2 Haziran 2010 Çarşamba

Mavi kuş her daim sarhoş

"Ne kadarını anlatmalıyım?"
Aklımın içinde volta atıp durdu bu soru.
"Konuşuyorum ama ne kadarını söylemeliyim?"
Bavulu ne kadar açmalı, içindekileri ne kadar yaymalıyım etrafa..ya da gerek var mı buna?
"Sus" dedim kendime, "sus anlatma artık, çok uzattın yeter. Gücün varsa kalk hatta masadan".
Yoktu.
Anlatmamaya gücüm yoktu, varsa da bulamadım.
Hele sevilmemeye. Elbette alışıyor insan, neyse ki alışıyor.
Turgut demiş, ben diyemedim:
"Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız".
Yalnızlık bir denge işi zira.
Demeye çalıştım, sesim çıkmadı.
Yazıyorum yazmasına ama okunduğunu bilince yazmak zormuş.
Bakalım kahramanımız bu sefer de firar edebilecek mi? Pabucumun kahramanı...

Midem bombok sahiden. Böyle olacağını biliyordum elbet. Dilimi çözeceğini de bildiğim gibi. Susmak istiyordum halbuki, anlatmamak istiyordum. Gene de içtim, çözüleceğimi bile bile içtim. Geçmişle yüklü bavul, evet. Bu yaşta kimse kimseye küçük el çantasıyla gidemez zaten. Bir yük olacak ister istemez. Bu beni şöyle aptal yerine koydu, o beni böyle istemedi vesaire. Yara bere olarak ifade edilen bir sürü hayal kırıklığı.
Kimi daha barışık oluyor yaşadıklarıyla, hissettikleriyle, "derisinin altına kazınanlarla". Zamanın geçtiğinin ve geri gelmeyeceğinin bilinciyle yaşıyor.
Kimi de biraz içince benim gibi dön dolaş aynı şeyleri anlatıyor. Bizim bu tarafta zaman daha durağan bir nane. Seçtiğin bir zaman diliminde ikamet edebiliyorsun ya da her gününü aynı hesaplaşmalarla, pişmanlıkla, hınçla, öfkeyle, nefretle renklendirebiliyorsun. Bugünü yaşamak dışında her şey ihtimal dahilinde.
"Ne kadarını anlatmalıyım?"
"Bilekliğe böyle bakmamalıyım...yakalandım. Şimdi ne kadarını anlatmalıyım? Merak ediyor mu ki? Sıkılmış, uykusu gelmiş olmalı. Dilim de zor dönüyor. O sıkılmadıysa bile ben sıkıldım aynı şeyleri anlatmaktan. Ne anlamı var? Ne gereği var? Kendimden uzaklaştırmaya mı çalışıyorum, bırakmadım mı böyle çocukça oyunları? Gene kaçacak mıyım, buna gücüm var mı? Yoruldum. Belki o kaçar. Kaçmalı. Ne can sıkıcıyım. İnsanın kendinden kaçamaması ne acı."
Birbirini kovalayan bir sürü düşünce...biraz korku, biraz huzur, bastırmaya başlayan uyku ve açlık.

Kimseyi düşünme, kendini düşün artık diyorlar.
Arkana bakma artık, hayata dön, yaşamına devam et diyorlar.
Diyorlar, diyorlar, diyorlar...Haklılar.
Mutlu olmayı istemeliyim yeniden. Yıllar sonra bir kere istedim ve onu da yüzüme gözüme bulaştırdım diye...pes edesim var evet. Doğrusu, var.
Ya da mesela "hadi" deseler, pılımı pırtımı topladığım gibi yarın taşınırım Paris'e. Kimsenin beni tanımadığı, travmalarımla ilgilenmediklerini söyleyebilecekleri bir yere taşınmak istiyorum. Yeteri kadar uzak, yeteri kadar yakın ama tanınmadığım, bilinmediğim, gerekirse sevilmediğim.
Ne kadar büyüsem de bu kaçma dürtüsü bırakmıyor peşimi. Halbuki eninde sonunda geri dönüyorum işte. Bazen sadece bakalım peşimden gelecek mi diye kaçıyorum. Bu sebeple atlayıvermemiş miydim denize Ortaköy'den? Biraz deliliğin zararı yok, olmamalı.

Özgür ruh, kaçak...radyasyondan kaçar gibi koşarak kaçılmıyormuş değil mi bağlanmaktan? Durup durup Issız Adam geliyor aklıma. Hani şu yemem ben bunları konuşması yapan kıza, adamın, "belli ki yemişsin zamanında" dediği sahne. Kahve fırlatacak durumda değilim. Yedim. Çok akıllı, pek kaçaktım. Ne oldu? Aşk saçmalığını yedim işte. Kendime duyduğum öfke ve nefretin biraz dinmesini umarken aptallığım yüzünden öfkeliyim şimdi kendime. Hepsi o aptal filmler, şiirler, şarkılar yüzünden. Hele şiirler, hele o şiir.."iki rayı gibiyiz bir tren yolunun, yakın olması neyi değiştirir son istasyonun". Hangi tren, hangi ray, hangi istasyon?

Tanıdığım zeki bir adam, bana inanmadığını söyledi. Ben ağladım.
Kendime inanmak, aşka inanmak istediğim yegane andı.
İstediğim halde bağıramadım avazım çıktığı kadar, peki ben nasıl inanacağım diye.
Tanıdığım bu adam çok zeki ve çok güzel bir adamdı. O yüzden inanmadı bana, belki haklıydı. Madem göz göre göre aldanmakla alakalı bu sevmek işi; onca şiir, şarkı, film madem...o zaman sadece iyi zamanlarında değil boktan zamanlarında da biraz daha emek sarf edilse bu işe diyorum. Herkes hassas, herkes zor, herkes yalnız. Kolay mı bir insanın elini tutmak, gözünün içine içine bakmak? Vazgeçmek de biraz zor olmalı.
O kadının kolları, bilekleri kalın olabilir. Alnı geniş hatta elleri çirkin olabilir. O kadın firara aşina, başına buyruk, fevri ve zaman zaman kırıcı da olabilir... ama arkasını dönmesi ağladığı görülmesin diyedir belki. Ne yaptıysa, ne yapıyorsa aşkla sevdayla ve aşk için ve sevda için yapmıştır, yapıyordur belki.
Ne kolay seni tanıdım, seni sevdim demek. Vazgeçebilmek de bir o kadar.

Sahi, kuşlar hala uçuyor mu be?







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder