3 Nisan 2013 Çarşamba

Akdeniz Karadeniz

leyla yaşadığını mı yazıyor, yoksa yazdığını mı yaşıyor? leyla iyi ezberlenmiş bir metin mi? ne olursa olsun heyecanlı bir metin olduğu kesin. 

Sekiz sene sonra yine Doğu Karadeniz'deyim. Son zamanlarda aklıma üşüşen sorgulamaların hepsini İstanbul'da bırakarak geldim. Leyla'dan geçtim de geldim. Bakalım o da benden geçecek mi... 

Sekiz sene önce ilk saha çalışmam için bir kış ayı boyunca Artvin Yusufeli'nde, Barhal Çayı'nın üstünde bir pansiyonda kalmıştım. Her sabah aklımdan geçen ilk düşünce "yağmur mu yağıyor" olurdu. Çayın sesine alışmam neredeyse bir ayımı almıştı. Tam alıştığım sıralarda iş bitmiş, dönme vakti gelmişti. Bir de üstüne üstlük körkütük aşık olmuştum. Havaalanında "gitmek istemiyorum, geri döneyim ben" diye ağlayan bir kız çocuğu. 

Aşk gider, su kalır hocam. Sanırsın ki esas su akıp gider. Hayır, aşk gider. Bir daha da geri gelmez. Giden gitmez, kalan kalmaz aslında. Aşk gider, su kalır. Artvin Yusufeli'nde Barhal Çayı, Giresun Tirebolu'da dalgaların sesi işte... Hiçbir şeye inanmadığım kadar suya inanıyorum şu an. Hatta hiçbir şeye inanmıyorum sanırım. Güçlü bir alışkanlık su sesi. Zor yerleşiyor, yerleşti mi gitmiyor. 

Artvin ve aşk özdeş olmadığına göre artık, bu Doğu Karadeniz'de sahiden başka bir şey var. İçime işleyen, burnumda tüten, beni çağıran... Yeşili yeşil, havası hava, suyu su. Başka bir şey daha var ki dalgalarda buluyorum: Delilik. Bu deniz deli. Sınır bilmez. Bilse de oralı olmaz. 

Saha sonrası bulduğum boşlukta kendimi sahile attım. Ev hemen plajda zaten. Körliman'a kadar yürüyüp geri geldiğimde güneş batıyordu. Kaldığımız eve doğru meyletmiştim ki radyoda Leylalı bir şarkı çalmaya başladı. Bir bildiğim vardır herhalde diyerek evin önündeki plaja indim, bir taşın üstüne oturdum. Hiçbir şey düşünmeden yalnızca dalgaları izledim, dalgaları dinledim. 

Cayır cayır yanarak batmakta olan dev bir yük tankerine benziyordu güneş. Öyle görkemli yanıyor ve öyle dehşetli batıyordu ki son kıvılcımı da ince bir duman çıkararak denizde sönene kadar oturduğum yerden kalkamadım. Hürmetten kıpırtısızca izledim. Neden sonra bir Karadeniz kumsalında dehşet, hürmet ve bir anda çöken yağmurlu akşam serinliğinden titrediğimi fark ettim. 

Elimi sırt çantamın ön gözüne attım, elime kum geldi. İki ay kadar önce Akdeniz sahilinde yürürken çantama attığım deniz kabuklarının kumuydu elime gelen. Bir iki tane de buradan attım. İnce yağmurluğumun altına sızan akşam serinliği ile biraz daha ürperdikten sonra kalktım, yolun karşısına geçip eve girdim.




4 yorum:

  1. Özlem'in günlüğünde kenarda gördüm günlüğünüzün ismini ve şunu paylaşmadan edemedim:

    Gündüz Düşleri

    Bu gece ne yapsak?
    Sussak sadece, susarsak anlaşsak
    Sarılsak öylece
    Nefeslerimizle uyusak
    Sessizce uyansak yine
    Sessiz bir dokunuşla günaydın desek birbirimize
    Kalksak, yine konuşmasak
    Bakışmasak
    Birbirimizin varlığında huzur bulsak

    Biliyorum ne desem şehvete yoracaklar şimdi
    Ama dinlemiyorum, duymuyorum onları
    Devam ediyorum gündüz düşlerime
    Mesala birinde okuma koltuğumuzda uzanıyoruz beraber
    Kolların yorulmasın diye benim tuttuğum kitabın
    Sen çeviriyorsun yapraklarını
    Yok olmaz bu çünkü kağıt bıçaktan keskindir bazen
    Bu yüzden ben çevirmeliyim yaprakları da
    Bazen benim sevdiklerimden bazen seninkilerden okumalıyız
    Senin sesinden duymalıyım bazen sevdiğim cümleleri
    Bazen de okumalıyım sana sevdiklerini

    Bu gece ne yapsak?
    Mesala televizyon koltuğumuza otursak
    Beğenmesek hiçbir programı
    Sonra bize güzel şiirler okuyan
    Türkçe, Lazca, Kürtçe ve hatta İngilizce şarkılar çalan
    Doğrunun yanında olmak için didinen gençler bulsak
    Ne kadar ben gibi
    Ne kadar sen gibi desek
    Program bitse de dalamasak uykuya
    Bilip de sustuklarımızı, yüzümüze vurduklarını okusak
    Birbirimizin gözlerinden
    Sonra yine birbirimizin varlığında huzur bulsak

    Biliyorum ne desem şehvete yoracaklar yine
    Yine duymazlıktan geleceğim ben
    Siz ne anlarsınız diyeceğim içimden
    Gündüz düşlerime devam edeceğim yine
    Mesala şükredeceğim artık sigara içmediğime
    Sen göğsümde uyurken
    Biraz üzüleceğim, başımı yana çevireceğim
    Nefesim rahatsız etmesin seni diye
    Çok sevdiğim yüz üstü uykumdan ödün vereceğim
    Hatta sen daha rahat uyu, seni daha çok görebileyim diye
    Uyku girmeyecek gözlerime

    Biliyorum ne desem kötüye, şehvete, hazza yoracaklar yine
    Bense gözlerimi kapayacak
    Devam edeceğim gündüz düşlerime
    Bu gece bir kadeh daha sen olsan yanımda
    Seni içtiğim her anda
    Bir kez daha
    Şükretsem alkole olan tövbeme
    Senin sarhoşluğun olsa içimde
    Kapıyı çalsam, kim olduğum sorusuna "Sen" desem
    Seninle otursam, uzansam, okusam, izlesem, dinlesem, yesem, içsem
    Seninle uyusam
    Seninle uyansam gündüz düşlerimin içindeki gece düşlerimde
    Bu gece de bir olsak seninle

    Bu gece ne yapsak?
    Herşeyi boş versek
    Sussak sadece, susarsak anlaşsak
    Sarılsak öylece
    Nefeslerimizle uyusak
    Sessizce uyansak yine
    Sessiz bir dokunuşla günaydın desek birbirimize
    Kalksak, yine konuşmasak
    Bakışmasak
    Birbirimizin varlığında huzur bulsak

    YanıtlaSil
  2. çoktandır yazmadım. bir özet geçeyim bir de öğüt isteyeyim senden. afla doktoraya döndüm. artık atılma da kalkmış ömür boyu felsefede doktora öğrencisi olabilirim. ama döndüğümden beri hiçbirşey yapmadım. içimden gelmiyor çünkü. çünkü biliyor musun felsefede 'data' yok. hal böyle olunca ekoller öne çıkıyor. bizim okul ekol olarak ampirist ve materyalist. çünkü dili ingilizce ve ingilizlerin -olmayan- felsefesi materyalizm ve ampirizme dayanıyor. bunun türkçesi şu: "bu işi neden bilim adamlarına devredip dükkânı kapatmıyoruz?". ben ise rasyonalist ve idealistim. yani en azından ruhun varlığına ve aklın bize bilgi kazandırabileceğine inanıyorum (biliyor musun atomları eski yunanlılar sadece düşünerek keşfetmişlerdi.) e böyle olunca bizim hocaların bırak mezun etmeyi, tez konusu olarak kabul edecekleri bir konu bulmakta dahi zorlanıyorum. ha çok önemli fikirlerim olduğuna inanıyorum. belki de bu bir hezeyan ama sonuçta filozofuz. biraz hezeyan şart diye düşünüyorum. sonuçta biz filozofları yargılayan tarihtir. yüz yıl geçmeden bir filozofun kıymetli olup oldmadığını kimse söyleyemez. ama o çok 'önemli' fikirlerimi bir türlü yazıya dökemiyorum. en fazla defterler dolusu not haline gelebiliyorlar. acaba diye düşündüm son günlerde, mecbur olduğum birşey olmadığı için mi asıl istediğim şeyleri yazamıyorum? kendimi bir tez yazmaya mecbur etsem nasıl olur diye düşündüm. tabii annemle sevgilim çok sevindi bu işe. hah sonunda adam oldu, doktorasını alıp efendi gibi hoca olacak, çoluğa çocuğa karışacak diye düşündüler. ama benim içim yine rahat değil. bahaneler bulup bir türlü hocalarla ciddi ciddi konuşamıyorum. salak kafam diyorum. yazsaydın şu asıl fikirlerini. yayınlatsaydın hiç bu doktora işlerine bulaşmana gerek kalmayacaktı. bu arada bayağı enayi olduğumu da biliyorum. o yüzden objektif birine sorayım dedim. ne dersin?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Senden en nihayet haber çıkmasına sevindim. Kendine hayrı olmayan biri olarak öğüt veremeyeceğimi takdir edersin. Akademiyi uzaktan sevmek aşkların en güzeli mi nedir, çok sevindim doktoraya dönmene. Içimde uhdedir biliyorsun. Mesele yayınlatmaksa akademinin dayattığı format kısıtlayıcı olmaz mı senin için? Ne bileyim biçimi veya biçimsizliği üzerinde daha fazla söz sahibi olmaz mıydın bir yayınevi ile anlaşsan? Dilinden ve defterler dolusu nottan anlayacak bir editör bulduktan sonra tabi. Öte yandan doktoranın ucunda kadro ve konvansiyonel bir hayat kurgusu var. Ne yapacağını merakla bekliyorum. Yeter ki boşlukta kaybolup gitmesin fikirlerin. Nasıl olursa olsun yaz derim..

      Sil