29 Temmuz 2013 Pazartesi

Yeşil Mercan Resifi

Bizim barın önündeki masaların birinde oturuyorduk. Nehir'i esir almış dert anlatıyordum. Yan masada oturan yeşil tişörtlü çocuk da iki sakallıyı esir almışa benziyordu. Çocuğun yüksek kahkahalarından ne anlatacağımı unutuyordum. Sesin yüksekliğinden çok içindeki neşenin sahteliği sinirimi bozuyordu. Bir patladı mı bitmek bilmeyen kahkahaları acemice söylenen yalanlar gibi ayan beyan ve acınasıydı.

Neden sonra bize seslendi. Bizi bir yerden hatırladığını ama çıkaramadığını söyledi. İçimden gülüyordum. Güzeller güzeli küçük kız kardeşine askıntı olan tipler yüzünden elinden bir kaza çıkması an meselesi olan nemrut abla pozuna girmiştim. Normalde "bu top sana" deyip hiç karışmayabilirdim ama ortada nişan, evlilik gibi gelenekselliklerin bulunması bende de geleneksel bir koruyuculuk uyandırmıştı. 

Çocuk yüksek sesle unutkanlığından yakınırken tutamadım kendimi, yüksek sesle "balık" dedim. Anlamadı. Tekrarladım. "Balık yağı hocam, hafızaya iyi gelir. Bol bol tüket sen."

Birkaç dakika sonra çocuk masadan kalkıp yanımıza doğru meyletti, yandaki boş masadan bir de sandalye geçirdi eline. Hedef Nehir, engel bendim. Bunu bize uzaktan bakan herhangi biri bile görebilirdi. Nehir'in kısacık kestirdiği siyah saçları süt beyaz teni üzerinde bir virgül gibi kıvrılıyordu. Gözlerindeki ürkek bakış tamamen asılsız fakat son derece çekiciydi. Küçük ağzı usta bir kalem hamlesiyle çizilmiş gibiydi, burnu gerçek olamayacak kadar biçimli. Zaten kimse inanmaz, tanımadığı kadınlar yanına gelip doktor ismi almak için uğraşırlardı. Bana kalsa bir doktordan ziyade ancak maharetli bir heykeltıraşın elinden çıkmış olabilirdi. Bu yüz ve çıtı pıtı bedenin yanında ben mecburen yapılmış kara kalem bir eskize benziyordum. Durum Nehir'i kıskanmamı gerektiriyordu ama bir sanat eserini kıskanmak kadar saçma olurdu bu. 

Çocuk güçlükle ayakta durabiliyordu. Yan masadan kaptığı sandalyeye yaslanmış, gözlerini bize dikmiş, yanımıza oturmak için izin istiyordu. Gözümün içine baktı. Yavru köpek bakışı atmaya çalışıyordu ama çok başarısızdı. Sarhoş muamelesi yapmadan ve incitmeden masasına geri dönmesini söyledim. Bu direktifimi işaretlerle destekledim. Rahatsız ettiği için özür dileyerek masasına döndü.

Çocuğun teni buğday tarlası gibi, gözleri tişörtünden daha yeşildi. Ensesini geçen gür saçlarını toplamış ama bol köpüklü, malt saatler içinde saçı da kendiyle birlikte dağılmıştı. Sol yanından kalabalık bir tutam kurtulmuş, kulağını örtüyordu. İnce kolları ve omurgasının eğimine bakılırsa üniversite öğrencisiydi. Çocuktu. Sarhoş bir çocuk. 

Nehir'in nişanlısı onu almaya geldiğinde birası daha bitmemişti. Onlar gittikten sonra içeri, bara geçip oturdum. Daha biram vardı, Nehir'inki de neredeyse ağzına kadar doluydu. Limonlu olsa bile içilmeyi hak ediyordu. Limon dilimini çıkarıp iki birayı karıştırdım, her zamanki gibi ayaklarımı yanımdaki tabureye uzattım. Son olmayan son biramı yudumlarken çocuğun yüksek kahkahaları arkamda patlamaya devam ediyordu. Barın çalışanlarından Eser'le muhabbet ediyor, düzenli aralıklarla çocuk yüzünden homurdanıyorduk. 

Bir saat sonra bira almak için bara geldi. Çalışanlar, gitmesini istediği için özellikle ilgilenmiyorlardı. Oysa çocuk azimli ve inatçıydı, ayrıca hiç eve gidesi yoktu. İşin kötüsü şimdi masasına dönesi de yoktu. Barda Eser'le sohbet etmeye çalışırken beni fark etti, çıkaramadı. "Demin masada sen de vardın, di mi?" diye sordu, "evet" dedim gülerek. Eser, çocuğa kibarca uzaklaşmasını söyledi. Hafızası berbat ama algısı hala açıktı. Bozuldu, yalpalayarak masasına dönüyordu ki hiç dokunmadan tuttum onu. Yeşil gözlerinde acı vardı çocuğun. Taşıdığı zekayla baş etmekte zorlanıyor gibiydi. Gözlerinin içi her an gülüverecek ya da her an gözyaşları taşacak gibi. Mercan resifi gibi gözleri vardı çocuğun, bir şeyler saklıyor ve sakladıklarını arayıp bulmak için yüreklendiriyordu. Bende ise yürekten bol bir şey yoktu. 

Ayaklarımı uzattığım tabureden indirip ona döndüm. Yabancı bakışımı ve yabancı sesimi çıkarıp taburenin üzerine bıraktım. Nefesimi tutup resifin içine daldım. Sonra anne göğsü gibi ılık, yumuşak sordum: "Senin derdin ne? Bir derdin var." Öfke, azar, alay... hiçbiri yoktu bu seste. Endişeli bir merak, şefkatli bir endişe vardı. Yabancılığımı tek nefeste sıyırıp atınca anadan üryan kalmış ama korkmamıştım. Çocuk korktu. Resif huzursuzluk ve tedirginlikle dalgalandı. Patlaması muhtemel bir fırtına kokusu alan tüm deniz yıldızları ve parlak küçük balık sürüleri kaçıştılar. Bir anda hayat durdu resifte. Huzursuz dalgalarla birlikte salınan yosunlardan başka hareket kalmadı. "Yapma" dedi, parmağını burnuma doğru tehditkarca sallamaya çalışarak. Kendi sallanmakta olduğu için beceremedi. "Sakın bana bunu yapma". Öfkelenmiş olsa da aman dilenir gibi duruyordu. Yaralı bir hayvandan farksızdı. Tabureye bıraktığım yabancı bakışımı ve yabancı sesimi alıp elime tutuşturdu, giyinmemi istedi. Ölesiye korkmuştu. Yine de bir süre gözlerini alamadı. Sonra arkasına baka baka gidip masasına oturdu. 

Birasından büyük yudumlar alırken kafasını çevirip bana uzun tedirgin bakışlar atmaya devam etti. Ne gözlerimi kaçırdım, ne gülümsedim. Kahkahasını bir daha duymadık. Birası bitince de yalpalayarak uzaklaştı. Hala arkasına bakıyordu. 


17 Temmuz 2013 Çarşamba

Bezgin

Eli kalem tutan her insanda tasvir etme isteği uyandırabilir. İlk tanıştığımız zaman bende uyandırdığı istek tanımaktı. Yan yana bar taburelerinde otururken adımı sorduğunda “Leyla” demiştim; ona gayri ihtiyari gerçek adımı söylemiştim. Ne de olsa loş barların tabureleri kafası dumanlı sakinlerine sınırsız isim özgürlüğü tanıyan adacıklar. Bense ona kim olduğunu ancak birkaç satır sonra ve kabaca, neredeyse kızgınlıkla sormuştum: “Sen kimsin?”. Aramıza iki tabure arasındaki mesafeden fazlasını koymak istediğim için kızgın görünmeye çalışmış olabilirim. Veyahut artık biriyle tanıştığımda, hatta ilk göz göze geldiğimde dahi hayatımda bırakacağı etkiyi az çok kestirebiliyorumdur. Bir iz bırakacaktı, sezmiştim. Hem merak hem de öfkeyle sorulan “sen kimsin” sorusu içinde “hiç zamanı değil, sen de nereden çıktın” sorusu uyukluyordu. Sorumun cevabını yavaş yavaş alıyorum.

Yolun yarısında bir adam. Hayatımda gördüğüm en bezgin adam belki de. Leman okuduğum ortaokul yıllarıma götürüyor beni. Bezgin Bekir kupam var o zaman, iki şekerli çayımı en çok o kupayla içmeyi seviyorum. Yıllar sonra, çay içtiğim kupadaki adam karşımda duruyor. Kahve dolu bir kupa uzatıyor bana. Bendeki kupanın aynısı.

Bezgin olduğu kadar yorgun da. Genç yaşından beri çalışan insanlara has bir yorgunluk taşıyor içinde. Bezginlik ise tüm bedenini sarmış gibi. Başlangıç meridyeni yüzünün orta yerinden geçiyor sanki, doğusunda ve batısında kalan bütün yüz şekilleri güneye iniyor. Yanakları yer çekimine teslim. Yalnız bir kere gördüğü memleketinin en heybetli izi, yüzünün tam ortasında, başlarda hafif bir çöküntüyle de olsa kuzeyden güneye doğru yükseliyor. 

Teni öyle beyaz ve solgun ki herhangi biri bile hayatının bir noktasında veremin bu bedene uğradığını kestirebilir. İnce hastalık, ince bedenindeki izlerini hala koruyor. Hele yağdan parlayan kavruk bedenlerin salındığı Bodrum sokaklarında bir akyuvar gibi gezinirken solgun teni daha da soluyor. Bakışları bile solgun ve bezgin. Gözleri açık kalmak için insanüstü bir çaba sarf ediyor sanki. Gülümseyince insanın içini ısıtan bir ışıltı gelip geçiyor. Gözlerine bakınca, birini hiç tutkuyla sevmiş midir acaba diye düşünmeden edemiyorum. Düşünür düşünmez utanıyorum düşüncemden. Sanki tutku benim tekelimde ve bezgin bakan adamlar tutkuyla sevemez sanki.

Beyaz ve ince, solgun ve bezgin bedeni itinayla güneşten gölgeye kaçıyor; akciğerinin klimaya tahammülü yok ama paketlerce sigaraya bana mısın demiyor. İnce sigarası kalın parmaklarına yakışıyor doğrusu. Ayak başparmağı yan komşusundan kısa. Dünya üzerinde milyonlarca insanın da öyledir eminim ama milyonlarca kişiden bir tanesinin bu özelliğini bilmek ve ona “bak benim orta parmaklarım da bitişik” diyerek ayak parmaklarımı göstermek hoşuma gidiyor.

Atkuyruğu yaptığı uzun saçları ve tek küpesi aşinadan da aşina. Öte yandan, güzel başı kuzey kutbunun iki yanından kelleşmekle iştigal. Alnına komşu bölge inatçı görünse de hinterlandı inat etmeyi bırakmış çoktan. Yolun yarısı kuzey kutbuna illa ki uğruyor demek. 

Yollar ne denli kolay kesişiyor ve ne denli zor oluyor yeniden ayrılmaları. Kesişmek için doğru zamanı kollamadıkları muhakkak. Yol boyunca anlamak ve anlatmak istiyorum. Oysa ekseriyetle susuyor ve yazmak için bekliyorum. Kim olsa tasvir etmek ister onu. Bir kısmını kendime sakladığım için eksik ve ismiyle müsemma bir adam olduğu için isimsiz bir tasvir bu. Bana müsemma olduğum isimle hitap ettiği için içten içe bir teşekkür belki de.  

14 Temmuz 2013 Pazar

Neler Oluyor Hayatta?

Bir gün o çok sevdiğin işi bırakıyorsun mesela. Tam çaresizliğe kapılırken hiç beklemediğin kadar iyi bir iş teklifi alıyorsun. Apışıp kalıyorsun. 
Mesela bir adamdan ayrılıyorsun. Artık kimseyi istemezken biri çıkıp gözlerinin içine bakarak gülümseyiveriyor. İnanmakta güçlük çekiyorsun.
Ya da birini seviyorsun mesela; çok seviyorsun, hep seviyorsun... ama o seni hiç şaşırtmıyor. 

Neler olmuyor ki!


10 Temmuz 2013 Çarşamba

'68, Gezi ve İstifa Üzerine

Dilime takıldı: "Ayşec. istifa"
İstifa derken hükümetin veya Erdoğan'ın istifası değil, kendi istifam üzerine. 10 gün önce işimden istifa ettim. Çok severek girmiştim ve 1,5 yıldır çalışıyordum. Çalışma tempomu hiç açmayayım, özel sektör demekle yetineyim. Maddi getirisi yok, manevi götürüsü çok. Öyle özel, öyle bebiş bir sektör. 

İstifa ettikten sonra bir gün yolda liseden bir arkadaşımla karşılaştım. 3 yıldır özel bir hukuk bürosunda çalıştığını ve mutsuz olduğu halde istifa edemediğini söyledi. Sebep aynı: "Başka bir dünya mümkün değil, nereye gitseniz aynı olacak. İş hayatı böyle, yersen." İstediğin kadar iyi lise ve üniversitelerden mezun ol, öyle çaresiz hissediyorsun ki yiyorsun. 

Yeni kurulmuş ve minimum sayıda insanla çalışan bir şirket olmasına karşın yaşadığım sorunları şirkete değil sektöre mal ediyorum. Y kuşağının iş hayatı ile imtihanında tipik bir Y kuşağı gibi davrandım. Nasıl mesela? 80'lerde doğan Y kuşağı ebeveynleri tarafından el üstünde tutulur, azami oranda maddi ve manevi destek görür. İyi okullarda, istediği bölümlerde okur. Kendinden önceki ve şu an yönetici pozisyonundaki X kuşağının aksine çalışmak için yaşamak değil, yaşamak için çalışmak ister ki bunun neresinin yanlış olduğunu hala anlayabilmiş değilim. Zaten tam da bu noktada koptum gittim: Ben ne yapıyorum?

İstifamın Gezi'ye denk gelmesi tesadüf değil. Direnişten güç aldığımı inkar edemem. Hatta açıkçası bu bağlantı hoşuma gidiyor. Gezi'yi tetikleyen ekolojik duyarlılıktı fakat altında yatan ve en apolitize insanları bile "yeter artık" refleksiyle sokağa döken 10 yıllık bir birikimdi. Gündelik hayatımız üzerinde 10 yıldır artarak kurulan tahakküm ve baskıya dayanamadık. Y kuşağı ya da daha yaygın kullanılan tabirle '80 sonrası apolitik kuşak, hayatına yön verecek bir üst-anlatıdan (meta-narrative) yoksun kabul edilir. Nitekim Y kuşağını sokağa döken, gündelik hayatı üzerinde kurulan tahakkümün tahammül sınırlarını aşması oldu. Sosyalist bir ailenin çocuğu olarak kendimi üst-anlatıdan yoksun addetmiyorum. Benim gibi işini seven ve bu nedenle mesai günü saati olmaksızın çalışabilen bir insanı bile istifa noktasına getiren tek neden yalnızca sömürü düzenine duyduğum tepki değildi. Ailemi, arkadaşlarımı, evimi göremiyordum. Gündelik hayatımın işten ibaret olmasına tahammül edemedim. 

Gezi Direnişi'nin istifama da yansıyan çok bireyselci ve gündelik hayata dair bir karakteri olduğunu düşünüyorum. "Bireyselci" ve "gündelik hayat" terimlerini pejoratif kullanmıyorum. "Toplumcu", "politika" veya "ideoloji"den daha değersiz olduklarını düşünmüyorum. Hoş, gündelik hayatın politikadan ve ideolojilerden bağımsız olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Öte yandan toplumun büyük kesimi için "şuraya bir Atatürk büstü, oraya da bir Türk bayrağı koyarsam bu politiktir", onun dışında kalan her şey "ideolojik" yani kötüdür. 


Geçen ay Mazı'dayken babamla Gezi hakkında epey konuştuk. Bir akşam, kendisinin de içinde yer aldığı '68 hareketi ile Gezi'yi kıyaslamasını istedim. Tabak kıvamındaki ayın şavkı Gökova'ya boylu boyunca serilip ışıklı bir yol gibi masamıza uzanırken ve biz o yolda yavaş yavaş demlenirken baba-kız biraz muhabbet ettik. 

Kız: "Özgürce sevmemiş, sevişmemiş adamların hayata karşı duyduğu hınç bence bu, acısını bizden çıkarmaya kalktılar. Her iktidar kendini beden üzerinden uygular ama çok ileriye gittiler. Hayır, Foucault'nun bahsettiği türden bir sofistikasyonu bile yok; kaba saba, dan dun bir iktidar bu. Ne giyeceğime, ne içeceğime karışıyor. Sen kimsin ki benim özgürlüğümü kısıtlıyorsun?"

Baba: "Bizim için özgürlük, toplumun özgürlüğüydü. Aşklarımızı bile doğru düzgün yaşayamadık, 'bacım' demek zorunda olduğun insanla ne yaşayacaksın zaten? Arkadaşlarla rakı sofrasında bir araya gelindiğinde ülke sorunları konuşulurdu. Her şeyi topluma endekslemiştik. Ama sonra 'elalem ne der' algısını da yine biz kırdık, kendi ailelerimizde kırdık bunu... 

Kız: "Peki... O dönemde Twitter olsaydı nasıl olurdu? Yani düşünsene bir iletişim yöntemi olarak 555K'dan olayları saniyesi saniyesine ve görüntüleriyle takip edebilmeye..."

Baba: "Twitter olsa muhteşem olurdu tabi ki. O zaman herkes günlük gazetelerden bilgi edinirdi, alternatif bilgi kaynağı yoktu bugünkü gibi. Ama medya bugünkü kadar satılmış da değildi. Son Havadis ve Tercüman sağcıydı, onu bilirdin zaten. Hürriyet, Milliyet güvenilir gazetelerdi. Milliyet tabi Abdi İpekçi sayesinde o noktaya geldi. Devrimcisi de köylüsü de aynı gazeteleri okurdu. 'Gazete yazdıysa doğrudur' denirdi. '80 sonrasında televizyon gazetelerin tirajını büyük oranda düşürdü..."

Eskiden toplumsal algıya göre basın muhalifti. Belli dönemlerde belli gazeteler hariç, dedim ya onları da bilirdin. Mizah ve muhalefet ilişkisi hep vardı mesela. 12 Eylül sonrasında Gırgır satış rekorları kırdı. Mizah, rejime muhalifti çünkü."

Kız: "'Gezi yeni bir eylem geleneği yarattı' diyorsun ya, bunu derken direnişin en önemli bileşenlerinden biri olan mizahı da işin içine katıyorsun değil mi? Ben hala yeni bir gelenekten ziyade yeni bir repertuvar yarattığını düşünüyorum..."

Baba: "Gezi benzersiz bir olay. Ne Arap Baharı, ne Occupy, ne de Atina'daki anarşist harekete benziyor. Şimdi o eksene çekmeye çalışacaklar ama din temelinde değil, bireysel özgürlükler temelinde şekilleniyor. Dünyada hiç bir örgüt bu hareketi örgütleyemezdi."

Kız: "Kesinlikle gücünü örgütsüzlüğünden alıyor. Daha doğrusu, kendine has bir örgütlülüğü olduğunu düşünüyorum ben. İlerisi için de konvansiyonel siyaset alanında etkili olacak bir örgütlülüğe evrilmesi gerekiyor..."

Baba: "Yapılması gereken şey belli, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin geri alınması. Onun için de direnişin kendi içinden bir aday çıkarması gerekiyor."

Kız: "Sen bazen diyorsun ya, '80 sonrasından daha kötü durumdayız diye... o beni baya ürkütüyor."

Baba: "Öyle tabi, '80 sonrasından daha kötü durumdayız. Bu ülke çok darbe gördü, ona rağmen bu kadar hukuksuzluk görmedi. Türkiye hep Güney Amerika'yla kıyaslanırdı ama onlarca yıl askeri yönetim altında yaşamadık biz. Askeri yönetim '60 ve '63 arasında vardı, ondan sonra '80 ve '83. Askeri mahkemelerde bile hukuk bu kadar çiğnenmedi, yasalar çalışıyordu. Bugün geldiğimiz durumda 12 Eylül 2010 referandumu belirleyici oldu. Gizli duruşmalar yapılıyor şimdi. Eskiden davalar açık görülürdü. Gizli tanık çıktı bir de, gizli tanık ne demek?!"



'68 ve '78 kuşağı, Gezi'ye ve bu bağlamda mobilize olan Y kuşağına gayet olumlu yaklaşıyor. X kuşağı ise daha şüpheci, yenilgici (defeatist) ve küçümseyici olan yaklaşımını sürdürüyor. Öte yandan malum, sahada asıl veri ses kayıt cihazı kapandıktan sonra ortaya çıkar. Her ne kadar bugüne kadar yaptığım hiçbir Gezi muhabbetinde ses kayıt cihazı kullanmamış olsam da ilerleyen saatlerde '68 ve '78 kuşağının da Gezi'ye esasen güven duymadığı ortaya çıkıyor ve mesele yalnızca örgütlülük/örgütsüzlük değil. Y kuşağının bir üst-anlatıya sahip olmaması, er ya da geç AKP iktidarının kucağına düşeceği yönünde bir algıya neden oluyor. Diğer bir deyişle, Gezi hareketinin zaman zaman Cumhuriyet mitinglerine dönmesinden rahatsızlık duymamamız gerekiyor çünkü aslında herkesi kapsadığı varsayılan bu kimlikten rahatsız olmamız doğrudan iktidarın ekmeğine yağ sürüyor. Yani iktidarın kucağına düşmüş olmamak adına, inanmadığımız bir ikili karşıtlığın arasında sıkışıp kalmamız yeğ tutuluyor. 

"Diren Lice" sloganına gösterilen tepki de Gezi'deki ana fay hattının ulusalcılık olduğunun bir başka göstergesi. Güneydoğu, Türkiye'de doğru düzgün gitmediğim tek bölge. Kürtlerin ve PKK'nın tarihi hakkında yeterli bilgiye sahip değilim. Yani birinci ve ikinci elden bilgiye sahip olmadığım ortada. Birinci elden bilgisine sahip olduğum ise şu: Gezi Direnişi'nde biz terörist ilan edildik. Direnişin adı terör konuldu. Dış mihraklar tarafından desteklendiğimiz iddia edildi. Medya durumu tamamen hükümetin istediği gibi yansıttı. Bu nedenle ülke nüfusunun, hatta İstanbul nüfusunun büyük çoğunluğunun burada olan bitenden haberi olmadı, hala da yok. Oysa Gezi ruhu denen şeyin bence en güzel özelliklerinden biri kapsayıcılığı. Başlarda "ben kiminle omuz omuza yürüyorum" diye sormadık mı, çekincelerimiz olmadı mı? Oldu elbette. Fakat kapsayıcılık fazlasıyla önemli çünkü bugüne kadar sürdürülen özgürlük mücadelelerinin neredeyse hiçbiri kendi mücadelesi dışındaki özgürlük mücadelelerine aldırış  etmedi, omuz vermedi. Kürtler yalnız Kürtler için, başörtülüler yalnız başörtüleri için özgürlük istedi. Gezi'nin güzelliği herkes için özgürlük ve onurlu bir yaşam talep etmesi. Bu aşamada da hayır, çekilen acıları, yaşanan tarihi bir kalemde silip atmadan ama neyin nasıl gösterildiğini, bugüne kadar neyi nasıl gördüğümüzü yeniden gözden geçirerek yolumuza devam etmemiz önemli. 

Bundan sonrası için ne yapmalı? Öncelikle stratejik davranmak gerekiyor. Örneğin olayı din eksenine çekmeye çalışan hükümet kuvvetle muhtemel Ramazan'ı bir çatışma alanı olarak kullanarak manipüle edecekti. Fakat Gezi direnişçileri "yeryüzü iftarı" ile bu olası çatışma alanını pratiğin ruhuna uygun şekilde bir birleşme alanı olarak kurgulamayı ve organize etmeyi başardı. Böyle stratejik olmayan hamleler direnişi haklıyken haksız duruma düşürme riski taşıyor. Örneğin Gezi Parkı'nın açıldığı gün bütün forumları parkta toplanmaya çağırma, parkı açtığı gibi kapayan valinin daha da itibar kaybetmesine yol açmakla birlikte bir işe yaramadı. 

İkincisi, ana akım medya eliyle oluşturulan dezenformasyonun bertaraf edilmesi gerekiyor. Bir arkadaşımın önerisi şiddet kayıtlarını "ünlü diyetisyenden Ramazan diyeti" gibi başlıklarla viral video şeklinde internette yaymak. Doktorum veya izdivaç gibi sabah kuşağı programlarına telefonla bağlanarak canlı yayında durumu anlatmak da oldukça yaratıcı bir eylem biçimi. Ankara'daki billboardları ve yol tabelalarını şenlendiren Küf gibi gruplar olduğunu da hatırlamakta fayda var. Bunlar gayet minör ve basit yöntemler olmakla birlikte etkili olduklarına ve çoğaltılabileceklerine inanıyorum. Dahası malum, toplumsal belleğimiz nisyanla malul. Devlet eliyle uygulanan terör ve cinayetler unutturulmamalı; 19-20 yıllık hayatların boşlukta öylece kaybolup gitmesine izin vermemeliyiz. 

Üçüncüsü, seçimler demokrasi için gerekli fakat yeterli olmayan pratiklerdir. Öte yandan bu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin AKP'den geri alınması gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Daha da önemlisi seçim barajının %3 gibi makul bir seviyeye çekilmesi ve hatta gönül ister ki tamamen ortadan kalkması. Direnişin en önemli taleplerinden birinin bu olması gerektiğini düşünüyorum. Ne zaman ki halihazırda milliyetçilikler ve siyasal İslam'dan müteşekkil "millet meclisi" LGBTT bayrağı gibi rengarenk olur, ancak o zaman gerçekten temsil ediliriz. 


Not: Derli toplu olması için uğraşılmış dağınık bir yazı oldu. Hemen her gün aklımıza mukayyet olmamızı zorlaştıran haberler gelmeye devam ediyor. İktidarın hukuku, adaleti her geçen gün hiçe sayıyor. Weber, devleti tanımlarken devletin "yasal fiziksel güç veya şiddet tekelini" elinde bulundurduğunu söyler. Olaylar yatışmış gibi gösterilse de şiddet dinmedi. Normalde sakin ve huzurlu bir insanım fakat bunca şiddet bende de şiddet uyandırıyor, sükunetimi korumakta ve siyaseten doğru sözcükleri bulmakta zorlanıyorum. Dürüst olmak gerekirse çoğu zaman içimden gelen sinirimden ağlamak ve maalesef cinsiyetçi bir repertuvara sahip olan küfür dağarcığımı son küfrüne kadar sayıp dökmek oluyor. Aklımdan geçenleri ağlamadan ve küfretmeden şimdilik ancak bu kadar derleyip toplayabildim. 

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Dün Gece Rüyamda Karadeniz'i Gördüm

Uzun bir otobüs yolculuğu yapıyoruz. Gece vakti bir tesiste mola veriyoruz. Dalgaların sesini, kokusunu duyunca yerimde duramıyorum. Çakıllı sahilde koşarak deniz kıyısına iniyorum hemen. Ufacık bir koy burası. Gece karanlık; hiçbir yerde ışık yok. Deniz kara, gözüm kara. Deniz sakin sayılır, dibine kadar yanaşıyorum. Garip bir şey fark ediyorum sonra. Denizin bir ileri bir geri okşadığı yerde kum ve çakıl yerine parke var. "Benim salonun parkelerine benziyor" diye geçiriyorum içimden. Sonra kıyı boyunca bir kaç adım atıyorum, bu defa arnavut kaldırımları görüyorum. "Bizim Beşiktaş'ın arnavut kaldırımlarına benziyor". Sonra denize doğru bir adım atmak için karşı konulmaz bir istek duyuyorum içimde. Dalgaların yalayıp durduğu parkenin üzerine basıyorum. Sert bir zemin değil bu. Sanki uyumakta olan dev bir balinanın üzerinde duruyorum. Duramayıp düşüyorum kaygan parkenin üzerine. Denize doğru hafif bir eğim var, soğuk ve karanlık suya doğru çekiliyorum. Bir yandan bırakmak istiyorum kendimi, bırakayım otobüs bensiz devam etsin. Bir yandan kendimi bırakmamam gerektiğini biliyorum ve gereklilik icabı kaygan parkeye tutunmaya çalışarak kıyıya atıyorum kendimi. Denizin içinde ışık var, o zaman fark ediyorum. Dalgaların parkeye vurduğu yerde beyaz pırıltılar oynuyor. Sanki arkadan bir sokak lambasının ışığı vuruyor ama küçücük koyda hiç ışık yok. Islanmış ve üşümüş vaziyette kıyıya oturup bacaklarımı kendime doğru çekiyorum. Otobüs kalkacak, yolcular hareketleniyor. Hiç gidesim yok.