27 Ocak 2014 Pazartesi

Rakı Kadehinde Savrulan Kuşlar

Parmaklarımın ucu buz gibi, ara ara avucumun içine gömerek ısıtıyorum. Günlerdir şurup gibiydi hava, gelecek kuraklığın habercisi olduğunu unutturacak kadar güzel. Redaksiyon işini bitirip son okumaya geçmeden evvel bir kez olsun kendimi dışarı, sahile atıp tadını çıkarırım diyordum ki... Zaman beklemez, bir daha gördüm. Ilık hava ve yumuşak ışık içimi taşırdığında atmalıydım kendimi dışarı, hiç beklememeliydim. Hastaneden taburcu olan ve bir alt sokağımda oturan bir sevdiğime geçmiş olsun ziyaretini bir gün ertelemiş de onu o gece kaybedivermiş gibi hissediyorum. Ne vardı sanki, ne vardı o kadar önemli olan? Hiçbir bok beklemiyor işte. Kaçırdım şurup gibi havayı.

Çalışma masamın penceresinden dışarıyı izliyorum. Bugün güneş doğmadı. Gökyüzü iki buzlu bir rakı gibi beyaz, iki buzlu çünkü soğuk, ara sıra üzerinde siyah kuşlar süzülen iki buzlu bir kadeh rakı. Uçmuyor süzülüyorlar. Rüzgar çok güçlü, rüzgarda savruluyorlar. İyi yapıyorlar, savrulmak da lazım bazen. Kumrular ve güvercinler kim bilir nereye sığındılar, yalnız kargalar ve martılar geçiyor önümden.

Sonra bembeyaz dumanlar geçiyor. Bulvar boyunca uzanan binaların bacalarından çıkıp rüzgarın hızıyla telaş içinde dağılan beyaz dumanlar karışıyor rakıya. Onlara kuşlar, kuşlara ağaç dalları.

Avuçlarımın içi de ısıtmaz oluyor parmak uçlarımı. Kalkıp çalışma masamla pencere arasındaki kalorifere dayıyorum ellerimi. Biraz yanıyor ama olsun. Aşağıda, arabasını caminin yanına park etmiş gençten tıknaz bir adam iki otopark görevlisiyle konuşuyor. Dostça görünen bir pazarlık konuşması olduğu her mesafeden anlaşılabilir. Çalmakta olan piyano solosu, bakmakta olduğum her şeyi bir sanat filmi lensinden geçiriyor sanki. Bugün, benim payıma düşen gökyüzünde hiç sabah olmadığı halde akşam olurken, dışarıda soğuk ve telaş, içeride soğuk ve stres birbirine girmişken piyano solosu hepsinin üzerine biraz dinginlik serpiyor. 

Neyi erteleyeceğini iyi seçmeli insan. Bir insanın hayatı da beklenmedik güzel bir hava gibi avcunun içinden kayıp gidebiliyor. Güzel havanın aksine hayat geri gelmiyor. Öte yandan, güzel hava geldiğinde burada olacağımız da meçhul. Hepimiz birinin pişmanlığı olabiliriz. Hayatın bu derece akışkan ve belirsiz olduğunu rakı kadehindeki kuşları izlerken fark etmiş gibiyim.

Bir şeyi daha fark ediyorum, daha ziyade bir hatırlayış. Bir fotoğraf karesi var aklımda. Yirmi beş yıl önce burada, şu an durduğum yerde duruyorum. Yine ellerimi kalorifere yaslamış dışarıyı izliyorum. Yirmi beş yıl önce ortadan ikiye ayrılmış uzun saçlarım dağılarak küçük yeşil kalpli pembe elbisemin üzerine düşüyor, saçlarım ve küçük yüzümün üzerine de akşam güneşi. Babam fotoğrafımı çekerken poz kesmek için bir elimi yumruk yapıp başımı ona dayamış olabilirim. Yalnız suretim değil, o an dışarıyı izlerken aklımdan geçenler de deklanşör sesiyle birlikte fotoğrafa kazınıyor: Ah bir aşık olsam. 

Sonra, hiç istemediğim kadar aşık oluyorum. Rüzgar şiddetini artırıyor, tipi başlıyor. Balkondaki saksılarda yeşil yeşil baş vermiş olan sarı lalelerim üşüyecek diye geçiyor içimden, yine, elimde değil. Bunu düşünmeyi erteleyerek işe dönüyorum. 

21 Ocak 2014 Salı

Yersen Siyaseti

İçim şişti yeminlen. Sosyolog kimliğimi uzanıp alabileceğim bir uzaklıkta bırakıp içi şişmiş bir yurttaş kimliğimle iki satır yazacağım, sonra işime devam edeceğim. 

30 Mart yerel seçimlerinin gündelik muhabbetlerimizdeki oranı her geçen gün artıyor. Benim tanıdığım herkes kategorik AKP karşıtlığında birleşse de bundan başka ortak bir yönleri yok. Kimi CHP'ye ateş püskürüyor, kimi HDP'ye, kimi direniş ruhunun nostaljisi çok satanlardan reyonlarda yerini aldığını düşünüyor. 

Nitekim inancını kaybettiğini söyleyen arkadaşım, bunu söyledikten takriben otuz beş kırk dakika sonra Nevizade gaz altında kaldığında öfkesinden yerinde duramıyor. Üç dört meyhanenin ortak terası gibi olan terasta öksürmeyen, ağzını burnunu kapatacak bir şey bulmak için aranmayan kimse kalmamış. Bir kez daha böcek gibi zehirlenerek öldürülmeye çalışılıyoruz. Bu defa sokağa bile çıkmadığımız halde, güzel güzel demlenirken boğularak öleceğiz. Rakı kadehini eline alıp avucunda sıkı sıkı tutarak ayağa kalkıyor, yüzünü, terastaki masaların çoğunu görecek kadar mekandaki insanlara çevirerek, o kadarcık kadından beklenmeyecek gür sesiyle başbakana kadeh kaldırıyor. İkinci "şerefe"de sesi artık yalnız değil. Terastaki bütün masalar kadeh kaldırarak katılıyor. Ben de gaz maskemi çıkarıp rakımdan bir yudum aldıktan sonra geri takıyorum. 

Çok geçmeden yanımızdaki uzun masadan genç bir adam gelip eliyle, geldiği masadaki çifti göstererek fazla maskem olup olmadığını soruyor. Masalarında hamile bir kadın var, gazdan etkilenmesinden korkuyorlar. İçinde Gezi'den kalma biraz ruj izim olan maskeyi çıkarıp veriyorum. Eşiyle gülümseyerek teşekkür ediyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam böyle bir şeydi zaten. Astım bir kadının hamile bir kadının takması için maskesini hiç düşünmeden çıkarıp vermesinin yüceltilecek bir erdem, istisnai bir iyilik olmadığı, neoliberal kapitalizmin acımasızlığıyla yoğrulduğumuz halde içimizdeki iyiliğin ölmediğini görmüştük Gezi'de. Biz iyiydik de siyasetimiz kötüydü. O kadar kötü ki içimizdeki iyiliği unutmuştuk be. 

İki kelimeyle coşkulanarak birlikte kadeh kaldıran ve birbirini zerrece tanımayan o yüzlerce insanın çoğunun AKP karşıtı olduğunu varsayıyorum. Olmayanlar da o akşam "kendi devletim beni neden öldürmek istiyor acaba?" diye muhakkak bir geçirmiştir içinden. Karşıtların çoğu birbirine de karşıttı muhtemelen. Kimi CHP'den umutludur, kimi değil oyunu günahını vermeyecek kadar kızgındır CHP'ye, kimi BDP'den bir an bile şaşmamış, kimi HDP ile umutlanıp hayal kırıklığına uğramıştır. Yahu kendi annemle babam, benle sevgilim bile fikir ayrılığı içindeyiz. Aynı düşüneceğiz diye bir kaide yok, olamaz da zaten ama içinde bulunduğumuz durumun karmaşıklığının iyi bir göstergesi bu.

Şahsen, yaklaşmakta olan seçimle ilgili olarak öfkeliyim. Bunun seçim filan değil düpedüz kepazelik olduğunu düşünüyorum. Benim aksime küfürle hiç arası olmayan bir arkadaşımın yıllardır kullandığı bir söz açıklıyor durumu: "Bok değil, kaka". Birinden birini, kötünün iyisini seçmekle seçim yapmak aynı şey değildir. Mevcut durum üzerinde iradi bir eylem sergilemek hiç değildir. En basitinden İstanbul'da Sarıgül'ü seçmenin denize düşüp yılana sarılmaktan farkı olmadığını düşünüyorum.

CHP'nin sol bir parti olmadığını zaten biliyorduk. Bu seçimle sol seçmenine attığı kazık da gözden kaçacak gibi değil. CHP, yakın zamanda Türkiye siyasetinin rotasını belirleyeceğini düşündüğü İstanbul'dan cemaatçi, Ankara'dan MHP'li aday çıkararak sol seçmenine açıkça "yersen" diyor. Hedef kitlesi sağ seçmen çünkü. Artı, Sarıgül'ün pirüpak bir belediye başkanı, Yavaş'ın MHP'li ama iyi (benim tanıdığım iyi MHP'liler de var?) olduğunu düşünen ciddi bir sosyal demokrat kitle de var. Üzgünüm ama AKP'nin 12 yıllık iktidarı boyunca demokrasiyi de barışı da gerçekten dert edinmiş olduğuna ne kadar inanıyorsam CHP'nin İstanbul ve Ankara adaylarına da o kadar güveniyorum. CHP'nin solla uzaktan yakından ilgisi olmadığı bundan fazla netleşemezdi. Bir dönem umutlarımızı fena halde bağladığımız, solun da popülizm yapabileceğini ve popülizmin illa ki pespayelik anlamına gelmesi gerekmediğini kanıtlayan Sırrı Süreyya Önder'in CHP'nin oylarına yönelik "bölmeyeceğiz, parçalayacağız" söylemini inanılmaz düşmanca ve itici bulsam da şu konuda haklı olduğunu düşünüyorum: CHP Malatya'dan da pekala Mehmet Ali Ağca'yı aday gösterebilir, çizgisini de bozmamış olur. Onun dışında Önder'in, Gülen rahatsızlandığında araması da, Apo'nun sözünden çıkmaması da beni parçalıyor. "Çok mutlu olabilirdik" diyorum içimden. 

Yazın neler ummuştuk CHP'den. Seçimde, Gezi'de aktif katılım göstermiş ve mimarlık veya şehircilikten gelen birilerini aday gösterir diye ummuştuk. Şimdi karşılaştığımız şu tabloya bak. CHP Gezi'den hiçbir şey anlamamakla kalmamış, bir de üstüne üstlük kendi seçmeninin zor durumundan faydalanıyor. 

Ben, siyaset konusunda en çok babamın fikirlerine değer veririm. Babam olmasaydı da ideolojisini aynı takdirle karşılardım diye düşünüyorum. Bugünlerde de yanılmıyorsam, gerçekten sosyalist bir parti seçeneği olmadığı için aynı karamsarlığı, küskünlüğü ve hatta huysuzluğu paylaşıyoruz. Elbette onun küseli bir benim yaşım kadar olmuştur ama ben henüz sadece 10 yıldır oy vermekte olan bir taze olarak "seçim" diye ittirilen kepazelikten duyduğum mide bulantısı yeni yeni artıyor. Seçim barajının bu kepazeliğin daniskası olduğunu söylememe gerek dahi yok. 

Türkiye'de çoğu şey gibi siyasetin de maç kafasıyla deneyimlendiğini göz önünde bulundurarak "top yuvarlak, maç 90 dakika" diyorum. 30 Mart'a kadar daha kim bilir neler olacak. Geçenlerde İDP kuruldu misal, sessiz sedasız ama umutlarımı yeşertecek kadar gümbür gümbür. Seçim vakti geldiğinde babamın stratejisini izlemeye karar verdim. Araştırma sonuçlarına göre davranacak, CHP ile İstanbul arasında kritik bir mesafe kalmışsa bir omuz da ben vereceğim. Bütün bıkkınlığımı, tiksintimi, yediğim gazları, geçirdiğim astım krizlerini, kendimi böcek gibi hissettiğim anları, kadın olarak, insan olarak gördüğüm baskı ve şiddete karşı biriken tepkilerimi bir araya toplayıp, aklımın içinde volta atan "gelenin gideni aratmayacağı ne malum" ve "ne zaman 'nasolsa bundan kötüsü olamaz' dense hep daha kötüsü olur" gibi düşünceleri bastırarak bilmem kaçıncı kez, inanmadığım bir insana, inanmadığım bir partiye oy vereceğim. İşte bunun adı da seçim, bunun adı da demokrasi, bunun adı da siyaset olacak. Yersen. 


(Fotoğraf şuradan.)

17 Ocak 2014 Cuma

Nemsin be?

"Nemsin be? Sevgili, dost, yâr, arkadaş... hepsi. En çok da en ilk de Leylâ'sın bana. Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni. Ben cehennem çarklarından kurtuldum, üşüyorum kapama gözlerini."



Ahmed Arif'in Leylâ Erbil'e yazdığı mektuplardan



Not: Bu satırlardan ilk defa haberdar oluyorum. Geç de olsa okuduğum için çok şanslıyım, teşekkürler.

15 Ocak 2014 Çarşamba

Bir şeyler yazmalıyım

...

Bir şeyler yazmalıyım
bir şeyler yazmalıyım yüzde yüz yalansız
bir şeyler yazmalıyım
                  hiçbir şeyi önceden düşünmeden
cıgaramın dumanı
yoktur yârin imanı
bir şeyler yazmalıyım
masamın üstünde gördüklerimi değil
parmaklarımı değil
bir şeyler yazmalıyım
                   içimde bir şeyleri yakalayarak
kova salıp içimdeki kuyuya su çekmeliyim


                                                   Nazım Hikmet, 1962



Nazım Hikmet. Son Şiirleri. Adam Yayınları. 2001. sayfa 109



İyi ki doğdun ilk aşkım...