşüp
konuşmayı çok istediğini duyduk. Ve sonra oluverdi işte…
İhtiyacınız
olanı elde ettiniz, film tamamlandı ve Pather Panchali’nin başarı öyküsü
başladı.
Açıkçası filmi
gösterime sokmak konusunda en başta pek istekli değillerdi. Film gösterime
girmeden üç ay bekledi. Sonra vizyondaki ilk iki hafta pek iyi gişe yapmadı
fakat üçüncü haftadan itibaren salonlar her gün doldu taştı. Altı haftalık
koltuk rezervasyonları olarak bilinen şey yapılıyordu çünkü eldeki süre o
kadardı.
O altı haftanın
ardından yedi hafta daha oynayacağı başka bir salona geçiyordu ve o 13 hafta
içinde hükümet parasını amorti etti, sonrasında gelen kârdı. Şu ana dek yüzde
1.500 gibi bir kâr elde ettiler ve hâlâ mütemadiyen gelen bir para var.
Tüm
senaryolarınızı kendiniz mi yazıyordunuz?
Evet, hepsini.
Ona yazmak denemez gerçi. Özel bir sistem geliştirmiştim çünkü bence senaryo
yazmanın edebîlikle hiçbir ilgisi yoktur, bu yüzden senaryoya edebî bir çaba
sarf etmem. Çok veciz belirli tasvirler yazarım o kadar; ağırlıkla hepsi
eskizlerde, diyalog ve hareketlerle ilgili küçük notlardadır.
Fakat bazı
durumlarda da edebiyat sizin için bir başlangıç noktası teşkil etmiş gibi
görünüyor.
Ah evet. Fakat
bu roman ve kısa öykülerin hepsi büyük oranda uyarlanmıştır. Hikâyede her zaman
beni çeken bir şey vardır. Tamamında olması gerekmez, belki bana filmvari
geldiği için dikkatimi çeken belli başlı önemli şeyler… Hikâyeyi defalarca
okurum ve sonra kenara koyup orada bırakırım.
Bilmek
istediğim bir şey var: Apu’nun Dünyası’ndaki (1959) firkete (Apu,
yatakta uzanmış yeni evlendiği eşini izlerken yastığının yanında onun
firketesini gördüğü sahne) yazılı mıydı, yoksa o anda mı doğaçlandı?
Yazılıydı. Çok
önemliydi, üzerine çok düşünmüştüm çünkü Hindistan sinemasında öpüşme, sarılma
ya da yakın aşk sahneleri ya da o tür şeyler göstermemeniz gerekir, hele ki
1958’de hiç gösteremezdiniz. Fakat yakınlık duygusunu, evlilik hayatının hassasiyetini
verecek bir şey istiyordum, evvelce bekâr olan birinin kendi yastığının yanında
birden başka bir yastık olmasının onu ne şekilde etkilediğini göstermek
istiyordum.
Diyelim ki adam
sabah kalktığında kadın gitmiş olsun, adamın kadının varlığını kendine yakın
duyduğunu ve hayatının bir değişim geçirmiş olduğunu sözcükleri kullanmadan nasıl
aktarabiliriz? Firkete tam da nedenle var, gördüğünüz üzere altı ay önce asla
orada olamayacak bir nesne. İnce düşünülmüştü fakat böyle şeylerin son anda
geliverdiği de olur elbette.
Apu üçlemesinde
çok otobiyografik olan bir unsur var mı?
Birinci ve
üçüncü kısımda kesinlikle yok, ikinci kısımda belki. Yine söyleyeceğim,
malzeme, kaynak kitap temel alınarak geliştirildi. Filmde olan her şey, kitapta
tohum halinde zaten mevcuttu. Öte yandan, ikinci kısımda dul annesiyle kurduğu
ilişkide ergen Apu ile özdeşlik kurabildim çünkü kendim de aynı
konumdaydım.
Elbette köyde
yaşamıyordum ve okumak için annemden uzaklaşmak zorunda kalmamıştım fakat
bilinçdışımda, bilinçli olarak ya da bilinçaltımda kendi deneyimlerimle
Apu’nunkileri ilişkilendiriyordum ve sanırım derinlerde bir yerde olayın
psikolojik yönlerine biraz olsun girebildim.
Müzik Odası’ndaki (1958) ana karakter hakkında, müziğe sevdalı ve bu tutkusu
tarafından mahva sürüklenen o toprak ağası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu müzikle
ilgili bir hikâye ve o toprak ağalarının, zamindarların* büyük müzik hamileri
olduğu inkâr edilemez. Filmdeki toprak ağası kötü kaderine mahkûm bir figür
olarak tasvir edilir fakat sönüp gitmeden önce parlayacak son bir kıvılcımı vardır.
Elbette yeni zenginle, geri dönüp köye yerleşen tefeciyle, yani kocaman bir eve
sahip o kültürsüz, iğrenç, kalantor adam ile rafine bir adam olan zamindarı
karşılaştırmak istedim.
Çoğu filminizde
olduğu gibi müzik yine kendi besteniz mi?
Hayır, o daha
son zamanlarda yaptığım bir şey, 1960’a gelene dek başka bestecilerle
çalışıyordum. Dört filmde Ravi Shankar’la çalıştım, burada ise filmin müziğini
Vilayat Khan besteledi. Kendisi bir sitar sanatçısıdır ki Ravi Shankar’dan bile
iyi olduğu kanaatindeyim. Babası tıpkı filmdeki gibi bir zamindarın himayesinde
çalışmış bir klasik müzisyen ve bu müzisyenler geleneğe, toprak sahipleri ve
soyluların himayesine her zaman minnettardırlar. Vilayat Khan filme bayıldı,
feodalizmin çökmesine anlam veremiyordu.
Sizden çok
farklı yöntemlerle çalışanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Dizinin üstünde duran
üç sayfayla film çevirmeye başlayan Godard mesela.
Evet ama onun
yaptığı tür filmde hazırlanmış, düzenli bir senaryoya ihtiyacı yok çünkü temel
amaçlarından biri modern hayatın kopukluğunu, düzenin yokluğunu, tanımlı
biçimin yokluğunu göstermek ve bunu ancak onu parçalara ayırarak
yapabilirsiniz.
Biçimle içerik
arasında bir ilişki olmalı, handiyse bir anlaşma?
Bence öyle.
Bazen biçimi bir karakter belirler örneğin. Truffaut, Jules ve Jim’i
(1962) yaptığı zaman pek çok insan ne kadar serbest bir kurgu tarzı olduğundan
bahsetti. Bence hepsi kızdan kaynaklanıyordu.
Ve bizzat
Jeanne Moreau’dan?
Hem Jeanne
Moreau hem de Catherine karakteri. Sanıyorum Truffaut o tarzı benimsememiş
olsaydı, film, biçimi o kadar iyi ifade edemezdi. Geleneksel bir biçimle
anlatılamazdı.
Ingmar Bergman
hakkında bir düşünceniz var mı?
Evet, ona hayranım.
Müthiş bir zanaatkâr, yapmasını istediği her şeyi yapabilen harika bir oyuncu
ekibine sahip ve muhtemelen tiyatrodaki devamlı çalışmalarından kaynaklanan bir
dram duygusu var. Onu yönetmen olarak etkileyici buluyorum fakat söylediklerine
her zaman yakınlık duymadığımı söyleyebilirim. Meşgul olduğu şeylerden
hoşlanmıyorum, bana göre pek önemli meşguliyetler değil, dinle ilgili belli
şeyler vesaire… Meşguliyetleri benim meşguliyetlerim değil fakat beni yakalayabildiği
bir gerçek.
Peki ya Dreyer?
Onu fazla yavaş buluyor musunuz?
Yavaş filmlere
aldırmam. Yavaşlığın sinirimi bozduğu zamanlar oluyor ama yavaşlık kendi başına
bir kusur değil çünkü yavaş müzik vardır, hızlı müzik vardır… zor olan kontrol
etmektir. Başarılı bir yavaş film yapmak ise çok daha zordur. Fakat Dreyer’i
zaman zaman biraz fazla elisıkı, biraz fazla sert buluyorum. Yer yer belki
biraz… mizah olsun isterdim.
Ya Buñuel?
En iyi
filmlerini izlemedim maalesef. Yok Edici Melek’i (1962) izledim ki bayağı
dahice olduğunu düşünüyorum. Her an çökeceğinden kuşkulanıyorsunuz ama bir
şekilde sizi inandırıp devam etmenizi sağlamayı başarıyor… Buñuel ile iki yıl
önce tesadüfen tanıştım. Acapulco’da aynı otelde kalıyorduk. 15 gün boyunca o
ve ben kahvaltı sofrasına ilk oturanlar olduk. O da benim gibi çok erkenci.
Sohbeti keyifli. Pather Panchali’nin büyük hayranıydı.
Fakat kulağı
duymuyor?
Çok sağır ve
çok Godard karşıtı buldum kendisini. “Ona iki yıl daha veriyorum, gelip geçici
bir modadan ibaret” diyordu.
Müzik Odası hakkında konuştuk. Sizin müzikle ilişkiniz nasıl?
Müzik benim ilk
aşkımdı. Klasik Batı müziğine, okul yıllarımdan itibaren giderek büyüyen
muazzam bir ilgi duydum. Sonra kendi klasik müziğimiz geldi. Böylece bir plak
koleksiyonu oluşturmaya başladım. Cebimdeki azıcık harçlıkla o ay Beethoven’ın
Beşinci Senfonisi’nin ilk bölümünü, ikinci ay ikinci bölümünü, üçüncü ay üçüncü
bölümünü satın alırdım.
Hâlâ
Beethoven’la mı yatıp kalkıyorsunuz?
Aslında pek
Beethoven’la değil artık, belki bazı oda müzikleri hariç. Oysa Bach her daim
var, ayrıca Mozart’a da çok düşkünüm. Operalarını ve koro eserlerini epey
çalıyorum artık. Ve barok, ağırlıkla Scarlatti, Rameau, Couperin ve erken
barok, Schutz ve Palestrina gibi şeyler. Hatta Gregoryen ilahiler ve
Monteverdi, giderek daha öyle şeyler. Bazı çağdaş müzisyenler de. Bartok’un oda
müziklerini, kuartetlerini çok seviyorum.
Hiç
sevmediğiniz bir şey?
Romantiklerden
bazılarına katlanamıyorum. Mesela… Schumann’lardan bazıları, Schubert’lerden
bazıları. Romantik şeyler beni çok sıkıyor.
Bugüne dek
yaptığınız filmlerin Batıda anlaşıldığını düşünüyor musunuz?
Filmlerime dair
en iyi eleştiriler Batıda yayınlandı.
Fakat önemli
yanlış anlamalar olmuş olabilir?
Ah,
niyetlerimle hiç ilgisi olmayan anlamlar yüklendiği, yorumlar atfedildiği oldu elbette
ama bazıları da müthiş kavrayışlıydı. Batıl itikadı, metafizik ile dinin son
derece Doğulu yönlerini ele alan Devi gibi bir filme dair
eleştirilerdeki kavrayış derecesi beni hayrete düşürdü. Demem o ki muazzam bir
algı. Charulata’ya dair en iyi eleştirilerden biri Batıda, Sight and
Sound’da çıktı.
Dindar mısınız?
Tanrının mı insanı, insanın mı tanrıyı yarattığına inanıyorsunuz?
Şahsi hissim,
insanın tanrıyı yarattığı yönünde. Fakat biliyorsunuz, yaşamın nasıl başladığı
hep bir gizem olagelmiştir ve ben, evveliyatı üzerine sürekli kafa yormaktan, zihnimde
zamanın başladığı o ilk âna gitmekten hoşlanırım. Fakat tanrıya inanmakta fayda
olduğunu düşünmüyorum, bunun lüzumunu hiç görmüyorum.
Yaşanmakta olan
gelişmelerin ışığında bilimsel bilgiye inanmanın artık daha önemli olduğu kanaatindeyim.
Spiritüalizme, seanslara, ruh çağırmalara ya da duyular dışı algılama gibi
şeylere inanmıyor değilim…
Bunların
bilimle açıklanabileceğini mi kastediyorsunuz?
Bence bir
noktada öyle olacak; gerçi muhtemelen çok, çok uzun zaman alacak ama tüm
bunların açıklanabileceğini düşünüyorum. Rüyalar, hatıralar, ESP (duyular dışı
algılama), yeniden doğuş, önceki bir doğuşun hatırası ve böyle şeyler hakkında bir
süredir çok okuyorum, öylece yabana atamam.
Sizce sanatçı
mesafesini korumalı mı, yoksa kendini bir davaya adamalı mı?
Genel anlamda
hayattan soyutlanmış halde yaşamıyorsanız biraz adanma kaçınılmazdır. Fakat ben
sanatçı olarak asla bir propagandacı olmak istemem çünkü kimsenin toplumsal
sorunlara kesin, nihai cevaplar verebilecek konumda olduğunu düşünmüyorum.
Esasen, işe
yarayan hiçbir propaganda yoktur, zira… Size, bir keresinde Renoir’ın bana
dediği bir şeyi söyleyeyim: “Çok sayıda savaş karşıtı film yapılıyor; ben genellikle
en insani savaş karşıtı film addedilen Harp Esirleri’ni 1938’de çektim.
1939’da savaş patlak verdi.”
Daha sonra bir
başka savaş karşıtı film olan Le Caporal Epingle’i (1962) çekti.
Evet, daha mesafeli.
İşe yaradı mı? Yaramaz tabii. Ben sorunları ortaya koyup halkın belli toplumsal
sorunların varlığının farkına varmasını ve kararlarını kendilerinin vermesini sağlamak
istiyorum. Fakat güçlü görüşlere sahipseniz taraf tutmak bir noktada kaçınılmazdır.
Yani bir
anlamda kendinizi adarsınız ama bir sanatçının cevaplar sunmasının, “Bu
doğrudur, bu yanlıştır” demesinin gerekli, önemli veya doğru olduğunu
düşünmüyorum.
Sizce Gandhi
mi, Nehru mu daha büyük bir insan?
Nehru’ya daha
yakındım sanırım. Nehru’ya hayrandım, onu daha iyi anlıyordum çünkü ben de bir
nevi Doğunun ve Batının ürünüyüm. Nehru’da belli bir liberalizm vardı, Batılı
değerlere dair belli bir farkındalık, Doğunun değerleri ile Batının
değerlerinin bir kaynaşımı. Gandhi’de bunları bulamadım.
Fakat elbette
Hindistan’ın halk yığınıyla temas halinde bir insan, bir simge olarak epey
sıradışıydı. Fakat insan olarak… Nehru’nun ne yapmakta olduğunu her zaman
anlamışımdır, tıpkı Tagore’un ne yapmakta olduğunu her zaman anladığım gibi. Tagore’u
bunun dışında tutamazsınız, bu bir üçgen.
Nehru’da ve
kendinizde olduğundan bahsettiğiniz bu kaynaşım, size güçlü yönlerinizden biri
gibi mi geliyordu, yoksa hem güçlü hem zayıf mı?
En başından
beri güçlü yönlerimden biriydi. Fakat arkanızda kendi kültürünüzün desteği
olmalı. İlk filmimi yaptığım sıralarda bile bunun farkındaydım. Batılı bir
eğitim almıştım, İngilizce okumuştum fakat son on yıldır gitgide daha çok
ülkemin tarihine, halkıma, geçmişime, kültürüme geri dönüyorum.
Kendi
geleneğinizin en iyi yönü nedir?
“En iyi yönü”
değil de “ayırıcı niteliği” diyelim. Sanskrit klasiklerinden başlarım
sanıyorum: Upanişadlarda* ve Vedalarda* bile bulunan, doğaya o muazzam yakınlık
ve çok derin bir felsefe şekli... Nötronun, atomun mevcudiyeti, evrenin hem
küçücük bir nokta içerisinde olup hem de sizi çepeçevre sardığı fikri, evrenin
kapsanışı…
Bu noktada size
bir hikâye anlatacağım. 1928’de, 7 yaşımdayken, annemle birlikte Tagore’un
üniversitesine gittim. Yeni satın alınmış küçük imza defterim de yanımdaydı,
annem defteri Tagore’a uzatıp “Oğlum sizden birkaç dize rica ediyor” dedi. O da
“Defter bende kalsın” dedi. Ertesi gün almaya gittiğimde defteri çıkarıp şöyle
dedi: “Senin için bir şey yazdım, şimdi anlamasan da büyüyünce anlayacaksın.”
Sade bir
üslupla yazdığı en iyi şeylerden biridir, anlamı da şu: “Nehirleri ve dağları
görmek için bütün dünyayı dolaştım, çok da para harcadım. Çok uğraştım, her
şeyi gördüm fakat evimin hemen dışında küçük bir çimen yaprağı üzerindeki çiy
damlasını görmeyi unuttum, tümsek yüzeyinden etrafındaki bütün evreni yansıtan
o çiy damlasını.”
Ve bu çiy damlası
Hindistan geleneğinde mi?
Bizzat
Hindistan geleneği. Bu çok ama çok önemli. Esas olanın çok küçük bir
ayrıntıdaki mevcudiyeti ki daha geniş olanı ifade etmek için onu yakalamak
zorundasınız; tam da bu, Hindistan sanatında mevcut… halk şiirinde, halk
ezgilerinde. Bence öz bu.
Öz, kozmik ve
mikroskobik olanın muazzam bir birleşimi öyleyse?
Evet, ve bunu
giderek daha net bir şekilde görüyorum. Geçenlerde bir kitap aldım. İçinde
şunun bunun noktalarının, noktacıklarının elektron-mikroskop fotoğraf serileri
var, belki küçük bir su yosunu parçası, bir parça protoplazma ya da bir şeyin
başı, ve ortaya çıkan desenler doğrudan ta Upanişadlara uzanıyor… Belki 2.000
kat daha güçlü bir mikroskop neler gösterecek bilmiyorum… hücresel biçimdeki
yaşamın nereye kadar uzandığını.
Hücresel biçime
dair bu farkındalığın erken dönem klasiklerde mevcut olduğu kanaatindeyim… ve
sanat eserlerini hücresel tasavvur ediyorum, küçük düğümler, küçük ayrıntılarda
birbirine bağlanan küçük moleküller gibi ama aynı zamanda genel biçime dair
bütüncül bir kavrayış, ayrıntıya dair bir kavrayış var, bir yoğunluk, zenginlik
var ki pek çok Batılı da bu kavrayışa sahip.
Bunu toplumsal
gerçekçi eserlerde bulmak pek mümkün değil.
Değil, çünkü
orada başka bir şeyle başlıyorsunuz. Bir sonuçla başlıyorsunuz, oysa benim
durumumda, özgün bir hikâye yazarken karakterlerle başlarım, onlar olay
örgüsünü kendi hakikatleri ve istemleri doğrultusunda geliştirir. Bu
Hitchcock’un tam tersi. Hitchcock’un en başta bir örüntüsü vardır ve iki
boyutlu karakterleri onun içine yerleştirir.
Bende farklı,
eminim Renoir’da, Çehov’da da öyledir. Bu insanlardan çok şey öğrendim. Kendi
klasiklerimden ne kadar çok şey öğrendiysem, büyük hayranlık duyduğum bu
insanlardan da o kadar çok şey öğrendim. Fakat ben karakterlerle başlarım ve
epey kısmını yazıp da birbirlerine nasıl tepki verdiklerini görene dek sonunun
neye benzeyeceğini bilmem. İki karakteri yerleştirip tepki verişlerini izlerim
ve bilgim yettiğince hakikate benzeterek ilerlerim, hikâye de işte orada
gelişir.
*Bölünme: Britanya
Hindistanı’nın 1947 yılında Hindistan ve Pakistan olarak iki dominyona
bölünmesi.
*Zamindar:
Farsça “zemîn” ve “dâr” sözcüklerinin birleşiminden oluşan ve toprak sahibi
anlamına gelen “zamindar”, eski Hindistan’da hükümdara bağlı, onun adına vergi
toplama yetkisine sahip, büyük arazileri ve çok sayıda köylüyü yönetimi altında
bulunduran feodal toprak ağasına verilen isimdir.
*Upanişadlar: İlk olarak İÖ 600 yıllarında görülmeye başlayan felsefe ve teoloji metinleri Upanişadlar, kendilerini önceleyen Veda metinlerine dayanmakla birlikte o metinlere eleştirel ve uzlaşmacı bir çizgide yer alırlar.
*Vedalar: Hint
düşüncesinin en eski kaynakları. Dinî niteliği ağır basan ve mitolojik unsurlar
da içeren bu metinler Hint yaşayışı ve düşüncesini derinden etkilemiştir.
Kaynak: https://www.bfi.org.uk/sight-and-sound/features/satyajit-ray-conversation-1970-folke-isaksson