4 Ocak 2013 Cuma

İstanbul'a Bakmak

İstanbul'a baktım. Burada her şey İstanbul'a bakmakla başlar. Sen fark etmesen de, hatta istemesen de bu şehir -bence her şehirden biraz daha fazla- izini bırakır yaşanan hayatlarda.

Bir öykü yazmaya oturacakken kalkıp bir kadeh rakı koydum kendime. "Kızım Leyla" dedim buzdolabının kapısını kapatırken, "27'sin. Bir bu kadar daha yaşasan 54. İster misin o kadar yaşayasın!"

Rakıdan okkalı bir yudum alıp kadehi çalışma masamın üstüne bıraktım usulca. İstanbul'a yeniden baktım. Tanık olduğu onca katliamı, bir kerede öldürülen binlerce insanı, doğranıp parçalanarak öldürülen insanların cesetlerini düşündüm. İpek kordonla boğdurulanlar nedense yalayıp geçti aklımı. Yanmış insan eti kokusu ve insan yağının ateşte çıkardığı cızırtı sesini düşündüm. Çok değil 200 yıl önce, bu şimdi bakmakta olduğum şehirde.

İstanbul'un yakılan, sonra yerine yenileri yapılan binaları ve bu sonsuz görünümlü döngüyü düşündüm. Eski şehri sarmış yangınların aydınlattığı denizin suyu kan kırmızı; üstünde insan ölüleri yüzüyordu. 

Surların içine kaçanları takip ettim. Canları pahasına kaçıyorlardı ama nafile. Yirmi yedi yılın kimi anılarını sur içinde kıstırdım. Uzun kılıçlarla parçalara ayırıp yaktım. Toplasan bir yığın etmezdi ama çıkan ses ve koku surların içini dolduruyordu. Yanma sesi ve yanık kokusundan başka hiçbir şey duyulmuyordu. 

Gül Camii'ye gidecekken Çemberlitaş'a doğru seyirttim. Çemberlerin sardığı sütun ile kaide arasındaki biçimsiz betona tünemiş kumru ve güvercinleri ürkütmeden kapağını açtım gizli geçitin. Karanlıkta aşağı inerken adımlarım yankılandı soğuk taş merdivenlerde. 

Theodosia beni beklemiyordu. "Ne o, bir ikona koruyucusu kendini mi belledin" diye efelenecektim ki durdum. Ensesine bir boynuz saplanarak öldürülmüş ve kemikleri köpeklere atılmış bu kadına efelenmek gelmedi içimden. "Yer var mı?" diye sordum onun yerine. Yüzündeki katı ifade silinir gibi oldu, eliyle gönülsüzce bir yer gösterdi kutsal emanetlerin yanında. İncitmek istemez gibi nazikçe bırakıverdim elimdekileri. 

Neden diğerleri gibi parçalayıp yakmadığımı düşündüm onları da. "Kül yanar mı, su yanar mı?" diye sordu bana. 

Kül yanar mı, su yanar mı? "Yanmaz" dedim, "ama denize attım, o da almadı". 

"Kül uçar, su yüzer, deniz almaz" dedi. 

"Alma içeri kimseyi" diye tembihledim. "Sen bize emanetsin, bunlar sana emanet". 

Soğuk taş merdivenlerden çıkarken gözüm karanlığa alışmıştı artık. Yine de cilası gitmiş ahşap trabzana tutundum. Evin çelik kapısını açarken epey gürültü çıkardı anahtarlar. Herkes uyumuştu. Anahtarları sessizce kenara koydum, ayakkabılarımı çıkardım. Çalışma masamın üstünde duran kadehi alıp pencerenin önünde durdum. Haliç de durdu. Yalnız ışıkları göz kırpıştırmaya devam ediyordu. Kadehin dibinde az bir rakı duruyordu, içtim.

Dedim ya, burada her şey İstanbul'a bakmakla başlar.



*Bir kadeh rakı içimlik yazı

 

2 yorum:

  1. rakıdan mı,İstanbul'dan mı bilmem ama çok keyifli bir yazı olmuş...

    ellerinize sağlık...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim, yazması da keyifliydi. Belki ondandır.

      Sil