15 Mart 2010 Pazartesi

kayıp

kaan sezyum'un geçtiğimiz günlerde kaybettiği eşinin ardından yazdığı yazıyı okudum bugün. eğer acının paylaşıldıkça azalması mümkün olsaydı, diye düşündüm, şu anda zerre kadar acısının kalmamış olması gerekirdi. okuyanı öyle içine alıyor ki, sanki sevdiği insanı kaybeden o değil de senmişsin gibi acı veriyor. bir bakıma gerçekliyor aslında bunu: sevdiği kadını öyle bir anlatıyor ki tanımamış olduğu için üzülüyor insan. öyle sevilesi, öyle hayata bağlı.

sosyoloji, master...akademiye dair ne varsa anlamını yitiriyor bir kez daha. dünden çark edesim varmış da yer arıyormuşum gibi değil mi? tamamen anlamsız olmadığını elbette biliyorum. daha bugün heyecanlandım gene bir makale okurken. yazarken desen kılı kırk yarmaktan yazamıyorum çoğu zaman ama neticede seviyorum. seviyorum sevmesine de... yoo, bu konuda yalnız değilim bunu biliyorum. pek yalnız kalınacak gibi bir konu da değil zaten: bir insan işinden ne kadar keyif alırsa alsın, sabahları uyanmak için yeterli bir sebep olmuyor işte. elbette uyanıyorsun, hele de benim gibi tek işin evde oturup miskin miskin tez yazmak değilse, düzenli bir işte çalışıyorsan öyle bir uyanıyorsun ki. kalkmayıp da o günü pas geçme şansın yok. yok da... gülümseyerek uyanmayı özlüyor insan, yalan mı? okuduğu bir yazıyı, heyecanından farkına bile varmadığı abartılı el kol hareketleriyle anlatmak ya da yazdığı yazı henüz taslak halindeyken okumak, paylaşmak istiyor.

bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum. tanıdığım kadınlar var. bir tanesi de "when love goes wrong, nothing goes right" diyen norma jean. daha yakından tanıdıklarım da var elbette.
işime odaklanmaya çalışıyorum. gerçi bugün tam oturdum başına, evde yemek yok, dur ben bir kapuska pişireyim dedim. o lanet de pişmek bilmedi. sonra tam kapattım altını, oturdum masama.. dur bi çay koyayım dedim. sonra pes edip çalıştım aslında ama...

kaybını düşündüm, kaybımı düşündüm. ikisine de kayıp demenin ne kadar haksız ve acımasızca olduğunu düşündüm. kaybetmek pek öyle kolay birşey değil, olmamalı en azından. ölümle, ayrılıkla olacak iş değil birini kaybetmek. yani ne bileyim, nasıl anlatayım... anılarımızmış demiş ya sezyum, öyle işte. birini bir daha hiç görmeyecek olsan, ya da daha kötüsü, görecek de öyle sarılıp öyle öpemeyecek, hatta çaktırmamak derdine düşmeden rahatça öyle bakamayacak olsan dâhi kaybetmiş sayılır mısın?

tanımı gereği olur şey değil bir kere. kimi neyi kaybedebilirsin? senin olanı ancak, parçan olanı. ama o denli seninse nasıl kaybedebilirsin ki? kim alabilir ki onu senden? anılarını kim alabilir? tatları, kokuları, sesleri kim? bir hava durumunu, bir haftanın gününü, bir şarkıyı, bir bakışı almaya kimin, neyin gücü yeter?

ortada bir kayıp varsa, o insanın kendisi oluyor. kayıp, kifayetsiz, gereksiz.
iyi bir insan olmaya çalışmak anlamını da gerekliliğini de yitiriyor sanki. kötü şeyler yapıp boktan bir insan müsveddesi olmakta beis görmeyebiliyorsun. canını yakan acı öyle ele geçiriyor ki her şeyi, insan da dünya da o acıya bürünüyor, o acıya kesiyor. bunları herkes o kadar iyi bilir ki neredeyse anlamsız yazması. kimse okumadığına göre problem yok, kendim söyler kendim dinlerim. böyle hassas gibi, duygusal gibi şeyler yazacağımı sezdiğim için utandım kimselere yaymadım bu adresi zaten. utanmıyorum demiştim ya, tabi ki yalandı. utanıyorum, ama içimde tutabilecek kadar değil.

hele ki sezyum'un yazısını okuduktan sonra bir kere daha anladım ki yazmak iyi bir fikir olabilir. radikal'e olması şart değil.

kaybının yasını tutan insanlar varsayımsal bir boşluğu mu doldurmaya çalışıyorlar acaba yazarak? bilmem. bu gerçekten bir boşluk olsaydı basit kelimelerle dolamayacak kadar derin olurdu. bu gerçekten bir kayıp olsaydı, kaybeden çok geçmez aklını yitirirdi yasından, yeisinden.
oysa insan doğrudan kendini kaybediyor. bulunduğu durumdan çıkamayınca, çareyi kendi olmaktan çıkmakta buluyor. bence tabi. bu bir olgunlaşma süreci de olabilir, dibe vurma da. çoğu zaman ilki ikincisini izliyor. değişip dönüşerek başka bir insan oluyorsun. ama iyi ama kötü ama aynı insan değil... hem buna bir kayıp desek bile.. gündüz düşlerinde gene ona varıyorsun. şarkı.

14 Mart 2010 Pazar

susuyorum öyleyse varım

haklısın, içimden geldiği gibi yazayım işte. yoksa blog ne için var?
benim olsun burası. sadece benim, ne istersem yazayım. çok mu özel şeyler uluorta yazmak için? utanmam mı gerekiyor? utanmıyorum ama.

birşeyi ne kadar az insan bilirse o kadar özel mi oluyor? içimde tutamayacağım, tek başıma taşıyamayacağım kadar ağır birşeyse peki? aklımdan hiçbirşey geçmiyormuş gibi oturup delirmeyi mi beklemeliyim?

susuyorum işte. birşey söylediğim yok. kimseye bir zararım yok. yazıyorum sadece. kendime saklasam daha mı değerli derler? demesinler. benim için yeteri kadar değerli.
hem bakarsın yazarken yazarken bir iki edebiyat kaçırıvermişim gayri ihtiyari. olamaz mı, olabilir.

korku

korkuyordum. deli gibi korkuyordum hem de. bağlanmak, noktayı koyan bir fikirdi. noktalar, sonlar beni korkutuyordu. nefes alamama fikri nefesimi kesiyordu. müzik bitmesin, hep dans edeyim istiyordum.

iyilik camdandı. ben de camdandım ama yeteri kadar iyi olmadığım hissi öldürüyordu. en değerli hissetmem gereken yerde kendimi beş para etmez hissediyordum.

ölümden korktuğu için intihar edenlerin yaptığını yaptım. ben bunu yaptım.

huzur yabancı gibiydi, düşman gibi. yabancı bir düşman gibi. ele geçiriyordu beni, teslim olmaktan korkuyordum. esir düşmektense ölmek iyi bir fikir gibi görünüyordu. kendi ipimi çekmek. kendimi çok akıllı sanıyordum.

o yüzden aklıma gelmemişti bu kadar yavaş büyüyebileceğim. kimine göre çok bir süre değildir, bana sorsalar bir asır. bir asır bile geçse ne kadar değişebilir insan? istese bile ne kadar?
dans etmiyorum eskisi kadar, bu bir gelişme sayılabilir mi? oturup edebimle içiyorum. ayaktaysam bile dans etmiyorum hatta. ya bu, bu sayılır mı?

en önemlisi, bir kafese kapatılmaktan korkmuyorum artık. bunun böyle birşey olmadığını anladım. geç oldu, ama anladım.

anladım ki bağlanmaktan korkmak, olası bir geleceğe atfen duyulan bir korku değil. bağlanmaktan korkmak, aslında varolanın inkarı. korkumdan ölüyordum, çünkü çoktan bağlanmıştım. birinin birine ait olma fikri tüylerimi diken diken ededursun ben benim değildim artık.

ne acı ki yeni yeni fark ediyorum bunları. dün sorsalar söyleyemezdim.

bu bir asır geçmese, asla bilemezdim.

suçlasalar, inanmasalar mesela, gene her şeyi mahvedeceksin deseler...evet, deseler? hayır, her şey kusursuz olacak diyemem. anladım çünkü, kusursuz yok, biz varız sadece. sorsalar, büyüdüm evet ama gene aptalca davranmayacağımın garantisi yok derim. ama gene birşeyleri sarsakça kırıp dökeceksem, bunu en azından kaçmaya çalışırken değil kalıp emek sarfederken yapacağım derim.

keşke insan her şeyini kaybetmeden önce anlayabilse her şeyinin bu olduğunu.
keşke bu kadar imtina etmeseydim keşke diyebilmekten.

kan kusup kızılcık şerbeti içtim demeyi marifet saymasaydım keşke. bir bir söyleyebilseydim aklımdan geçenleri. gururu bir kenara bırakıp elimi uzatabilseydim.

gelecek yılların hayalini kurmayı yasaklamasaydım kendime. tadını çıkarabilseydim. belki o zaman gerçekleşme ihtimalleri bile olurdu. en adi despotlar bile yasaklayamazken hayal kurmayı, ben kendime nasıl yaptım bunu. nasıl bir korkuydu bu, nasıl bir inkar...inanamıyorum.
ne çok zaman tanrım. hala da bitmedi, geçiyor. ne çok zaman. çok, çok fazla bu.

13 Mart 2010 Cumartesi

merhaba

merhaba
ben blog yazmaya karar verdim.
söylemem gereken şeyler var çünkü.
konuşmaktansa yazarken daha rahatım çünkü.

öte yandan içim o kadar rahat değil. aklımın gerisi foucault'nun işgali altında. hatta, alaycı gözler ve yarım bir gülümsemeyle "qu'est-ce que tu fait?" deyişini gözümde canlandırabiliyorum.
kendimi kendi rızamla ele mi vereceğim yani? öyle görünüyor.

"foucault'nun kavramsallaştırdığı türden güç odakları, lütfen gözetimle filan kendiniz yormayın. aklımdan geçen ne varsa buraya yazmaya talibim. sizi uğraştırmak istemem. birşey saklamayı oldum olası beceremem zaten."
aşağı yukarı böyle birşey işte.

gönül isterdi ki edebi değer taşıyan satırlar yazabileyim. yazacaklarım değersiz olduğundan değil fakat içime lefebvre kaçmış olmalı ki "stil kalmadı stil" diye içten içe hayıflanıyorum. önüne gelen yazıyor, evet. tadını çıkar henri.

ifade edecek daha az şey kaldıkça ifade özgürlüğü mü artıyor ne? nostaljinin pençesine düşmeyeceğim hayır. tarihten tek birşey öğrendiysem o da anakronizmin küçük, basit fakat korkunç bir hata olduğu.

teorisine az çok vakıf olduğumuz konular var. bilgisine, bilincine, farkındalığına da diyebiliriz. entellektüel düzeyde elimize su dökülemeyecek mevzular. hakkında uzun, şık ve tutarlı cümleler kurabileceğimiz...yani ahkam kestiğimiz. gece yastığa başını koyduğunda nereye gidiyor onca şey merak ediyorum.
bir tek bana olmadığına eminim.

bir tür "hadi yalnız olmadığımı gösterin bana" çağrısı değil mi bu zaten? yazıp yazıp internete salıverdiğimiz birçok yazı -hadi gene temkinli olayım, hepsi demeyeyim- aslında yalnız olmadığımızı kendimize kanıtlamak için değil mi? ciddiye alınmak, beğenilmek, sanal kanallarla da olsa tanıdığın ve tanımadığın insanların hayatına dahil olabilmek... bunlar önemli de olsa yan ürün, çünkü hiçbiri çektiğimiz acıyı sadece bizim çekmediğimizi bilmek kadar kolaylaştıramaz yaşamayı. ruhumuzu besleyebilir ya da gururumuzu okşayabilir ama daha kolay ve katlanılır kılmaz. -dır'lı -dir'li cümle kuranlara benzedim, ama belli ki sadece benim görüşüm bu. yoksa cümlealem bilir ki kesin yargılara kesinlikle karşıyız!

bunu da birileri okuyacak mı diye meraktan ölüyorum aslında. hem bu sefer kimin okuduğunu da bileceğim değil mi? belki yorum da yazılır, o derece.

teknolojiden nefret ediyorum, o da benden ediyor, hislerimiz karşılıklı ama gene de etkilendiğimi itiraf etmeliyim. özellikle skype ve gigapedia dünyamı aydınlatıyor diyebilirim.

blog mu yazacağım şimdi ben? bir an vazgeçmek geldi içimden, ama sözlerimi tutamam içimde, bilirim. illa ki yazacağım...