26 Ocak 2013 Cumartesi

Bir Gün

Cinnet vatanımda yeni bir güne daha uyandım. Burnumu yorganın altından çıkarmadan dışarı baktım. Artık rengi solmuş, 30 yıllık tül perdenin aralığından görebildiğim kadarıyla hava açmaya teşne kapalıydı. Boşver bugün de etek giymeyiver, kotunu giy çık işte.

Şifonyerin üstünde duran telefonu elime aldım, saat 8:30. Radyo Eksen'i açıp şifonyerin üstüne koydum. '80'ler çalıyordu. 

Yarı açık gözlerle banyodan önce mutfağa sürükledim kendimi. Kettle'ın içinde su olması ve su koymak zorunda olmamak küçük bir mutluluktu. Su kaynarken bu sefer de banyoya sürükledim kendimi. Kirli sepetinin üstünde duran saç bandımı taktım ki masal kulelerini çevreleyen dikenli çalıları andıran sabah saçım ıslanmasın yüzümü yıkarken. Kuruladıktan sonra yüzüme baktım aynada. Bu anlarda niyeyse bir yeni doğan tazeliği buluyorum yüzümde. Sağlık, gençlik ve hafif bir pembelikle parlıyormuş gibi yüzüm. 

Bandı çıkarıp kirli sepetinin üstüne attıktan sonra gözlerim biraz açılmış olarak mutfağa seyirttim yine. Camlı dolabı açıp kupalara baktım. Pembe çiçekli beyaz olana gitti elim. Bir sevgilimin annesi hediye etmişti, ikimize bir örnek. Kahveyi koyarken çocuğun bana bağırışını anımsadım: "Benden çok annemi seviyorsun sen!". "Saçmalama" diyebilmiştim ancak. Külliyen yalandı. Suyu kupaya koyarken gülümsedim. Çocuk kız arkadaşıyla birlikte yurtdışına taşındı. Ben annesiyle nadiren de olsa haberleşiyorum. Kendi annemden sonra en sevdiğim annedir hala. O yüzden şu kupanın başına bir şey gelecek diye ödüm patlıyor. Oysa tek hediyesi bu değildi. Olsun.

Kahvemi alıp odama geldim. Bu sefer daha önce hiç duymadığım bir şarkı çalıyordu radyoda. Sesi biraz sinir bozucu geldi, melodi desen romantik komedi filminde hayata yeniden başlayan karakterin fon müziği. Kilo vermenin bana verdiği yetkiye dayanarak yeni sayılabilecek birkaç parça şey giydim. Labrodorit küpelerimi taktım. Umutsuz gözlerle saçıma kısa bir bakış atıp tarağı elime aldım. Takriben bir dakika sonra lastik toka ve firketelerle zapturapt altına alınmıştı saçım. 

Makyaj yapmaya koyuldum. Bu halimle 24'ten fazla göstermiyorum. Kapatıcıyı aldım elime ama cildime kıyamadım. Kapatacak bir şey yoktu. Plastik bir görüntüden başka getirisi yok bana, deli miyim ben! Onu bırakıp koyu bir far aldım elime, onu sürdüm. Rimel, allık derken sıra en sevdiğim kısma geldi. Bu dudaklara ruj sürmemek ayıp olur. Allahın narsisti! Radyoda çalan şarkı tanıdıktı. Aynadaki yansımamdan bile tanıdık. 

Küçük yudumlar ala ala yarılamışım kahveyi. Kahveye süt ve şeker koyan insanları düşündüm. Salonun geniş penceresinden dışarıyı izlerken içmeye devam ettim zifir gibi kahvemi. Çiselemeye mi başladı ne? E ama makyaj yapmıştım ben! Mantonun kapüşonu yeter mi ki? Ölsem almam şemsiyeyi, elimde taşımayı sevmiyorum. Altı üstü yağmur.

Bir elimde bilgisayar, diğer omzumda çanta apartmandan çıktım. Saat tam 09:00, mükemmel. Yağmurun çiselemesi durmuş. Bulutların arasından sızan günışığı gözümü aldı. Güneş gözlüğümü çıkardım çantadan. Hah işte tam yetişkine benzedim şimdi, aferin bana. Apartmandan dışarı çıkarken Candan Erçetin dinlemeyi seviyorum aslında. Genelde neşeli şarkılarını ama bu sabah havadan mıdır nedir başka bir şarkısı geldi aklıma. Amma hatırlayamamıştım adını da kıvranmıştım. 

Yokuştan aşağı denize doğru yürürken neşeli bir şarkı çalıyordu yine de. Rüzgar yüzüme vurdu. İçime işlemedi ama irkildim, kendime geldim. Hala Ocak ayındayız değil mi? Ocak ayı kayıp ayı, bitmedi, bitmiyor. Çocukça bir inanışla bu ay bitince artık kimseyi kaybetmeyiz diye düşündüm. Ocak ölüm demek oldu benim için. Başka aylarda kimse ölmüyormuş ya da o ölenler insan değilmiş gibi. Ne gerizekalısın dedim. Haziran'da ölenler de Ocak'ta ölmüş sayılıyor artık. 

Yokuş boyunca bakkalların dışarıda duran gazetelerine takıldı gözüm. Bazen merakla göz atıyorum. Utanmadan ilk sayfayı okuyup geri koyduğum bile oluyor bazen. Bu sabah çarşaf çarşaf devlet terörünü aç karnına midem kaldırmayacak. Kahvaltı ederken internetten okurum. Mide bulantısı baki ya neyse.

İskeleye indim, Harbiye dolmuşlarına doğru deniz boyunca yürüdüm . Günün en güzel parkuru şu 30 metre. Dalgalı deniz, motorlar, vapurlar, martılar, güvercinler, yosun kokusu içindeyken dolmuş kuyruğunda beklemek fazla koymuyor insana. Yalnız 08:45 vapuru Beşiktaş'a intikal etmişse o fena. Harbiye dolmuş kuyruğu uzuyor ha uzuyor o zaman. Şimdi ise 12 kişi var önümde. Gelecek ikinci dolmuşun dördüncü yolcusuyum yani. Twitter'da bir şarkı paylaşmış AMT. İyi gitti bu.

Yerdeki su birikintisine takıldı gözüm. Gece yağmur yağmış demek. Bir uçak geçti su birikintisinden. Ağacın sudaki dallarına değmeden hafif dalgalı ama sessizce geçip gitti. O uçakta olsaydım diye düşündüm. Nereye gidiyor, niye gidiyor olurdum? Yalnızca gidiyor olsam bile yeterdi. Gitmek ne güzel şeydi. O uçakta olmayı hayal ettim Harbiye dolmuş kuyruğunda beklerken. Klibini Tim Burton'ın çektiği şarkı çalıyordu. Harbiye'de Beşiktaş dolmuşunu beklerken dinlemiştim ilk defa. Bunu fark edince bir an kıstırılmış hissettim. Sonra... sonra geçti. Su birikintisine dalıp gitmiş olan gözlerimi alıp denize verdim. Lodosun delirttiği dalgalar patlayarak yükseliyordu kıyıda. Bütün pisliğini bize iade etmiş gibi görünüyordu bankların bulunduğu alan. Et tabi, reva mı bizim sana ettiğimiz.

Yolda ne oldu bilmem Radyo Alaturka'yı açtım. Yıllar var ki dinlemediğim bir şarkı çalıyordu. Aşiyan'a yürümeyeli nice oldu. Bir sabah evden çıkıp bacaklarımı hissedene kadar kaptırıp yürüsem yine. Mezarlığa uğrasam, ne zamandır ziyaret etmiyorum. Orhan Veli'ye "ben gene gelirim" dedim, gidiş o gidiş. Özledim.

"Işıklarda inebilir miyim?" İnerim elbet. Işıklardan Valikonağı'nın sonu iki şarkı mesafesi. Köşedeki eczaneyi henüz birkaç metre geçmişken Yıldırım Gürses'in sesini duyunca ister istemez bir gülümseme yerleşti yüzüme. Somurtuk insanlar selinin arasında gülümseyerek yürümemeye çalışıyorum ama elimde değil. Caddeyi dik kesen sokaklardan caddeye inen arabalara önce ben yol veriyorum, sonra onlar bana yol veriyor. Ben gülümsediğim için mi gülümsüyorlar, kulağımda Yeşilçam olunca hayat da mı Yeşilçam oluyor anlamadım ama herkes bir kibar bu sabah. 

Yolu yarılamışken Handan Kara başladı bu sefer. Değme keyfime. Türkan Şoray-Kadir İnanır'ın oynadığı "Sevemedim Karagözlüm"'ün (1970) müziği. O film sayesinde mi öğrenmiştim Chopin'i, yoksa biliyordum da iyiden iyiye sevmeme mi neden olmuştu emin değilim. Nişantaşı'nın köpek gezdiren kapıcılarını geçiyorum bir bir. Hangisi hangi köpeği gezdiriyor az çok biliyorum artık. Kimi zaman bir kenarda ayaküstü toplanıp gezdirdikleri "itlerden" yakınıyorlar. Ofise varmama az kalmışken 50 cm uzunluğunda bir şeyin bana doğru koştuğunu gördüm. Apartmanın girişindeki basamağa oturmuş adamın oğlu muhtemelen. Kocaman gözleri var. Gülümsüyor, gülümseyince daha da büyüyorlar sanki. Şu an dünyadaki en büyük eğlencesi 5 santimlik ayaklarıyla ve ayak mesafesinden uzun olmayan adımlarıyla kaldırımın bir o yönünde bir bu yönünde 1 metre kadar koşturup geri dönmek. Beni görünce gülümsüyor, ben de ona gülümsüyorum. Bu sefer daha çok gülümsüyor. "Yolculuk nereye" deyip geçiyorum yanından. Arkamdan koştuğunu duyuyorum. Bir metre kadar koşup duruyor ve aksi yönde koşmaya devam ediyor. Ofise girerken Behiye Aksoy çalıyor. 

Sonra tüm gün Radyo Eksen dinlemeye devam ediyorum. Sürekli bir şeyler yazmam gerek, oluşturmam gereken metinler var. Kendi sesimden başka ses duyunca kafam karışıyor. Salak mıyım neyim. Radyonun sesini sonuna kadar açınca duymuyorum. Bir süre sonra çalan şarkıları da duymuyorum. En fazla odaklanmam gereken metinlerin arkasında çalanlar Slayer, Iron Maiden, Metallica vb. Bugünlerde Radyo Eksen kafi. Ara sıra transtan çıkmama neden olan bir iki şarkı çıkıyor, "bu neymiş" diye bakıyorum, iyi oluyor. Hem hakkını yemeyeyim, Ağustos'taki The Wall turnesini radyodan öğrendim.

Akşamı ediyorum. Mesai bitimi 18:30. Çıkışım nereden baksan 20:00'ı bulur. Kimi zaman 23:00, kimi zaman da gece ertesi sabaha bağlanır. Bugün fazla iş kalmıyor akşama, 19:00 gibi çıkıyorum. Telefonu çıkarıp saate bakıyorum, 19:04. Çeyreği kaçırdım ama vitrinlere baka baka yetişirim 19:45 Kadıköy vapuruna. Eksen mi, Alaturka mı? Havaya bakalım. İnsanlara bakalım. Trafiğe bakalım. Hayır hayır, göğe bakalım. Ne o, ne o. Frekanslar arasında gezineceğim. Yine de kendimi alamıyorum Eksen'de ne çaldığını merak etmekten. Sevdiğim bir şarkı denk geliyor, sonuna kadar dinleyip öyle değiştiriyorum. Bitmeden değiştiremem, cinslik işte. 

Bilgisayarı yanıma almak zorunda hissetmediğim nadir akşamlardan biri bu. Bir elim cebimde, diğer elim telefonda. Hiç bakmadan frekanslar arasında geziniyorum. Fulya'ya inerken, iş çıkışı trafiğinde ömür geçiren araba ve sürücülerinin yanından yürüyüp gidiyorum. Aradığım şarkıyı bulunca telefonla birlikte sağ elimi de cebime atıyorum, zira hava soğuk.

"İyi akşamlar, bu ayakkabının 35'i var mı acaba? Yok yok, süet olanın. Şu..." Elbette yok. Böyle böyle yoluma devam edip denize vardığımda saat 19:34. Kulağımda eski bir şarkı. Eskiler iyidir. Hepsi değil. Portishead? Geç, kaldıramayacağım akşam akşam. Duydunuz akbilin sesini. Vapur dalgalar ile, ben radyo dalgaları ile boğuşuyorum. En sonunda alıyorum sazı elime. Ne dinlemek istiyorum? Nasıl diyeyim böyle Cem Karaca, Erkin Koray gibi. Yok yok, Tülay German dinleyesim var. Dalgalar vapuru, vapur beni sallarken Tülay German'ın beni hep ağlatan o türküsü düşüyor aklıma. Türküdeki Ayşe benim sanki. Beni en güldüren türküyü de yine Tülay German'ın söylemesi ne güzel tesadüftür. Gerçi tesadüf müdür? Bilemem. Türkü dinlediği için kıkırdar mı insan, ama aksi ne mümkün!

Yol boyunca gün içinde okuma fırsatı bulamadığım haberlere göz atıyorum. Ara ara gözüm karşımda oturan orta yaş üstü kadına takılıyor. Düz, siyah şeyler giymiş. Ayakkabısı bile düz ve siyah. Büyük bir ciddiyetle okuduğu kitabın adını göremiyorum ama YKY'ndan belli ki. Onun kitap okuduğunu görünce elimde telefonla utanç içinde kalakalıyorum bir süre. Sonra haber okuduğumu düşünerek avutuyorum kendimi. Günlerimizden bahsediyor Tülay German. Şarkı biterken iskele babalarına bağlanıyor halatlar. İskelelerin atıldığını duyuyorum. Çantamdan cep aynamı çıkarıp şöyle bir bakıyorum kendime. İdare ederim. Vapur biraz boşalmaya başlayınca ben de kalkıyorum. Merdivenlerden inince en son 20 dakika önce duyduğum soğuk hava vuruyor yüzüme. Soğuktan gözüm doluyor biraz. Zuhal söylüyor radyoda. 

Yıllanmış iskeleden atlayıp Kadıköy'e ayak basıyorum nihayet. Hava soğuk, ellerim ceplerimde. Bir türkü tutturmuşum ama içimden. Kafam hafif yukarıda, gözlerim fötr bir şapka arıyor. Şapkayı görünce yüzüm gülüyor, bütün gün taktığım kulaklığı çıkarıp boynuma indiriyorum. Küçük bir öpücükle son buluyor müzik. Kadıköy'ün sesini, sesimizi, suskunluğumuzu duyuyorum şimdi. 



Temsili fotoğraf şuradan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder