Kanepenin üzerindeki küçük battaniyeyi düzeltiyordum. "Bitecek, hepsi bitecek, az kaldı" deyiverdim kendi kendime. Sayıklama gibi çıkıverdi ağzımdan. Umutlu olmaya duyduğum ihtiyaç kanepenin üzerindeki küçük battaniyeyi düzeltirken taştı içimden.
Dün değil evvelsi gün, yani Berkin'in öldüğü gün uyanmak istememiştim. Öğlene kadar gözlerim açık yattım yatakta. Bir uyanık, bir uyuklar halde. Bir güne daha uyanmak istemedim. Daha fazla kaçamayınca çaresiz kalktım. Pencere önündeki çalışma masama doğru gittiğimde Barbaros'tan sesler geldiğini duydum. Küçük bir grup slogan atarak yukarı doğru yürüyordu. Nedense nasılsa anladım o an. Gitti çocuk, kaybettik. Belki yanlış anlamışımdır, yoruyorumdur diye Twitter'a baktım. Doğru anlamıştım.
İşte sonrası hep gözyaşı. Baş ağrısı, kulak zonklaması, karanlık. Çalışmam, kitap çevirmem gerek ama öyle anlamsız geliyor ki önümde uzayıp giden satırlar. Biliyorum hayat devam ediyor ama etmesin istiyorum böyle edecekse. Bir çocuğun ölümüne üzülmeyen insanların yorumlarını okuyorum sonra. Gözlerime inanmak istemiyorum. O bakanın, şu milletvekilinin insanlık dışı yorumlarından daha çok yaralıyorlar beni. Hükümetin ücretli sosyal medya birlikleridir deyip geçemiyorum. Ücret karşılığında bile öyle şeyler yazabilmeyi aklım almıyor.
Devletin katlettiği ilk çocuk değil Berkin. Ceylan'ı, Uğur'u dün gibi hatırlıyorum. Roboski ve sonrasında yapılan iğrenç yorumları da. O zaman da yüreğim bugünkü gibi sızladığı için Berkin'in yasını temiz bir vicdanla tutabiliyorum. O gün de bugün olduğu gibi sokağa çıkmadığım içinse rahatsızım. Kendi kendime ağlamakla kalmayıp sokağa çıksaydım, isyan etseydim Berkin yaşayabilirdi şimdi. Sebepler bulmaya çalışıyorum. Gezi miladı en önemlisi. Bilgi akışının nitelik ve niceliğindeki artış, bundan önce kendi kendine ağlayan kitlenin artık mobilize olmuş olması... sayabileceğim hiçbir etmen devletin öldürdüğü hiçbir çocuğu geri getirmiyor. Suçluyum.
Dün değil evvelsi gün, Berkin'in öldüğü gün sığamadım eve. Dandik de olsa bir maske almak için eczaneye indim. Ölümden haberdarlardı. "Allah bizim çocuklarımızı korusun" dedi eczacı. Sinirlendim. "Allah korumuyor, devlet öldürüyor." Gözümdeki yaşı yadırgamalarını yadırgadım. "O çocuk, o insanlar hepimiz olabilirdik. Hiçbirimizin can güvenliği yok bu ülkede, görmüyor musunuz?" Oturup bir çay içecekmişim. İçmedim. Nefes almak için sahile indim. Polis kaynıyordu Barbaros Meydanı. Onlara arkamı, yüzümü denize döndüm. Birkaç dakika sonra utancımdan bakamadım denize. Berkin'in içi gülen gözleri benim gördüğümü bir daha hiç göremeyecekti. Bu utançla yürüdüm onlarca polisin arasından, eve döndüm.
Gece uyku tutmadı bir türlü. Döndüm durdum. Acımdan uyuyamadım. Gözlerinin içi gülen çocukları öldürenler şimdi nasıl uyuyorlardır diye düşündüm, ciddi ciddi sormak istedim çünkü duyduğum acı defediyordu uykuyu. Nasıl uyuyabildim hatırlamıyorum.
Ertesi gün, yani dün, ne zamanki Berkin önümüzden geçip gitti, o zaman değişti bir şeyler. Ölü, öldürülmüş bir çocuğun bedeni önümden usul usul götürülürken acı ve keder yerini ilk defa öfkeye ve hınca bıraktı. Öfkem üzüntüme nihayet ağır bastı. Durup durup ağlıyorum hâlâ, bundan utanacak değilim ama şimdi yalnız Berkin'in, yalnız öldürülen yüzlerce çocuğun katiline öfke duymuyorum. Binlerce insanın hayatına kastederek, milyonlarcasına zulmederek payidar kalmayı matah sanan bir devlete öfke duyuyorum.
Ne şiddet tekelini elinde bulundurmakla tanımlanan devletlerin katil olduğunu, ne de bu devletin katlettiklerini yeni öğreniyorum. Yalnızca vicdansızlığın, yüzsüzlüğün ve pişkinliğin bu kadarı yeni benim için. Abilerim ablalarım ülkenin "şanlı" tarihinde nicesine, katbekatına şahit olmuş olabilirler. Ben olmamıştım. Cinayetler, suikastlar, yolsuzluklar ve göz göre göre manipülasyonlar da gördüm ama ölü bir çocuğun ardından zil takıp oynandığını görmemiştim. Bu kadarını beklemiyordum.
Dün cenazenin çok kalabalık olacağını biliyordum. Sahiden de Gezi, çocuğunu uğurladı dün. Hava soğuk olmasına rağmen tam kadro oradaydık. Saldıracaklarını da biliyordum. Polis diliyle müdahale yani. Nitekim 4 TOMA ve yüzlerce polis Ramada Oteli'nin yanı başında konuşlanmış, Taksim'e giden yolu kesmiş bizi bekliyorlardı. Nasıl haince bir yanılsama bu? Sanki sokağa çıkmayınca, polis şiddetiyle karşı karşıya kalmayınca hayatlarımız çok tıkırında, pek güzel. Artık istisnai bile olmayan polis şiddetinin dehşeti, istisnai olmayanın, normal hayatımızın o kadar dehşetli ve korkunç olmadığı anlamına gelmiyor. Baudrillard'dan bahsetmeye çalışıyorum ama dilim bile dönmüyor, yazık. Korkmak için bir sebep bile bırakmadılar bize. Bu başlı başına korkutucu değil mi?
Dün çok uzun bir gündü. Berkin'in babasını dinlemek bir ömür gibi geldi mesela. Vakur ve onurlu duruşu Yaser Can'ın babasını anımsattı bana. Sonra gece gelen ölüm haberleri... İktidara hakim olan psikozun ne denli yıkıcı olmayı göze aldığını gördüm. Kendini kurtarmak için bütün ülkeyi ateşe vermeye hazır. Birkaç gün önce metroda iki faşist sivilin saldırısı, dün silahlı Geziciler (!) mahalle sakini ülkücüyü öldürdü haberi... Milliyetçi hareket cenahının bunu yememesi ve yedirmemesi bir yanda, hükümetin beceriksizce ve sarsakça iç savaş çıkarmaya çalışması diğer yanda... Gazi Katliamı'na denk gelmesi için Berkin'in fişini çekmiş olabilirler diye düşünebilen bir zihniyetin sırf Gezi'nin üzerine atıp ortalığı karıştırmak, Berkin'in yarattığı toplumsal etkiyi bertaraf edebilmek için bir insana kendi elleriyle kıyabileceğini düşünmek...
Şu sokak çağrıları ve sokağa çıkmayın çağrıları. Dün cenazemiz vardı, sokağa çıktık. Yüz binlerce insan usul usul yürüdük. Ne oldu? Herhangi birimizde silah mı vardı? Polis durduk yere TOMA'yla saldırıya geçmese hiçbir şey olmayacaktı dün. Dağılan dağılmıştı zaten. Dağılmayanlar da Taksim'e devam edecekti. Kimin babasının malı Taksim? Neyi kimden, kimi kimden koruyorlar? İrrasyonel şiddet kullanımıyla her an meşrulaştırıyorlar karşı şiddeti.
Ben hatırlıyorum Ruhi Su'nun mezarının her sene tarandığını ve her sene yeni bir mezar gördüğümü. Eskiden mezarlara saldırılırdı. Bu yaz cenazelere de saldırılabildiğini gördük. Ve dün, bir çocuğun cenazesine saldırılabildiğini de gördüm.
Dersim'de bir polis öldü dün. Kalp pili kullanıyormuş, gazdan etkilenmiş diye duydum ama kalp pili kullanan adamın orada ne işi var dediğini duymadım kimsenin. Biz üzüldük. İnsanlar gibi üzüldük.
Üzgünüm ama Berkin ölümsüz değildir. Berkin öldü. "Şehit" olan askerler de ölür. Hepimiz insanız ve ölümlüyüz. Yaşamaya başladığımız an ölmeye de başlıyoruz. "Halkı askerlikten soğutmak" istemiyorsanız "şehitler ölmez" dersiniz. Şizofrenik bir slogan bu. Hangi dava uğruna gerçekleşmiş olursa olsun ölüm son derece dehşet verici bir gerçek ve biz de dehşete kapıldığımız için devlet eliyle ölüme isyan ediyoruz zaten. "Ölümsüzdür" demek "kalbimizde yaşıyor" anlamı taşıyor elbette ama yarattığı birlik ve dayanışma hissinden ziyade en başta isyan ettiğimiz gerçeğin dehşetinin üzerini örtüyor. Ecelimizle de ölmüyoruz. "Ölümsüz" olduğunu haykırdığımız herkes bizzat devlet eliyle öldürülüyor.
Böylesine dehşet verici bir gerçekliğin ortasında durmuş kanepenin üzerindeki battaniyeyi düzeltirken umutlanmak istedim, yarına dair iyi bir şeylere tutunmak istedim. Aydınlanmacı zihniyet biat kültürünün iktidarına yeğdir, öyle değil mi? Biat etmeyen bir seçmen kitlesiyle ne de olsa daha kolay baş edilebilir. Dünyada tek bir rasyonalite olduğunu ve onun da kendisininki olduğunu düşünen insanların iktidarından başka iktidarı ancak geçen geceki gibi rüyamda görürüm ben. O kadar çok şey beklemiyorum zaten. Canımıza kast edilmesin, kendi halimizde doğru bildiğimiz gibi yaşayabilelim yeter.
Böyle umutsuz günlerde beni asıl umutlandıran şeyi ise olası bir CHP iktidarından çok uzaklarda, aslında sandık politikası düzeyinden bambaşka bir yerde buluyorum. Kendi gözlemlerimde, tecrübelerimde, esasen kendi ampirik verilerimde. 10 yıldır araştırma için saha çalışmalarında yer alıyorum. Türkiye'nin çeşitli illerinde girip çıktığım hane sayısını mümkünü yok sayamam. Bazen bir saat, bazen dört saat kaldım o evlerde. Bu toplumun bir mayası varsa ve o mayaya ilişkin azıcık bir şey anlamışsam, benim umudum orada.
Şüphesiz ki bariyerler var. Olan bitenin bilgisine erişim olmaması ilk bariyer. Tek "bilgi" kaynağının 7/24 başbakanı gösteren TV kanalları olmasından söz ediyorum. İkinci bariyer kanıksama, yani bilgiyle karşılaştığında onu önemsememe. Örneğin, bugün yolsuzluğa karşı gösterilen duyarsızlıkta 90'ların payı var. Bunlar ha deyince aşılacak bariyerler değil ama benim gördüğüm, gözlemlediğim insanlar da akılsız, kalpsiz, vicdansız canavarlar değildi. Bu iktidar da her iktidar gibi en alçakça etkisini algımızda bırakıyor. AKP oluyor "AK Parti", saldırının adı "müdahale", direnişin ve katliamın adı "olaylar", polis şiddeti karşısında canını kurtarmaya çalışmak "üzücü olaylar", örgütlenme değil "teşkilatlanma", HDP'ye karşı sistematik saldırı değil "yine HDP gerginliği", öldürüldü değil "öldü"...
Buna isyanım var.
Ama umudum da var.
Çünkü olmak zorunda.
Yoksa yaşayamam.
Dün değil evvelsi gün, yani Berkin'in öldüğü gün uyanmak istememiştim. Öğlene kadar gözlerim açık yattım yatakta. Bir uyanık, bir uyuklar halde. Bir güne daha uyanmak istemedim. Daha fazla kaçamayınca çaresiz kalktım. Pencere önündeki çalışma masama doğru gittiğimde Barbaros'tan sesler geldiğini duydum. Küçük bir grup slogan atarak yukarı doğru yürüyordu. Nedense nasılsa anladım o an. Gitti çocuk, kaybettik. Belki yanlış anlamışımdır, yoruyorumdur diye Twitter'a baktım. Doğru anlamıştım.
İşte sonrası hep gözyaşı. Baş ağrısı, kulak zonklaması, karanlık. Çalışmam, kitap çevirmem gerek ama öyle anlamsız geliyor ki önümde uzayıp giden satırlar. Biliyorum hayat devam ediyor ama etmesin istiyorum böyle edecekse. Bir çocuğun ölümüne üzülmeyen insanların yorumlarını okuyorum sonra. Gözlerime inanmak istemiyorum. O bakanın, şu milletvekilinin insanlık dışı yorumlarından daha çok yaralıyorlar beni. Hükümetin ücretli sosyal medya birlikleridir deyip geçemiyorum. Ücret karşılığında bile öyle şeyler yazabilmeyi aklım almıyor.
Devletin katlettiği ilk çocuk değil Berkin. Ceylan'ı, Uğur'u dün gibi hatırlıyorum. Roboski ve sonrasında yapılan iğrenç yorumları da. O zaman da yüreğim bugünkü gibi sızladığı için Berkin'in yasını temiz bir vicdanla tutabiliyorum. O gün de bugün olduğu gibi sokağa çıkmadığım içinse rahatsızım. Kendi kendime ağlamakla kalmayıp sokağa çıksaydım, isyan etseydim Berkin yaşayabilirdi şimdi. Sebepler bulmaya çalışıyorum. Gezi miladı en önemlisi. Bilgi akışının nitelik ve niceliğindeki artış, bundan önce kendi kendine ağlayan kitlenin artık mobilize olmuş olması... sayabileceğim hiçbir etmen devletin öldürdüğü hiçbir çocuğu geri getirmiyor. Suçluyum.
Dün değil evvelsi gün, Berkin'in öldüğü gün sığamadım eve. Dandik de olsa bir maske almak için eczaneye indim. Ölümden haberdarlardı. "Allah bizim çocuklarımızı korusun" dedi eczacı. Sinirlendim. "Allah korumuyor, devlet öldürüyor." Gözümdeki yaşı yadırgamalarını yadırgadım. "O çocuk, o insanlar hepimiz olabilirdik. Hiçbirimizin can güvenliği yok bu ülkede, görmüyor musunuz?" Oturup bir çay içecekmişim. İçmedim. Nefes almak için sahile indim. Polis kaynıyordu Barbaros Meydanı. Onlara arkamı, yüzümü denize döndüm. Birkaç dakika sonra utancımdan bakamadım denize. Berkin'in içi gülen gözleri benim gördüğümü bir daha hiç göremeyecekti. Bu utançla yürüdüm onlarca polisin arasından, eve döndüm.
Gece uyku tutmadı bir türlü. Döndüm durdum. Acımdan uyuyamadım. Gözlerinin içi gülen çocukları öldürenler şimdi nasıl uyuyorlardır diye düşündüm, ciddi ciddi sormak istedim çünkü duyduğum acı defediyordu uykuyu. Nasıl uyuyabildim hatırlamıyorum.
Ertesi gün, yani dün, ne zamanki Berkin önümüzden geçip gitti, o zaman değişti bir şeyler. Ölü, öldürülmüş bir çocuğun bedeni önümden usul usul götürülürken acı ve keder yerini ilk defa öfkeye ve hınca bıraktı. Öfkem üzüntüme nihayet ağır bastı. Durup durup ağlıyorum hâlâ, bundan utanacak değilim ama şimdi yalnız Berkin'in, yalnız öldürülen yüzlerce çocuğun katiline öfke duymuyorum. Binlerce insanın hayatına kastederek, milyonlarcasına zulmederek payidar kalmayı matah sanan bir devlete öfke duyuyorum.
Ne şiddet tekelini elinde bulundurmakla tanımlanan devletlerin katil olduğunu, ne de bu devletin katlettiklerini yeni öğreniyorum. Yalnızca vicdansızlığın, yüzsüzlüğün ve pişkinliğin bu kadarı yeni benim için. Abilerim ablalarım ülkenin "şanlı" tarihinde nicesine, katbekatına şahit olmuş olabilirler. Ben olmamıştım. Cinayetler, suikastlar, yolsuzluklar ve göz göre göre manipülasyonlar da gördüm ama ölü bir çocuğun ardından zil takıp oynandığını görmemiştim. Bu kadarını beklemiyordum.
Dün cenazenin çok kalabalık olacağını biliyordum. Sahiden de Gezi, çocuğunu uğurladı dün. Hava soğuk olmasına rağmen tam kadro oradaydık. Saldıracaklarını da biliyordum. Polis diliyle müdahale yani. Nitekim 4 TOMA ve yüzlerce polis Ramada Oteli'nin yanı başında konuşlanmış, Taksim'e giden yolu kesmiş bizi bekliyorlardı. Nasıl haince bir yanılsama bu? Sanki sokağa çıkmayınca, polis şiddetiyle karşı karşıya kalmayınca hayatlarımız çok tıkırında, pek güzel. Artık istisnai bile olmayan polis şiddetinin dehşeti, istisnai olmayanın, normal hayatımızın o kadar dehşetli ve korkunç olmadığı anlamına gelmiyor. Baudrillard'dan bahsetmeye çalışıyorum ama dilim bile dönmüyor, yazık. Korkmak için bir sebep bile bırakmadılar bize. Bu başlı başına korkutucu değil mi?
Dün çok uzun bir gündü. Berkin'in babasını dinlemek bir ömür gibi geldi mesela. Vakur ve onurlu duruşu Yaser Can'ın babasını anımsattı bana. Sonra gece gelen ölüm haberleri... İktidara hakim olan psikozun ne denli yıkıcı olmayı göze aldığını gördüm. Kendini kurtarmak için bütün ülkeyi ateşe vermeye hazır. Birkaç gün önce metroda iki faşist sivilin saldırısı, dün silahlı Geziciler (!) mahalle sakini ülkücüyü öldürdü haberi... Milliyetçi hareket cenahının bunu yememesi ve yedirmemesi bir yanda, hükümetin beceriksizce ve sarsakça iç savaş çıkarmaya çalışması diğer yanda... Gazi Katliamı'na denk gelmesi için Berkin'in fişini çekmiş olabilirler diye düşünebilen bir zihniyetin sırf Gezi'nin üzerine atıp ortalığı karıştırmak, Berkin'in yarattığı toplumsal etkiyi bertaraf edebilmek için bir insana kendi elleriyle kıyabileceğini düşünmek...
Şu sokak çağrıları ve sokağa çıkmayın çağrıları. Dün cenazemiz vardı, sokağa çıktık. Yüz binlerce insan usul usul yürüdük. Ne oldu? Herhangi birimizde silah mı vardı? Polis durduk yere TOMA'yla saldırıya geçmese hiçbir şey olmayacaktı dün. Dağılan dağılmıştı zaten. Dağılmayanlar da Taksim'e devam edecekti. Kimin babasının malı Taksim? Neyi kimden, kimi kimden koruyorlar? İrrasyonel şiddet kullanımıyla her an meşrulaştırıyorlar karşı şiddeti.
Ben hatırlıyorum Ruhi Su'nun mezarının her sene tarandığını ve her sene yeni bir mezar gördüğümü. Eskiden mezarlara saldırılırdı. Bu yaz cenazelere de saldırılabildiğini gördük. Ve dün, bir çocuğun cenazesine saldırılabildiğini de gördüm.
Dersim'de bir polis öldü dün. Kalp pili kullanıyormuş, gazdan etkilenmiş diye duydum ama kalp pili kullanan adamın orada ne işi var dediğini duymadım kimsenin. Biz üzüldük. İnsanlar gibi üzüldük.
Üzgünüm ama Berkin ölümsüz değildir. Berkin öldü. "Şehit" olan askerler de ölür. Hepimiz insanız ve ölümlüyüz. Yaşamaya başladığımız an ölmeye de başlıyoruz. "Halkı askerlikten soğutmak" istemiyorsanız "şehitler ölmez" dersiniz. Şizofrenik bir slogan bu. Hangi dava uğruna gerçekleşmiş olursa olsun ölüm son derece dehşet verici bir gerçek ve biz de dehşete kapıldığımız için devlet eliyle ölüme isyan ediyoruz zaten. "Ölümsüzdür" demek "kalbimizde yaşıyor" anlamı taşıyor elbette ama yarattığı birlik ve dayanışma hissinden ziyade en başta isyan ettiğimiz gerçeğin dehşetinin üzerini örtüyor. Ecelimizle de ölmüyoruz. "Ölümsüz" olduğunu haykırdığımız herkes bizzat devlet eliyle öldürülüyor.
Böylesine dehşet verici bir gerçekliğin ortasında durmuş kanepenin üzerindeki battaniyeyi düzeltirken umutlanmak istedim, yarına dair iyi bir şeylere tutunmak istedim. Aydınlanmacı zihniyet biat kültürünün iktidarına yeğdir, öyle değil mi? Biat etmeyen bir seçmen kitlesiyle ne de olsa daha kolay baş edilebilir. Dünyada tek bir rasyonalite olduğunu ve onun da kendisininki olduğunu düşünen insanların iktidarından başka iktidarı ancak geçen geceki gibi rüyamda görürüm ben. O kadar çok şey beklemiyorum zaten. Canımıza kast edilmesin, kendi halimizde doğru bildiğimiz gibi yaşayabilelim yeter.
Böyle umutsuz günlerde beni asıl umutlandıran şeyi ise olası bir CHP iktidarından çok uzaklarda, aslında sandık politikası düzeyinden bambaşka bir yerde buluyorum. Kendi gözlemlerimde, tecrübelerimde, esasen kendi ampirik verilerimde. 10 yıldır araştırma için saha çalışmalarında yer alıyorum. Türkiye'nin çeşitli illerinde girip çıktığım hane sayısını mümkünü yok sayamam. Bazen bir saat, bazen dört saat kaldım o evlerde. Bu toplumun bir mayası varsa ve o mayaya ilişkin azıcık bir şey anlamışsam, benim umudum orada.
Şüphesiz ki bariyerler var. Olan bitenin bilgisine erişim olmaması ilk bariyer. Tek "bilgi" kaynağının 7/24 başbakanı gösteren TV kanalları olmasından söz ediyorum. İkinci bariyer kanıksama, yani bilgiyle karşılaştığında onu önemsememe. Örneğin, bugün yolsuzluğa karşı gösterilen duyarsızlıkta 90'ların payı var. Bunlar ha deyince aşılacak bariyerler değil ama benim gördüğüm, gözlemlediğim insanlar da akılsız, kalpsiz, vicdansız canavarlar değildi. Bu iktidar da her iktidar gibi en alçakça etkisini algımızda bırakıyor. AKP oluyor "AK Parti", saldırının adı "müdahale", direnişin ve katliamın adı "olaylar", polis şiddeti karşısında canını kurtarmaya çalışmak "üzücü olaylar", örgütlenme değil "teşkilatlanma", HDP'ye karşı sistematik saldırı değil "yine HDP gerginliği", öldürüldü değil "öldü"...
Buna isyanım var.
Ama umudum da var.
Çünkü olmak zorunda.
Yoksa yaşayamam.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder