24 Mart 2014 Pazartesi

"Tatava"

Tatava: isim Çok fazla söz. (TDK)

"Tatava yapma, bas geç" sloganı hayatımda duyduğum en itici, en çirkin ve en aşağılayıcı slogan. Ters tepmesi için üretilmiş gibi. CHP'nin alacağı oyu eksiltmenin "solu bölmek" olarak nitelendirildiği şu günlerde solu bölmek isteyen sağ mihrakların işine benziyor. Aynı saygısız üslup. 

Biçim ve içerik birbirinden bağımsız olmaz ama üslubu bir kenara koyalım. İçerik net: Bu bir yerel seçim değil. Hatta bir genel seçim bile değil. 30 Mart bir referandum. Basit bir evet-hayır sorusu, bir varoluş meselesi. Bu soruya vereceğimiz cevabın "yetmez"i "ama"sı yok. Koca bir "hayır"da birleşiyoruz. "Evet"in şerri gün gibi ortada ama "hayır"ın hayrı konusunda şüphelerimiz var. Oysa dedim ya, "ama" kaldıracak bir bağlamda değiliz. Ortaya saçılmış olan şer öylesine eşi benzeri görülmemiş nitelik ve nicelikte ki AKP'nin karşısındaki en güçlü aday Darth Vader olsa ona oy vereceğiz.

Tarihin içinde bulunduğumuz noktasını aldık ve onu biz kendimiz -bunu, Carl Schmitt'in kemiklerini büyük bir zevkle sızlatarak söyleyeceğim- bir "istisna durumu" (state of exception) ilan ettik. 12 yıllık Nazi rejiminin önde gelen ideologlarından biri olan Schmitt, egemenin, devletin bekası için gerekli gördüğü takdirde hukuku askıya alabileceğini söyler. Nitekim -Erdoğan'ın benzetilmekten pek hazzetmediği- Hitler iktidara geldikten sonra kişisel özgürlükleri askıya alır. Esasen iktidarı bu "istisna durumu"na bağlıdır. Dolayısıyla istisna, aslında istisna filan değil düpedüz kuraldır. 



Her ne kadar bodoslama bir paralellik kurulamayacağını düşünsem de iki rejim arasındaki ilgi çekici benzerlikler bununla sınırlı değil. Örneğin, Erdoğan'ın yerel seçimi "İstiklal Savaşı" olarak kurgulaması Hitler'in, savaşı "Alman halkının kader savaşı" diye lanse edişini anımsatıyor. Kötü bir benzetme mi? Belki de. Biri en azından gerçekten de bir savaş, bir dünya savaşı. Diğer "savaş" ise esasında bir yerel seçim. İkisinin ortak özelliği, halkı mobilize etmek amacıyla aynı yöntemi benimsemeleri. Arendt "Alman halkının tamamı üstünde en çok etkili olan yalan" olarak nitelendirdiği ve telif hakkı Hitler veya Goebbels'de olan bu sloganın insanın kendini aldatmasını üç açıdan kolaylaştırdığını söylüyordu ve bana kalırsa en önemlisi üçüncüsüydü: Bu bir ölüm kalım meselesi, ya düşmanı yok ederiz ya da biz yok oluruz. Nitekim İstiklal Savaşı'nın şiarı da "ya İstiklal ya ölüm" değil mi?

Bu yerel seçimi bir varoluş meselesi haline getiren, Erdoğan'ın onu İstiklal Savaşı ilan etmesi olabilir ama bizim için, bu yönetim altında yaşamaya devam edip etmemenin bir varoluş meselesi niteliği kazanması Gezi Direnişi'nde oldu. Daha doğrusu o zaman orada somutlaştı, ete kemiğe büründü, dile geldi. 

Bu denli kritik bir nitelik kazanmış olduğu için de bazı non-AKP seçmenleri diğer non-AKP seçmenlerinin ideolojilerini "askıya alıp" OHAL koşullarına uygun hareket etmelerini, yani oylarını CHP'ye vermelerini istiyor. Bir kısım, CHP'yi halihazırda kurtuluş gibi algılarken bir kısım da CHP'yi sıçrama tahtası olarak düşünüyor. "Erdoğan rejimi son bulup da CHP iktidar olursa güllük gülistanlık olmayacak ama en azından askıya alınan hukuk geri tesis edilecek ve gerisi bir şekilde gelecek. Baraj düşene kadar ana muhalefet partisi dışında bir partiye oy vermek en kibar tabiriyle 'lüks'". Diğer bir deyişle tatava, yani "çok fazla söz". Yani düşünce ve ifade özgürlüğü, yani uğruna mücadele verdiğimiz özgürlüklerin en önemlilerinden biri. Bütün mücadelemiz, en basit ifadeyle "doğru bildiğimiz biçimde yaşayabilmek" olmasına rağmen bu yolda "doğru bildiğimiz biçimde" hareket etmemiz yasak ve bu yasağı dayatan da devlet değil, yine biziz. 

İşte benim dikkat çekmek istediğim tartışma, çok sevdiğim bir hocamın deyimiyle "sabahlara kadar tartışabileceğimiz" (tartışıyoruz da, başka konumuz kalmadı zaten) konular değil: CHP ne halt yiyor? Pazarlama yaklaşımının dibine vurup stratejik davranacağım diye milliyetçi hareket ve cemaat ile girdiği işbirliği uzun vadede ona zarar vermeyecek mi, çizgisini iyice sağa çekmeyecek mi? (Gökçek faktörü OHAL algısını katmerlemekle birlikte) "parti rozetini çıkarıp belediyecilik yapacak" olmakla övünen; ideolojinin kötü ve sıyrılınması gereken ve dahi sıyrılınabilir bir şey olduğunu varsayan yerleşik sağ zihniyete sahip bir adam ile "ben de sizden biriyim" diyecek kadar kibirli, bir sonraki "tek adam" olma potansiyeli yüksek bir adama mı vereceğiz İstanbul ve Ankara'yı?   İlkeli siyasetten bahseden Sırrı'nın cemaatle işbirliğine sıcak bakması tam olarak hangi ilkeye uygun düşüyor? Ya da bir başka "tek adam"ın ağzına bakması ne kadar güven veriyor? 

Bu uzun tartışmalar zaten haftalardır, aylardır sürüyor. Ben başka bir noktaya, beni oldukça endişelendiren bir noktaya dikkat çekmek, işin doğrusu endişemi paylaşmak istiyorum. Dedim ya haftalardır, aylardır bunları tartışıyoruz. Tek konumuz bu, kimi yakalarsak bu konuları açıyoruz. Bazen sosyal medya üzerinden, bazen biralarımızı yudumlarken ama sürekli bunları konuşuyoruz. Biz bunları konuşurken BB'nin şahsi menfaati doğrultusunda yükselen siyasi gerilim bu sonu gelmeyen tartışmalara da sirayet ediyor. Her gün anamızdan babamızdan, kardeşimizden, sevgilimizden eşimizden çok BB'nin yüzünü görüyoruz. Her gün bir yerlerde kin ve nefret saçıyor. Ve ben, derin bir üzüntüyle, saçtığı bu kin ve nefretin bulaşıcı olduğunu gözlemliyorum.

30 Mart sabahı bıraksalar oy vermek yerine birbirimizi boğazlayacak hale geldik. İç savaş beklendiği ve istendiği üzere AKP seçmeni ile non-AKP seçmeni arasında değil Sarıcılarla Sırrıcılar arasında çıkacak. Her iki cenah da Gezi'deydi ("ulan hepiniz oradaydınız be!"?) yani düşlediği, özlemini kurduğu yaşam asgari müştereklerde buluşamayacak türden değil ama puanlar gidişattan kırılıyor. Biz birbirimizi gidişattan kırıyoruz. Hem de çatır çatır, birbirimizin gözünün yaşına bakmadan kırıyoruz. Millet birbirini siler oldu bu yüzden. Arkadaşlıklar, ilişkiler çatırdıyor. İş mi bu yaptığımız?


Hani Berkin'in ardından söylenen bazı şeyler kanımızı dondurdu ya, hani bir çocuğun cenazesi bir vicdan sınavına dönüştü ve ummadığımız kadar insanı bu sınavda bıraktık ya... bizim şu an içinde bulunduğumuz delilik hali ne peki? Bu yerel seçim de bizim sınavımız mı? Az çok benzer bir sistemi, bir kenti, bir yaşamı düşlediğini bildiğimiz insanları, sevdiğimiz insanları, bizden farklı düşündükleri için körlükle, aptallıkla, "fazla konuşmakla", yanlış yapmakla (çünkü elbette en iyi biz biliriz ve biz haklıyız, rasyonalite tektir ve o da bizimkidir) itham ederken, yüzümüzü buruşturup boka bakar gibi bakarken, alay ederken, kırarken, üstünü bir kalemde çizerken, silip atarken çok mu vicdanlı davranıyoruz? 

Birbirimiz üzerinde tahakküm kurarak özgür bir dünyada buluşacağımızı mı sanıyoruz? Birbirimizden nefret eder hale gelerek sevgi barış filan? 

Durum açık. Durum kritik. Bu bir yerel seçim olmaktan çıktı. Yaşam hakkımızı oyluyoruz. İstediğimiz yaşam aşağı yukarı aynı. Doğru gidiş yönteminin ne olduğu da çok açık. Onun dışındakilerin hepsi hatalı. Her kim neden benimsemiş olursa olsun hatalı ve bu hata bizim yaşam hakkımıza mal olacak. Bu nedenle de bu "kader savaşı"nı, bu "İstiklal Savaşı"nı artık AKP seçmeninden ziyade bizim gibi düşünmeyen non-AKP seçmenine karşı veriyoruz. Bu kategorik karşıtlıkta ele alabileceğimiz seçmenin dünya görüşleri hiçbir zaman birbirinin aynı olmadı. Zaten bütün mesele de tüm bu dünya görüşlerinin bir arada var olabilmesiydi. Annem bu şekil düşünür, sevgilim şu şekil düşünür, dostum arkadaşım o şekil. Katılmazsak tartışırdık, silip atmazdık. Bu seçim bir turnusol olduysa, bu bakımdan oldu. 

Durum kritik, evet. Bıçak kemiğe dayandı. Neredeyse cezai ehliyetini yitirmiş bir "tek adam"ın iki dudağı arasından yönetiliyoruz. Fakat bu seçim de geçecek, bu iktidar da devrilip gidecek. Ezen-ezilen mücadelesi farklı suretlerde devam edecek. O zaman yanımızda kim olacak, kim kalacak? Hiçbir siyasi mücadeleyi bir çocuğun saçının teline değişmeyecek kadar aklıselim sahibi ve vicdanlı olan bizler için sevdiklerimiz bu kadar mı vazgeçilebilirdi? Bunu bir düşünelim derim. 



Not: Oyumu Şafak Başgan'a vereceğim, sonra da herkese Sarıgül'e oy verdiğimi söyleyeceğim. Oldu mu?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder