Şaka maka Hindistan’a gidiyorum. Gitmeme bir şey kalmadı. Mutfak alışverişi yaptıktan sonra fark ettim bunu. Keşke yapmadan fark etseydim. Daha var gibi geldi hep. Yokmuş.
Bundan iki ay öncesine kadar, aylak bir küçük burjuva tonlamasıyla “yurt dışına gidesim var” diye iç geçiriyordum. Korkarım ki iç geçirmekle kalmayıp yazmış bile olabilirim. Evet, hayal kurmuştum. Burjuvalığımdan utanıp sıkılmamı gerektirmeyecek kadar kendi halinde, zararsız bir hayal. Söze dökülünce biraz itici olabiliyor ama şiddetle Paris’i özlemiştim. Paris’i şiddetle özlemiştim. Bir hafta sonu için bile olsa gidesim vardı. Esasen, bilmediğim bir dilin konuşulduğu bir şehrin daha önce hiç geçmediğim sokaklarında tek başıma kaybolasım vardı. Bu bakımdan Paris, iyi kötü anladığım bir dilin konuşulduğu ve daha önce geçmiş olabileceğim sokaklarıyla güvenli bir şehir benim için. Ne yabancı, ne aşina. Güvenli bir mesafe. Ürkekçe bir basıp gitme. En önemlisi, tek başıma. Biraz başka şansım olmadığı, biraz da ihtiyacım bu olduğu için. Ne bir arkadaş, ne bir sevgili. Sevgili mi? Uzun zamandır yoktu ve çok daha uzun bir zaman da olmayacağa benziyordu. Yalnızlığa alışmak konusunda ilerleme kaydetmeliydim artık. Bunu yaparken kendime acıma olasılığımın en yüksek olduğu mekan Paris’ti. Kendime meydan okuyordum. Ortada acıklı bir durum filan yoktu ama neyse ki ortada para filan da yoktu. Olduğum yerde kaldım.
Hayatımda gittiğim en uzak yer Portekiz; ve ne kadar gerzekçe olduğunu bilsem de yurt dışından anladığım Avrupa idi. Küçük burjuvanın küçük dünyası. Öte yandan, Batı’nın çizdiği yolu izleyerek gelişmemiş ülkelerin “egzotik” insanlarını Japon işi fotoğraf makinelerine sığdırıp hapsetmeye çalışan turist kafalı turistlere içten gelen bir tiksintiyle bakmaktan da kendimi alamıyordum. Hala da turizmin özüne ilişkin, midemi bulandıran bir şeyler var. Özellikle de “gelişmiş” ülkelerden “gelişmemiş” ülkelere akın eden turistlerin gözündeki bir şey, o şey, oldum olası rahatsız eder beni. Kimse yerinden kıpırdamasın ya da dünya alem Louvre’a doluşup, tek medeniyetin Avrupa medeniyeti olduğu algısını harlayalım demiyorum. Bana öyle geliyor ki bahsettiğim o bakış, eğitim-öğretimle ya da bilinçlenme-farkındalık sahibi olmayla giderilebilecek bir şey değil. Basitçe aşağılama değil, kökü daha derinlerde olan bir şey. Ötekilikten alıp yürünür elbette ama yeter mi bilmiyorum. Sosyolojiden ne kadar koptuğumun resmidir. Belki de biliyorum ama bildiğim affettirmeye yetmiyor. Ne bilirsem bileyim, “Batı”dan “Doğu”ya giden çoğu turiste “sen kimsin ki, kim oluyorsun ki” diye çıkışabilecek kadar “primitif” hissediyorum kendimi. İnsanın yontulamayan bir tarafı hep kalıyor işte. Belki de kalmalı, bilmiyorum.
Ben olsam semi-periphery complex diye isim uydururdum buna. Hane reisi tarafından ezilen ve aynı hınçla çocuklarını ezen annenin durumunu andıran bir tarafı da yok değil, merkez ülkeler tarafından aşağılanan ve çevre ülkeleri aynı hınçla aşağılayan ülke insanlarının. Oryantalizmi içselleştirmek gibi. “Doğu”nun, daha “doğu”sunda kalanları hor görmesi. Ekonomi ne kadar kötü olursa olsun kültürü aşağılamakta anlamlı bir taraf göremiyorum. Bilmeden, istemeden yapılan; kökü o derece, yontulamayacak kadar derinlerde olan bir his, bir tavır, bir bakış bu bence.
***
27 yaşımın eşiğinde Hindistan’a gidiyorum. Hayatımı her anlamda düzene sokmam beklenen yaşımın eşiğinde ben kalkmış… Hayatın artık şakasının kalmadığı, iyi bir işi ve ilişkisi olmayanın –ama tabi bunu artık hak ettiği için- hunharca linç edildiği bir yaşa girerken ben… bilmem, belki de en iyisini yapıyorum. Bugüne kadar kaçmayı başardığım şeyin tam kucağına oturmadan evvel gidebileceğim en doğru yere gidiyorum belki de. Komik ama sahiden de biraz olsun aydınlanmak gibi bir beklentim var sanırım Hindistan’dan. Oysa, ne mesai gibi haldır haldır turistlik ederken buna sıra geleceğini, ne de aydınlanmanın oraya değil de buraya gitmekle olduğunu sanmıyorum. Eat Pray Love’ın biraz etkisinde kalmış olabilirim, çok az. Julia Roberts’ın kafasına dank etme sahnesinde hönküre hönküre ağlamış da olabilirim ama o safhayı yurt sınırları ve yıllar içinde, kendi çabamla geçmedim mi ben? Bunun üstüne ne söyleyecek Hindistan: “Yok bak şimdi yaklaşmışsın ama o tam öyle değil” ya da “doğru yoldasın kızım, buradan al yürü”? Bilmiyorum. Şehirleri dinlemekte iyiyimdir aslında. Peki cesaretim var mı Hindistan’ın şehirlerini dinlemeye? Katmandu’ya tüm açık yürekliliğimle kulak kabartacak cesaretim var mı; Everest’in etekleri dibinde durup başımı yukarı kaldırmaya? Kimi zaman cahilane de olsa cesaretim eksik olmadı hiç. Şelalelerden atlamak konusunda mütereddit olabilirim ama tereddüde kapılmaktan hiç korkmadım. Merakım hep ağır bastı; aklımı karıştıracağını, beni zorlayacağını bilsem de söyleyecek sözü olanı dinlemekten imtina etmedim. Hayatımın bu oldukça suskun evresinde doya doya susup dinlemek için doğru bir yere gitmekte olduğumu hissediyorum.
Dedim ya cesaretim var, hep oldu. Önce, pişman olacağım hatalar yapacak; sonra da bu hata ve pişmanlıkları kabul edecek kadar cesurdum. Kabul edip hayatıma devam edecek gücü kendimde her zaman bulamadığımı kabul ediyorum. Fakat bir adamın elini sımsıkı tutabildiğimden beri, yani iki buçuk aydır, yani elini tuttuğum için değil tutabildiğim için güçlüyüm şimdi. Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var ve Hegel’e inat bunu lehime kullanmak niyetindeyim. Sevdiğin için bile olsa severken vazgeçmenin, severek ayrılmanın tarifsiz bir acı olduğunu öğrendim mesela. Bunu bir daha yaparsam kendimi çok zor affederim. Yarına dair hayal kurmamanın, bir gün biteceğini bilmenin ve bunu her gün söylemenin gereksizliği ve anlamsızlığıyla yüzleştim. O yüzden iyice saldım aklımın iplerini, hayal mayal kuruyorum. Kurmamaktan gördüğüm zarardan fazlasını göreceğimi sanmam. Sal gitsin be ayşec. Belki her şey o zaman çok güzel olur.
İlk zamanlardaki şaşkınlığımı üstümden atmaya çalışıyorum hala. Birini seviyorum. İçtenlikle, ne onu ne de kendimi kandırmadan, idealize etmeden. Seviyorum, sevebiliyorum. Yürürken elini tutuyorum. Yürümezken de tutuyorum çünkü içimden öyle geliyor. Hislerimizin karşılıklılığından bahsettiğinde mutluluktan ağlayasım geliyor bazen. Bazen ağlıyorum. Aptalca maptalca ama güzel bir ağlamak bu. Geçen günkü değildi, o başka. Şimdi gitse diye düşündüm, biz olmayı bırakıp yine yalnızca o ve yalnızca ben olsak ne yaparım? Düşünme sürecim sorudan ibaret kaldığı için kısa sürdü. Düşünemedim, gözümde canlanmadı. Ne yaparım, bilmiyorum. Bir kerecik olsun, yani bu sefer, düşünmek istememiş ve sahiden de düşünmemişim. Bu bilememenin yabancılığından ürktüm, gözlerim doldu. Kaçış planım olmadığı gibi B planım da yok. 27 yaşın eşiğinde edilecek laf değil belki ama herhangi bir planım yok aslında. Döndüğümde artık dizimi kırıp tam zamanlı bir işte çalışmak dışında en azından.
Bu sene yeni yaşıma, adının nasıl okunduğundan henüz emin olamadığım bir yerde gireceğim. Doğum günü çok derdim değil. Geçen seneye kadar neden uzunca bir süre doğum günü kutlamadığımı yazmıştım. Geçen sene, Ankara’daki arkadaşlarım bu duruma bir son verdi. Kaç Ece ajandası eskitmiştim. Her sene, bir saat boyunca bütün seçenekleri tekrar tekrar gözden geçirerek itinayla seçtiğim ajandamın ambalajını açar açmaz yaptığım ilk şey 23 Eylül’ün Cuma’ya denk gelip gelmediğine bakmak olurdu. Sanki o 23 Eylül gibi Cuma’ya denk gelse…ne olacaktı, ne bekliyordum? Hiçbir şey. Kendimi alamıyordum işte. Hiç denk gelmedi. Ta ki bu seneye kadar. 23 Eylül en son 2005 senesinde Cuma’ya denk gelmişti. Böylesi garip bir bilgiyi bunca önemsemek daha da garip. Delilik biraz.
23 Eylül 2011 tarihinde, adını henüz telaffuz edemediğim bir yerde, 27 yaşımdan gün tırtıklamaya başlayacağım. Sıtma ilacı kullandığım için içmeden kutladığım ilk doğum günüm olacak. “Bugün 23 Eylül, Cuma” diye geçecek mi aklımdan? Kuvvetle muhtemel geçecek: “İşte o ne olacağını bilmeden ama bir şey olacağını umarak sabırla beklediğim 23 Eylül, Cuma. Bak neredesin, nerelere geldin. Çok, çok uzaktayım. Altı yıl önce hayatımı değiştiren o günden, tahmin edemeyeceğim kadar uzaktayım. İşte olan bu.”