22 Ağustos 2011 Pazartesi

Ad Astra






Mutfak şarkıları vardır, bazı insanların yemek yaparken söylediği bazı şarkılar. Neden o şarkı da başka şarkı değil, neden mutfak da banyo değil bilinmez. Babam Ham Meyvayı Kopardılar Dalından'ı söyler hep ve hep aynı dizeyi: "Çok muhabbet tez ayrılık getirir". Benim dilime Pervane dolanır; isterim ki çok muhabbet tez ayrılık değil, daha da çok muhabbet getirsin. Hem arı vız vız nereye kadar canım, papaz her gün bal yemez. Yerse de en şekerli ben, en kaymaklı yine ben. Mesela yani


Galiba en güzel ilişki, birbirini (henüz) tanımayan iki insanın normalde ayrı ayrı ve tek başlarına yapacakları şeyleri tanıştıktan sonra birlikte yapar oldukları ilişki. Böl ekranı ikiye: sırt çantasına aynı sayıda kitap koyarak yola çıkan ve yüzmek için aynı koyu, kalmak için aynı pansiyonu, yemek için aynı restoranı seçen iki yabancı. İki yabancı, tek beklenti: Sessiz sakin olsun, kitabımı okuyayım; denizi temiz, tesisi az olsun. Gösterişsiz, salaş, sıcak bir yer olsun yatacak ama yatmasına sahilde de yatılır. Her gün başka koy ama her koyun akşamında aynı küçük rakı. Denizin dalgaları, ağustos böceklerine usul usul karışan şarkılı seslerimiz. Uzun bir aradan sonra birini çok sevmek kadar güzel neredeyse, sevilenle aynı şeyleri sevmek; yoldan, sessizlikten, huzurdan ve yalnızlıktan aynı keyfi almak. Birlikte keyif almak varken ayrı gayrı niye?


Gümüşlük, Akyaka, Turgut'taki şelale, Boncuk Camping, İncekum, Palamutbükü, Knidos ama en çok da Bozburun... Ha Akyaka'nın suyu neredeyse görünmeyecek kadar berrak deresine kendimi karpuz gibi bırakamadım, içimde kaldı ama bir gün elbet gidip yapacağız bunu. Dereler denizlere kavuşuyor, biz bir dereye mi kavuşamayacağız kuzum? Fakat yeniden gitmeyi en özlemle bekleyeceğim yer şüphesiz ki Ad Astra, Bozburun. Bodrum'dan çıkmış Knidos'a doğru gidiyorduk ama amaç varmak değil gitmekti ikimiz için de. Harita yok, plan program yok. Bir sürü caz albümü ve daha önce görmediğimiz yerleri görme, en güzel denizlere girme isteği. Ortak bir arzu. Yani ekran ikiye bölünse, biz hiç tanışmamış, belki hiç de tanışmayacak iki insan olarak ayrı zamanlarda -belki de aynı akşam, olamaz mı- Bozburun sahilini bir baştan bir başa yürüyüp Ad Astra'da karar kılar ve aynı samimiyetle gülümseyerek "iyi akşamlar, hoş bulduk" derdik güzel sahibesi ve güler yüzlü çalışanlarına.


İçinde bulunduğum durumda ayırt etmekte biraz zorlanıyorum açıkçası: her şey çok mu güzel, yoksa ben mi çok mutluyum? Hayatımda yediğim en özenle hazırlanmış mezeler, en gösterişsiz fakat en zarif sunum, en sıcak ve ihtimamlı hizmet... hizmet demeye dilim varmıyor aslında, bir arkadaşımızın annesi bir şeyler ikram eder gibiydi. "Hanımefendi", "beyefendi" olduğumuz yerlerden çok "oğlum", "kızım", "çocuğum" olduğumuz bu yerleri sevdim ben. İncekum'un kapısında süt mısır satan amcanın "sen yemiyor musun kızım, dur sana ikram edeyim" diyerek uzattığı mısır çok değerliydi mesela. Dedikleri gibi vatanımız sahiden cennetse, rengine hayran kaldığımız akvaryum koylarından ziyade süt mısır ikram eden amcadan dolayı cennet bence.


Bazen nereden nereye diye düşünmeden edemiyorum hala. O benim blogumu, ben onun blogunu okurken bir de baktım ki deniz kenarında yan yana, tuzlu tuzlu uzanmış kitap okuyoruz. Özleyince gözlerimi kaldırıp biraz ona bakıyor, sonra yine devam ediyorum okumaya. Nasıl geldik buraya, ne güzel olduk böyle. Bu huzuru tahayyül bile edemezdim, oysa şimdi... yani insan... hayatın bir olasılıklar silsilesi olduğunu gayet iyi bildiğim halde ve bunu gayet iyi bildiğim için hayal kurmamanın bedeli kurmanınkinden katbekat ağır geliyor şimdi. Hayalsiz, kaskatı yaşamanın marifet olabileceğini düşünmek ne çocukluk! Karnı bala tok bir bal arısı, aşkın ateşinde yanmış bir pervane olarak; yani bir sinek gibi yaşayıp gitmeye kendimi alıştırmaya çalışırken güneşli bir havada aşka inandım yeniden. Yıldızlara karşı hayal kurdum ve bundan hiç korkmadım. 


                                                                                                                         Leyla




* Ad Astra'nın fotoğrafını şu adresten aldım. Ambiyansını tam yansıtmasa da bir fikir veriyor. 

12 Ağustos 2011 Cuma

Lost and Found

Mutluyum. Son birkaç yıldır debelendikçe içine daha da battığım mutsuzluğun derinliğini ancak şimdi, böyle mutlu oldukça idrak edebiliyorum. Mutlu olmayı yadırgamak bir yandan korkunç ve acınası, bir yandan da alabildiğine güzel. Beni seven insanlar mutsuzluğumun derinliğini -benim aksime- gayet iyi idrak etmiş olacaklar ki "sen şimdi mutlusun ya" diyerek -sataşacakları yerde- sataşmaktan bile imtina ediyorlar. Elde ettiğim dokunulmazlığa bakılırsa son birkaç yıldır pek iyi görünmüyordum herhalde. Oysa mutlu olduğum anları yadsımıyorum. O meş'um dönemi olduğu gibi, plastik kokan battal boy kara bir çöp torbasına tıkıştırıp havasız, karanlık bir kömürlüğe fırlatıp atacak değilim. Bilakis, minnettarım o döneme. Zaman hiçbir şeyin ilacı olmamakla birlikte acılar demlendikçe hayat daha iyi bir tat veriyor, buruk şarapların bıraktığına benzer bir tat bırakıyor ağızda. Hiçbir şey boşa yaşanmıyor. Yazgı gibi değil, hayır; varılacak bir son noktası, bir amacı yok yaşadıklarımızın. Aslına bakarsak biz yüklemedikçe bir anlamı bile yok ama isteyince öyle çok şey öğreniyor ki insan. Artıyor, eksiliyor, törpüleniyor, bileniyor...


Bugün Ağustos'un 12'si Cuma. Tabiri caizse bok gibi bir hava var İstanbul'da: Kapalı, soğuk. Ara ara gök deliniyor sanki, öyle bir yağmur. Ne çok severdim yağmuru. Yine seviyorum ama fazla güneşliyim bu ara, fazla ferah ve çiçekli. Daha begonvilli bir yere gidiyoruz biz de. Bir otobüse binip şöyle güneye doğru. Yolculuğu oldum olası yolculuk için sevdim, bir yere varmak için değil. Yol hiç bitmesin istedim. Yol boyunca başıma gelebileceklerden korkmayı akıl etmedim, edemedim. Korkmaya başlasam evden çıkamazdım. Evimi severim ama yollarla aramdaki bir aşk ilişkisi. "Bana yeter ki gitmek olsun" derdim ya, öyle. Gitmekle kalmak yalnız değil artık. Sevdicekle gitmek var. İşte o var ki o çok güzel bir şey olmalı. Birlikte gitmek. Gitmek ama birlikte. Biliyordum, bir seçenek daha olduğunu biliyordum işte. 


Güneş açtı. Zaten açmayıp ne yapacaktı, değil mi? İklim değişir, Akdeniz olur diyordu şarkı. Kaç mevsim geçmesi gerektiğini söylemiyordu. Çok mevsim geçti, yeteri kadar fazla. İklim değişiyor. Sokakta yürürken çalınan bir ıslık kadar rahat, güven duygusu kadar ılık. İnsan nelere alışmıyor, buna da alışılabilir. Oysa iklim değişti diye mevsimler geçmeyi bırakmayacak. Zamanın gösterecek daha çok şeyi var. Hep de olacak. İç sesimi susturmak kabil değil. Bu kadar zor mu düşünmemek? Hani çok severdim yarınsızlığı, hani ödüm patlardı iki gün sonrasını planlamaktan? Bağlanmak kabustu hani? Hepsi birden zor olacak, su getireyim mi? 


Sil baştan öğrenmeli sevdiğini söyleyebilmeyi; sil baştan sevmeyi, güvenmeyi, bağlanmayı. Her şeyin bir sonu var, ben bilmiyor muyum. Bunu ömrümce aklımda tuttum da ne işe yaradı. Vazgeçebilmek ve vazgeçilmek güçlü mü kıldı beni? Git gide uzaklaşıp yalnızlaşmadım mı, yalan mı yani? Bok vardı güçlü olmakta, bok vardı yas tutmakta. Dura dura içime kaçtım. Zaten aşinaydım firara, kendi içimde beni kimse bulamazdı. Her şeyin bir sonu var ve insan yalnızdır, doğru. Ama insan, sevebilen bir yalnızdır. O zaman işler biraz değişiyor. 


İstanbul soğuk ve yağmurlu. İklim Akdeniz, içimde begonviller açıyor. Eylül yaklaşıyor, bu onun yağmuru. İçim Akdeniz, böyle iklimde ne yetişmez ki. Bir sırt çantası yapmalı ve bir otobüse binip gitmeli buradan. Gitmeli...ama birlikte. 



9 Ağustos 2011 Salı

Yersen

                            Paranoyak olman, izlenmediğin anlamına gelmez.

İzmit Değirmendere’nin Cumartesi pazarına gittik annemle. Pazarları seviyorum. Sosyolog olmasaydım da severdim. “Kara üzüm kan yapar…yersen” türünden, taze meyve sebze yığınlarının orasına burasına iliştirilmiş yazılara belli belirsiz tebessüm ederek ve insanları istem dışı inceleyerek ilerlediğim pazarda annem durunca duruyorum. Yarım kilo bamyanın şeffaf poşete girişini izliyorum. Alkollü içecekler siyah poşete girer…yersen. Ne kadar? Beş lira abla. Çüş! Annemin uzattığı parayı alırken benim afalladığımı gören satıcı bir şey söyleme gereği hissediyor: “Fiyatlar artınca daha çok alıyor insanlar, kimsenin gıkı çıkmıyor…” O sırada gürültüyle bir tanıdığa rastlayan annemin ilgisi yer değiştirince satıcı, havada asılı kalan sözlerini kıp diye kesmekle beni muhatap almak arasında bir saniye bocaladıktan sonra bir şeye benzetebilmiş olacak ki beni muhatap belleyerek devam ediyor sözlerine. Şişman, siyah tişörtlü, ensesinin altına gelen koyu kahverengi düz saçları yağlı, dikdörtgen gözlüklerinin çerçevesi metal olan adamın tezgahın gerisinde topallayarak yürüdüğünü fark ediyorum. Tezgahın üstünden hafifçe bana doğru yaklaşıp elleriyle ağzını gayet ihtiyari kapatarak ve olabildiğince kısık kısılmış kıstırılmış bir sesle: “Bak yine o kazandı” diyor. Bunu muzaffer bir edayla mı yoksa bozguna uğramış gibi mi söylediğini bir an kestiremesem de yüz ifadesinde zafer emaresi yok, kibir yok. Zaferden ve bozgundan evvel korku seçiliyor her halinden. Ağzından çıkanların, kulağımın duyması için kat edecekleri mesafeyi en aza indirgemek tedbir olarak yetersiz geldiğinden eliyle de ağzını örtmesi; toplumsal muhalefetin, toplumda muhalif olmanın geldiği noktayı gösteriyor bana.

Adam haklı beyler, bir köyde iki muhtar olmaz. Köy gibi, hatta aşiret gibi yönetilen ülkeye muhtardan, ağadan gayrisi fazla gelir zaten.  Ya ne olacaktı? Müstahakçı değilim.Vatan Cephesi, Tahkikat Komisyonu vesaire halt etmiş. Bir Gün Tek Başına’yı okurkenki inanamazlığım geliyor aklıma… gülüyorum.






Çömelen adam tarihsel bir döneme ya da coğrafi bir bölgeye ait değil. Ekseriyetle otogarların duvar diplerinde görülebilmekle birlikte çömelen adam her yerde. Başını ellerinin arasına almış ya da kollarını –vücudunun dengesine ince ayar hesabı- diz kapaklarından destek alarak yere paralel uzatmış olabilir. Çömelen adamı izledim geçen gün, etrafını azgın bir köpek çetesi sarmış gibi ürkekti bakışları. Köpekler saldırmasın, ona zarar vermeden geçip gitsinler ister gibiydi. Değil mi ki metaforla kafa göz yarmak bedava, belki de sahiden bunu istiyordur. Bir daha baktım adama, o zaman gördüm. Leş gibi kokan, kalın tüyleri kurumuş çamura bulanmış; keskin dişlerinden, tırnaklarından kan damlayan onlarca aç köpek adamı çepeçevre sarmış; cebindeki tüm parayı, damarlarındaki tüm kanı istiyor ve almadan da gitmeyecekler. Adam, çömelince saldırmazlar diye düşünüyor ama köpekler biliyor, adam ne kadar çömelirse çömelsin onlar kadar alçalamayacağını.


“Doğru-yanlıştan bahsetmiyorum, yapmaktan bahsediyorum. Adamlar yapıyor” dedi sol kökenli, liberal AKP’li hoş kadın. Tanıdığım en hoş kadınlardan biri olduğu için inatla bir derinlik bir anlam aradım söylediğinde. Yapıp etmenin alanına girdiğimizde doğru-yanlış, haklı-haksız ayrımları yok mu oluyor? İdeolojinin geçemediği kapı, giremediği oda mı var? Gündüz vakti Mecidiyeköy’de yürürken elbisemin göğüs kısmına tükürüp “Ramazan’da böyle giyinmeye utanmıyor musun?”  diyen adamdan, barın önünde sigara içen kalabalığa arabayla geçerken biber gazı sıkan adamdan farklı düşünmeyen adamlar iktidara gelince yolumu yaptıkları için minnettar mı olmalıyım? Şiddetin her türlüsüne hiç olmadığım kadar açık hedef olduğum, yaşam alanlarım gün be gün daraltıldığı, yiyip içmekten fikir beyan etmeye kadar her türlü özgürlüğüm sökülüp alınmaya çalışıldığı için ve bunlar, itinayla budanan gençliği “korumak” adına yapıldığı için müteşekkir mi olmalıyım? Doğru-yanlışı veya haklı-haksızı, yapmaktan ayırmak nasıl mümkün olabilir? Mesela Ankara’yı devasa bir ucubeye çevirdiği için, bunu yaptığı için kime teşekkür etmem lazım acaba? “Adamlar yapıyor”, doğru, hem de hayatımızın tam orta yerine.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Tuhaf

İnsan tuhaf. Eksik ve maraz dolu; kiminin bilincinde, kiminin değil. Kimi insanı insan yapıyor, kimi insanlıktan çıkarıyor. Tuhaf yani; bu biri olma, bu yaşama hali.


Daha da tuhafı var. Gün geliyor, sen ne kadar insansan o kadar insan biri çıkıyor karşına. Güneş gözlüklerini çıkarıp gülerek "merhaba, çok bekletmedim değil mi?" diye soruyorsun filan. Kolu koluna değince hoşuna gidiyor, çekmiyorsun kolunu. Hatta şeytan diyor ki tut elini, hiç bırakma. Ya o bırakırsa? Ama elini tutmazsan bunu hiç bilemezsin ki. İki kişinin aynı anda birbirini sevmesinin mucize, aynı oranda sevmemesinin trajedi olduğunu düşünüyorum. Trajediye karnım tok ama mucizeler ara sıra kendini böyle hatırlatmalı.


İşler tuhaflaşıyor. İyi biri olmak istiyorsun, dört dörtlük. Daha güzel, daha akıllı, daha düzgün. Çekidüzen veriyorsun kendine. Daha önceleri bilip de yapmadığın bir şey bu. O zaman aldığın da nefesti, bu da nefes ama başka türlü. Birini bunca sevmek, hatta ona güvenmek -hem de daha önceleri hiç böyle bir ihtiyaç hissetmediğim halde, hem de kendiliğinden güvenmek- yeteri kadar tuhafken bir de bu daha iyi bir insan olmayı istemek hali inanılmaz. 


Daha iyi bir insan olmak istediğim son seferi hatırlıyorum. Zaten bir sefer olmuş, sonra boşvermiştim. Hem de ne boş. Şimdi...şimdi çok tuhaf. Benim gibi sevip, benim gibi düşünen bir adam var karşımda. Söz vermeye inanmıyor, benim gibi. Elele verir çözeriz diyor, benim gibi. İnsan sevmekten vazgeçmez ama sevdiğinden geçebilir diyor, benim gibi. O da insan, ben de. Ama daha iyi bir insan olma isteği uyandırıyor bende. Mutlu olma isteği uyandırdığı gibi aynı. Varoluşu konuşuyor sanki, gülerek. Tutun diyor, tutun artık yaşamaya. Hepsi geçti. 


Yok olmak istemiyorum artık, böyle çok güzel. Acaba aşık olmak buna mı deniyor?

Yıldızlardan Yorgan






Gümüşlük güzel ama Mazı'nın gözünü seveyim:



Hristo Amca'nın yaptığı uzo değil basbayağı, hem de mis gibi rakı çıktı. Su katınca beyazlamıyor, anasonsuz. Tadı acı, sert, karakterli. Bahçemizin kavunu da inadına tatlı, mayhoş. Köyün elektriği gidince yıldızlar iyice gösterdi kendini. Samanyolu yine yorgan gibi örttü üstümüzü. Radyoda sanat müziği bulamayınca -madem komşunun rakısını içiyoruz dedik- buzukisinden de sebeplendik. Hangisi çarptı bilmiyorum ama şişenin dibinden şüpheleniyorum. Bir sarhoş olmuşum ki sarhoş olduğumu bile hatırlamıyorum. Keyiften içmek ne güzelmiş fakat. Kendimi yok etmek için değil artık, hemencecik yarın olsun diye en fazla. Sonra yine yarın olsun, sonra yine ve İstanbul'da bulayım kendimi.