13 Haziran 2011 Pazartesi

Yaptıklarınız Yapacaklarımızın Teminatıdır

                      Aynı anda aynı seçim sonuçlarını izleyip içim sıkılıyor demişizdir. #seçim2011


13 Haziran Türkiye’si diyorlardı, uyandık. Aynı güneş, aynı deniz, aynı taş toprak. 13 Haziran Türkiye’sindeki tek kaygım bir doktora tez konusu bulup önerisini yazmak için çok az vaktim kalmış olması. Kendi küçük dünyam ve kendi küçük derdim. Tabi dün sinek gibi NTV ekranına yapışmış bir yandan da Twitter’ı yoklayarak sandıklar açıldıkça gelen seçim sonuçlarını izlerken hiç bu kadar soğukkanlı değildim. CHP’nin milletvekili sayısını artırmış olması, hala çok yetersiz olmakla birlikte kadın milletvekili sayısındaki artış ve özellikle de bağımsızların mecliste bu denli yüksek bir sayıya ulaşmış olması güzel. AKP’nin oylarını artırmasını bekliyordum ama %50 psikolojik sınırımı biraz zorlamış olacak ki açılan son sandıktan çıkan son oya kadar gözüm yüzdelerdeydi. Nitekim %49’u görünce %50’yle aralarında dağlar varmış gibi rahatladım. Sayılarla aram iyi değildir, rakamlar şu yaşıma gelip de çözemediğim bir alfabe ama %49-%51 psikolojisi sandığımdan çok daha yerleşikmiş aklımın gerisinde.

Meşhur balkon konuşmasına kadar çok da karartmamaya çalıştım yüreğimi. Hatta geçenlerde okuduğum AKP İktidar Olmalıdır başlıklı yazıyı getirdim aklıma: “Bir çok alanda, başta sanayi ve konut sektörü olmak üzere, çok büyük sorunlar giderek yumak haline geliyor. İçinde insan olmayan, gösterişe yönelik akıl almaz savurgan bir yatırımlar dönemi yaşadık. Limanlarımız dahil yine büyük bir hoyratlıkla elden çıkarıldı. Kısacası, gelecek ağır krizi hiçbir biçimde karşılayamayacak bir ülke tablosu önümüzde. Şimdi AKP yarattığı bu korkunç tabloyu başka birilerinin kucağına bırakıp kaçmamalı.” Yazının başlığıyla müsemma önerisi hariç her satırına katılmıştım. Ancak görünen o ki yazarın istediği oldu ve –benim açımdan iyimser- tahminlerinin aksine AKP üçüncü kez tek başına iktidara geldi. Bize de ceremesini gene bizden başkasının çekmeyeceğini bilerek oturup bu ucube iktidarın kendi kendini yemesini izlemek kalıyor.

Dedim ya balkon konuşması canımı sıktı biraz. Nasıl sıkmasın ki? “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatı” ne demek? Sıçtık, şimdi sıvayacağız demek. Dozunu giderek arttırdığı ve milliyetçilikle harmanlayıp modası hiç geçmeyen Türk-İslam sentezine dokuduğu dini diskuru karşısında kanım donuyor. Bir de ne olur, çok rica ediyorum, beni kucaklamasın. Düşman kuvvetlerin askerleri tarafından tecavüze uğruyormuş gibi hissettim kendimi. Kendi seçmenleri için Weber’in karizmatik lider kategorisine giriyor olabilir ama ben kendisini zerrece karizmatik bulmuyorum. Ayrıca, balkondan “inşallah, maşallah, eyvallah” ile bezediği “liberté, égalité, fraternité” nutukları attığı sıralarda polisinin Diyarbakır’da, Şırnak’ta, Siirt’te kutlama yapan insanları “kucaklama” haberleri sosyal medyaya ulaşmaya başlamıştı bile. Bu durumda kendisinin karizmatik olduğu kadar sözünün eri ve tezcanlı olduğunu da düşünebiliriz belki?

Hakkını teslim etmek lazım, popülizm konusunda inanılmaz başarılı buluyorum AKP’yi. Muhafazakar bir iktidar partisinin popülist politikalarında ya da sosyal hizmetin yerine sosyal yardımı koymasında yadırganacak bir şey yok. İçindeyken yani dayattıkları hayatı yaşarken soğukkanlı bakmak zor olsa da bir adım geriye atarak bakmak bile yetiyor, kendisinden tam da bekleneceği gibi hareket ettiğini görmeye. Siyaset kitaplarında okutulsa yeridir, öyle güzide bir örnek. Öte yandan muhalefetin hali içler acısı. Son dönem sosyolog eli değen CHP’nin bundan sonra çok daha somut ve isabetli sosyal politika önerileriyle geleceğini düşünsem de –özellikle de genç- seçmen kitlesi hakkında bu kadar umutlu değilim. Daha doğrusu yeterli bilgi ve birikim edinmeden, yok denecek kadar az gelişmiş bir eleştirellik ve onun yerine giderek güçlenmiş bir güdümlenmeyle gözünü açar açmaz gördüğü ilk makbul ideolojiye tutunan hiç kimse için fazla umut beslemem. Her seçim sonrası gerek Aziz Nesin’in kemiklerini sızlatarak olsun, gerekse ülkeyi terk etme planlarıyla olsun insanını büyük bir hevesle aşağılamaya koyulan kimselerin bu güruha dahil olduklarına dair güçlü şüphelerim var. Hayatlarında oturup birkaç Aziz Nesin kitabı okumamış olduklarına dair şüphelerim ise çok daha güçlü. Müstahaktırcı solculara da aşağı yukarı aynı mesafede kalmayı yeğliyorum.

Belki tezini yazmış olduğum için buna inanıyorumdur, belki de buna inandığım için tezini yazmışımdır ama halk, iktidar partilerinin zannettiği kadar bile aptal değildir. En başta halk, senden benden başka bir şey değildir. Bu yüzden de halkım/halkımız söylemi oldum olası irkiltir beni. “O halk da sen kimsin pırasa?” diye sormak isterim. Kendini aydın olarak tanımlamak, kendini herkeslerden ayrı –ve tabi ki üstün- bir yere koyma refleksini de beraberinde getiriyor olmalı. Bu tongaya düşmemek için zaman zaman ben de kendimi çimdikliyorum, bunda utanılacak bir şey yok. Fiziksel olarak düşündüğümüzde bile insan bir noktada durup bir yöne bakabiliyor ancak. Algısını eğitmek kendi elinde olmakla birlikte kısıtlı. O yüzden, “benim gibi düşünmeyen insan yanılıyordur” inancını çok da hor görmemek lazım. Elimizdeki malzeme bu. İnsan.

Öte yandan bu, hiçbir aşağılamayı meşru kılmaz. Hepimiz kendi doğrularımız ve yanlışlarımız çerçevesinde bir yaşam sürüyoruz. Benim için ideoloji, dünyada durduğum yerdir. Oradan bakınca görebildiğim kadarıdır, yani tanımı gereği kısıtlıdır. En geniş görüş açısına sahip olmak adına dünyanın en yüksek dağına çıkıp kendi etrafımda bir tam daire çizsem de kürenin öbür ucunu göremem. Dünya düz değil, gerçeklik de öyle. Dolayısıyla seçmenlerin %49.9’unu, %25.9’unu, %12.99’unu ya da %6.65’ini beyinden yoksun addetmeden evvel durup düşünmemiz, kendi okumamızın geçerliliğini sorgulamamız gerektiği kanaatindeyim. Direniş gösterilmeyen bir iktidar mümkün olabilir mi? Karşıtları kadar yandaşlarının da direnişini kastediyorum. Ya gözümüzün seçmeye alışık olmadığı direniş biçimleri varsa ve biz sırf bu görüş eksikliğimiz yüzünden iktidarı mutlak, insanları aptal, kendimizi de çok akıllı sanıyorsak?  Ne de olsa tek bir iktidar, tek bir direniş ya da tek bir akıl yoktur. Nasıl ki binlerce kişinin katıldığı bir protesto yürüyüşünün tek bir medya kanalında bile haber olmayışı o yürüyüşün gerçekliğini eksiltmez; dile gelmemesi, adı konmaması da türlü çeşit direniş biçimlerinin gerçekliğini eksiltmez.

Toplum, sadece demografik özelliklerine ya da seçmen yüzdelerine bakarak hakkında ahkam kesebileceğimiz bir nane olsaydı sosyoloji diye bir disiplin olmazdı. Adını toplum koyuvermiş bulunduğumuz bu nane içten içe kaynar. Kendi yolları, kendi yöntemleri vardır ki sorsan söyleyemez, şudur diyemez çünkü kendi de bilmez. Bir çömez sosyolog olarak ben toplumu en çok bu yüzden seviyorum. Derya içre olup deryayı bilmeyen balık olduğu için, ve bunu hiç tuhaf bulmuyorum. Akrep gibi, serçe gibi, midye gibi, sönmüş bir yanardağ ağzı gibi, hele de koyun gibi olduğunu düşünmüyorum. Ortada bir kabahat varsa onu birbirimize atarak düzeltemeyeceğimizden ise eminim. 


9 yorum:

  1. Bu durumda, yazından toplum Mühendisliğini yok saymak değilse de başarılı olabilecek bir çalışma saymadığın sonucuna varabilir miyim yoksa ben mi yanlış anladım?

    YanıtlaSil
  2. Toplum mühendisliğini yok saymıyorum, başarısından şüphe de etmem. Saygı duymadığım sonucuna varabilirsiniz belki. Kaldı ki adı üstünde mühendislik. Ben ise mütevazı bir sosyal bilimciyim.

    YanıtlaSil
  3. Ucu açık bir tür çalışmadır Toplum MÜhendisliği.. Başarı ve sonucunun yüzde yüzlüğünü garanti edemez kimse. Adı üstünde toplum üstüne.Bence başarısından daha doğrusu yüzde yüzlüğünden de şüphe edilmeli. Yazının genelinden kafama takıldı bir anda. İlginç bir bilgilenme olacaktı, tam da sosyolog olmandan dolayı.

    YanıtlaSil
  4. Bilgilendirmek değil fikrimi beyan edebilirim ancak. Biz -yani benim tanıdığım sosyologlar ve ben- pejoratif kullanırız toplum mühendisliğini. Burada tartışmanın özü sosyal bilimler-doğa bilimleri ilişkisinin algılanış biçiminde. Alet edevatla mühendislik yapabilirsiniz, mühendislik harikaları da yaratabilirsiniz ama insan bir mühendislik malzemesi değildir. Dolayısıyla sonuç facia olabilir. Toplumun mekanik yahut organik analojilerle açıklanmasını da benzer bir saikle rahatsız edici ve dahi abes bulurum.

    Dediğim gibi meselenin özü sosyal bilimler-doğa bilimleri arasındaki ilişkide ama bu çok uzun bir tartışma. Hem siz nasıl olsa anlamışsınızdır beni.

    YanıtlaSil
  5. Hemfikiriz. Ama işte kimse de vazgeçemez. Bir heves eline alır alet edevatı. Konu epey uzun haklısın.:)

    YanıtlaSil
  6. bir de liberalizmin ideoloji olmadığını sananlar var. bir gün de onlara giydirsen :-)

    nasıl ideoloji olmaz ki liberalizm? tabusu bile var: özel mülkiyet. en büyük günah kamu mülkiyeti. sahipsizlik ise aklın alamayacağı bir şey onlara göre.

    YanıtlaSil
  7. Mağrur padişahın memleketinde herkes ayrı Machiavelli hocam :)

    aşk olsun, ne zaman giydirmişim :) asıl "ideolojik" ya da "politik" terimlerini küfür gibi kullanmıyorlar mı ona deliriyorum. "Bir akıllı benim, bir doğru benimki. Geri kalan herkes moron, herkesinki ideoloji!"

    YanıtlaSil
  8. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  9. o diil de, yirmi yaşımda üstada göre kalbim olmadığı için komünist diildim. şimdi de kırk yaşımda, herhalde beynim olmadığı için, komünist olmaya hevesleniyorum. neyse, iyi geceler...

    YanıtlaSil