Bir arkadaşımın durumunun sinirlerimi yıpratacak kadar canımı sıkmış olmasını ve zaten iyiden iyiye hasta olmamı gerekçe göstererek yatay pozisyonumu hiç bozmadan ve gözlerimi nadiren açarak bu Pazar'ı pas geçtim. Bugün Pazar diyerek, yani artık ritüel haline gelmiş şiirsel bir atıfla gülümseyerek uyandığım sabahların aksine bugün bir gün bile değil, olmayacak dedim ve olmadı. Onun yerine görüş günü misali rüyalarımdan birinde sürdürdüm varlığımı.
Öksürürken karnımda duyduğum bu acı... yoksa.. olabilir mi? Karnımda kas mı var?! Daha neler.
Nazsız niyazsız bir hastalık geçiriyorum. Belki alışmam lazım. Muhakkak alışmam lazım. Bugün -akşam 9'da gözlerimi açmamla başlayan günden bahsediyorum elbette- yemek yapma konusunda da pes ettim. Takatsizliğim ağır bastı, pizza söyledim. Evdeki her şeyi tüketmişim resmen, çıkıp alışveriş yapmalıyım ama öyle halim yok ki beni sanal market paklayacak sanırım. Halbuki Migros'ta uzun uzun turlamayı severim, severdim, hala seviyor olmalıyım bilmem. Dünyadaki en önemli şey evde neskafe olmaması şu anda. Lens solüsyonumun bitmiş olması bile bu kadar üzmüyor. Paket paket türk kahvesi yedekleyen anneannemi daha iyi anlıyorum şimdi, iki paket söyleyeceğim.
Bu benim hayatım evet. Evden çıkmıyor, tezimi yazıyorum. Evi temizlemem, çamaşır yıkamam filan gerek ama vakit kaybı hepsi, göze alamıyorum. Pisliğe kısa bir süre daha tahammül edebilirim ama kahve durumu aciliyet arz ediyor. Şu noktada duble türk kahvesinden başka şansım yok. Sevdiğim son adama elimle türk kahvesi yapma fırsatım bile olmadı, durduk yere bu geldi aklıma. Üzülecek yer aradığımdan değil de... belki de arıyorum. En azından bulmak konusunda yetenekliyim.
Martılar başladı gene. Tamam, İstanbul'dayım anladım artık.
Yalan, her seferinde yeniden anlıyorum.
Şu fotoğrafı buldum demin. Ne çok aramıştım... Deli deli baktığım, zevzek surat yaptığım fotoğraf. Bak gene yaptım, gene iç burkan bir detay buldum. Her şeyin bir zamanlama meselesinden kaynaklandığına inanabilirdi insan, o kadar basit olmadığını bilmeseydi. O kadar basit değil, değil mi? Hangisi daha az acı verir? Emin olamıyorum.
Gene kilo alıyorum. Güzel olmak için bir motivasyon bulamıyorum kendime. Bir haftadır doğru düzgün bakmadım aynaya, saçımı da taramadan toplayıveriyorum. Depresyonla tez yazma semptomları nasıl da benzerlik gösteriyor. İkincisinin ilkini bastırmasını umuyordum, az çok başardı sanırım.
Havanın aydınlığı ne sinir bozucu, bu haliyle öyle güzel ki. Bu hali dediğim, saat 05:02. Dün bu saatlerde miydi -belki biraz daha geç- kafamı uzattım balkondan. Gördüğüm manzara muhteşemdi ama nasıl anlatılır ki bu? Ne gece ne gündüzdü, daha ziyade çekiştiriyorlardı birbirlerini. Denizin üstünden yükselmiş tabak gibi ve sapsarı bir ayla göz göze geldik. Açık unutulmuş bir gece lambası, sönmeyi unutmuş bir sokak lambası gibi parlıyordu. Buradan küçük gibi görünen ama muhtemelen koca koca martılardan oluşan bir karartı sürüsü geçti önünden. Gerçek üstü güzellikte bir sahneydi, mahvettim şimdi anlatmaya çalışırken. Donsun kalsın istenilen anlardan biri işte.
Neydi o bir ara sabahın 8'inde kalkıp sahilde yürümelerim, peh! O değilim ki ben buyum. Bu saatlerim, bu sessizlik, bu loşluğum. Şu saniyeyi günün başka hiç bir saatine değişmem. Ama duyuyorum işte can sıkıcı bir günün daha başladığının ilk habercisi araba seslerini. Hava aydınlanıp beni sinir edene kadar biraz daha yazacağım tezimi. Sonra gene, öksürüklerle sarsılarak uyanmak zorunda kalacağım bir görüş günü daha.
Günlük gibi oldu değil mi? Kimse blogunu günlük olarak kullanamazsın demedi. Öyle bir alan olmalı zaten, bir kere de düşünmemeliyim. Yazmalıyım sadece. Yazıyorum. Ama değerli ama değersiz, çoğu zaman önemsiz de olsa yazıyorum. Burası benim küçük oyun alanım. Tezi yazarken hep buraya kaçıveresim geliyor ama tutuyorum kendimi, en azından tutmaya çalışıyorum. En doğrusunu yapayım derken sakındığım gözü çıkarmakla meşhur olduğumdan ünümü de muhafaza ediyorum bu yolla. Bir halta benzemiyor zaten tez diye yazdığım. Artık tek istediğim bitmesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder