Mutfak şarkıları vardır, bazı insanların yemek yaparken söylediği bazı şarkılar. Neden o şarkı da başka şarkı değil, neden mutfak da banyo değil bilinmez. Babam Ham Meyvayı Kopardılar Dalından'ı söyler hep ve hep aynı dizeyi: "Çok muhabbet tez ayrılık getirir". Benim dilime Pervane dolanır; isterim ki çok muhabbet tez ayrılık değil, daha da çok muhabbet getirsin. Hem arı vız vız nereye kadar canım, papaz her gün bal yemez. Yerse de en şekerli ben, en kaymaklı yine ben. Mesela yani.
Galiba en güzel ilişki, birbirini (henüz) tanımayan iki insanın normalde ayrı ayrı ve tek başlarına yapacakları şeyleri tanıştıktan sonra birlikte yapar oldukları ilişki. Böl ekranı ikiye: sırt çantasına aynı sayıda kitap koyarak yola çıkan ve yüzmek için aynı koyu, kalmak için aynı pansiyonu, yemek için aynı restoranı seçen iki yabancı. İki yabancı, tek beklenti: Sessiz sakin olsun, kitabımı okuyayım; denizi temiz, tesisi az olsun. Gösterişsiz, salaş, sıcak bir yer olsun yatacak ama yatmasına sahilde de yatılır. Her gün başka koy ama her koyun akşamında aynı küçük rakı. Denizin dalgaları, ağustos böceklerine usul usul karışan şarkılı seslerimiz. Uzun bir aradan sonra birini çok sevmek kadar güzel neredeyse, sevilenle aynı şeyleri sevmek; yoldan, sessizlikten, huzurdan ve yalnızlıktan aynı keyfi almak. Birlikte keyif almak varken ayrı gayrı niye?
Gümüşlük, Akyaka, Turgut'taki şelale, Boncuk Camping, İncekum, Palamutbükü, Knidos ama en çok da Bozburun... Ha Akyaka'nın suyu neredeyse görünmeyecek kadar berrak deresine kendimi karpuz gibi bırakamadım, içimde kaldı ama bir gün elbet gidip yapacağız bunu. Dereler denizlere kavuşuyor, biz bir dereye mi kavuşamayacağız kuzum? Fakat yeniden gitmeyi en özlemle bekleyeceğim yer şüphesiz ki Ad Astra, Bozburun. Bodrum'dan çıkmış Knidos'a doğru gidiyorduk ama amaç varmak değil gitmekti ikimiz için de. Harita yok, plan program yok. Bir sürü caz albümü ve daha önce görmediğimiz yerleri görme, en güzel denizlere girme isteği. Ortak bir arzu. Yani ekran ikiye bölünse, biz hiç tanışmamış, belki hiç de tanışmayacak iki insan olarak ayrı zamanlarda -belki de aynı akşam, olamaz mı- Bozburun sahilini bir baştan bir başa yürüyüp Ad Astra'da karar kılar ve aynı samimiyetle gülümseyerek "iyi akşamlar, hoş bulduk" derdik güzel sahibesi ve güler yüzlü çalışanlarına.
İçinde bulunduğum durumda ayırt etmekte biraz zorlanıyorum açıkçası: her şey çok mu güzel, yoksa ben mi çok mutluyum? Hayatımda yediğim en özenle hazırlanmış mezeler, en gösterişsiz fakat en zarif sunum, en sıcak ve ihtimamlı hizmet... hizmet demeye dilim varmıyor aslında, bir arkadaşımızın annesi bir şeyler ikram eder gibiydi. "Hanımefendi", "beyefendi" olduğumuz yerlerden çok "oğlum", "kızım", "çocuğum" olduğumuz bu yerleri sevdim ben. İncekum'un kapısında süt mısır satan amcanın "sen yemiyor musun kızım, dur sana ikram edeyim" diyerek uzattığı mısır çok değerliydi mesela. Dedikleri gibi vatanımız sahiden cennetse, rengine hayran kaldığımız akvaryum koylarından ziyade süt mısır ikram eden amcadan dolayı cennet bence.
Bazen nereden nereye diye düşünmeden edemiyorum hala. O benim blogumu, ben onun blogunu okurken bir de baktım ki deniz kenarında yan yana, tuzlu tuzlu uzanmış kitap okuyoruz. Özleyince gözlerimi kaldırıp biraz ona bakıyor, sonra yine devam ediyorum okumaya. Nasıl geldik buraya, ne güzel olduk böyle. Bu huzuru tahayyül bile edemezdim, oysa şimdi... yani insan... hayatın bir olasılıklar silsilesi olduğunu gayet iyi bildiğim halde ve bunu gayet iyi bildiğim için hayal kurmamanın bedeli kurmanınkinden katbekat ağır geliyor şimdi. Hayalsiz, kaskatı yaşamanın marifet olabileceğini düşünmek ne çocukluk! Karnı bala tok bir bal arısı, aşkın ateşinde yanmış bir pervane olarak; yani bir sinek gibi yaşayıp gitmeye kendimi alıştırmaya çalışırken güneşli bir havada aşka inandım yeniden. Yıldızlara karşı hayal kurdum ve bundan hiç korkmadım.
Leyla
* Ad Astra'nın fotoğrafını şu adresten aldım. Ambiyansını tam yansıtmasa da bir fikir veriyor.