Bu soruyu Tirebolu'ya geldiğim ilk hafta Bedrama Kalesi'ne çıkarken, fındık bahçesinde torunuyla birlikte çalışan bir teyzeden işittim. Durduk yere aklıma kazınmış. Hayır, hiçbir şey durduk yere kazınmaz insanın aklına. İnsan aklı öyle bir şey değil.
Bir ay sürecek bir saha çalışması için geldiğim Giresun'un Tirebolu ilçesinde ikinci haftamı tamamlıyorum. Buna benzer uzun süreli ve evden uzak illerde gerçekleşen her saha çalışmasında olduğu gibi kendi hayatımdan ve hatta gündemden biraz kopmuş vaziyetteyim. İletişim çağının nimetlerine rağmen bu türden saha çalışmalarının yalıtıcı bir etkisi olur. Sahadaki araştırmacı -hele bir de saha köylerse- mikro bir hayat kurar kendine. O güne kadar kurduğu ve uçaktan inene kadar içinde ve birlikte devindiği hayatı, gündüz saha-gece raporlama döngüsü içinde gitgide uzaklaşır. İletişim araçları, bu mekansal kopuşa direnişin araçlarıdır.
Her sabah elinde bilgisayarla Beşiktaş İskelesi'ndeki Harbiye dolmuş kuyruğunda bekleyen ve kimi zaman telaşlı, kimi zaman emin adımlarla Valikonağı Caddesi'ni arşınlayarak Nişantaşı'ndaki ofisine giden kadın ben değilim sanki. Sanki fındık dalları zaten hep yeşildi ve ben o fındıklıklar arasında büyüdüm zaten. Harşit Çayı'nın sesini duymadığım, dağların sisini görmediğim günüm geçmedi sanki.
"İşte bunun fotoğrafını çekemezsin" dedi hocam. "Ama yazabilirim" dedim bilmiş bilmiş. Denemek serbest en azından. Doğu Karadeniz'de bir kıyı; kıyı boyunca elektrikler gitmiş. Karanlıkta tek görebildiğim yıldızlar ve tek duyabildiğim kıyıya delirmiş gibi vuran dalgalar. Bir oyun uydurmuş, dalgalarla aşık atıyorum. Denizin neredeyse dibine kadar yaklaşıyor, her seferinde kalabalık bir ordu gibi hücum eden köpüklü dalgalardan koşarak kaçıyorum. Gece karanlık, deniz kara ama içim apaydınlık. Gülmekten alamıyorum kendimi. "Yaşamak çok güzel" deyiveriyor, dediğimi yine bir ben duyuyorum.
Dalgalar sahilin iki tarafındaki kayalarda patlıyor. Tanık olduğum şey safi güç. Yakalamayagörsün insanı yok eder, kaybeder bu dalgalar ve yok etme gücüne sahip herşey beni oldum olası kendine çeker. Yok olmaya ne kadar yakın durursam var olduğumu o kadar güçlü duyuyorum. Büyülenmiş gibi dinliyorum bu şiddeti. Ancak gözüm alıştıkça yavaş yavaş seçebiliyorum şiddetin faillerini. Her zaman yaptığım gibi göğe bakmak için duruyor, durunca yıldızları görüyorum. Zaman duruyor. Yalnız mekandan değil zamandan da ayrıyım artık. Herşey tastamam. Yaşadığımı hissediyorum, hem de iliklerime kadar. Sonra elektrikler geliyor.
Akşamın 10.00'unda Trabzon-Giresun yolunda giden şehirlerarası otobüsün şoför mahallinden bir çakmak sesi duyuyorum. Keyifle verdiği duman beni 2013'ten alıp 1993'e götürüyor. İstanbul-Değirmendere yolunda giden şehirlerarası otobüste annemin yanında oturuyorum. Annem otobüsün içinde sigara içirtmemenin savaşını veriyor. Belki sırf kızı astım hastası olduğu için, belki de annem böyle bir insan. 20 yıl sonra kızı, Doğu Karadeniz sahil yolunda ilerleyen bir şehirlerarası otobüs şoförünün verdiği nefese kızmak şöyle dursun, "bir tane de ben yakabilir miyim" diye sorası gelecek kadar keyifleniyor.
"Sen aşk hakkında yazıyorsun, oradaki aşkı anlatabilirsin" tavsiyesini dinleyecek olursam... Buradaki aşk oradaki aşka biraz kızgın ve yukarıdan bakıyor. Uğruna vurmaz veya vurulmaz, herkesi ve herşeyi karşına almazsan aşk denmiyor burada. 16'nda evleniyor, 40'ına varmadan -annemin beni doğurduğu yaşta- torun sahibi oluyorsun. Kimi "vah vah, neyse ki genç gösteriyor" diye bakıyor, kimi "ben bekarlığımı yaşayamadım, sakın acele etme" diye akıl veriyor. Bir başka teyze fındıktan sonra İstanbul'a geleceğini, seve seve bana koca bulabileceğini müjdeliyor. Yaşım geçiyor çünkü; çok geç olmadan en az iki tane doğurmalıyım. En az iki çocuğu duyunca en az iki adım geri kaçıyorum. Dalgalardan kaçtığım gibi aynı. Tıpkısının aynısı.
Bugün yaptığımız görüşme sırasında not alırken aldığım nota inanamadım bir an: "Gelin Ayşem türküsündeki Ayşe dedemin kumasıdır, dedem hep anlatırdı". Siyah kapaklı Tülay German kasedimi aldığımda 13 yaşındaydım. Çevir çevir dinlemelere doyamadığım kasetteki Tombalacık Halimem türküsü beni ne kadar güldürüyorsa Gelin Ayşem de o kadar ağlatıyordu. Belki sırf adımda Ayşe olduğu için, belki de ben ağlak bir insanım. Sahada hiç kastırmıyorum adım için, benim adım Ayşe. Hatta kimine göre doğrudan Ayşecik. Dağından düzlüğünden yeşillik ve su fışkıran bu topraklarda yetişen Ayşelerden yalnızca biriyim. Gelin Ayşe'nin bebesiyle birlikte sele kapılıp gittiği Harşit Çayı'nın üzerine kurulmuş bir tahta köprüden geçerken teyze yine soruyor: Beben var mı gelin? Yok teyze, yok.
Benden gelin olur mu?
Gelin köprüden geçer mi?
Benim bebem olur mu?
Harşit Ayşe'yi yutar mı?
|
St. Jean Kalesi |
Gündüz gözüyle düşler gören Leyla Tirebolu'dan bildirdi.
(Bir de Instagram fotoğrafları var ki sağdan bir yerden tıklanıyor, orada bir yerde olacaktı.)
Evelemeyi gevelemeyi bırakıp yeniden yazmaya başladığın için teşekkürler. Yeşilçamı da rahat bırak artık...
YanıtlaSil(Akın'a yolluyorum yazını, yayınlasın.)
Bana da iyi geldi ne yalan söyleyeyim. Ama bırakamam hocam, Yeşilçam kalbimde yaşıyor.
YanıtlaSil(Teşekkürler.)