Parmaklarımın ucu buz gibi, ara ara avucumun içine gömerek ısıtıyorum. Günlerdir şurup gibiydi hava, gelecek kuraklığın habercisi olduğunu unutturacak kadar güzel. Redaksiyon işini bitirip son okumaya geçmeden evvel bir kez olsun kendimi dışarı, sahile atıp tadını çıkarırım diyordum ki... Zaman beklemez, bir daha gördüm. Ilık hava ve yumuşak ışık içimi taşırdığında atmalıydım kendimi dışarı, hiç beklememeliydim. Hastaneden taburcu olan ve bir alt sokağımda oturan bir sevdiğime geçmiş olsun ziyaretini bir gün ertelemiş de onu o gece kaybedivermiş gibi hissediyorum. Ne vardı sanki, ne vardı o kadar önemli olan? Hiçbir bok beklemiyor işte. Kaçırdım şurup gibi havayı.
Çalışma masamın penceresinden dışarıyı izliyorum. Bugün güneş doğmadı. Gökyüzü iki buzlu bir rakı gibi beyaz, iki buzlu çünkü soğuk, ara sıra üzerinde siyah kuşlar süzülen iki buzlu bir kadeh rakı. Uçmuyor süzülüyorlar. Rüzgar çok güçlü, rüzgarda savruluyorlar. İyi yapıyorlar, savrulmak da lazım bazen. Kumrular ve güvercinler kim bilir nereye sığındılar, yalnız kargalar ve martılar geçiyor önümden.
Sonra bembeyaz dumanlar geçiyor. Bulvar boyunca uzanan binaların bacalarından çıkıp rüzgarın hızıyla telaş içinde dağılan beyaz dumanlar karışıyor rakıya. Onlara kuşlar, kuşlara ağaç dalları.
Avuçlarımın içi de ısıtmaz oluyor parmak uçlarımı. Kalkıp çalışma masamla pencere arasındaki kalorifere dayıyorum ellerimi. Biraz yanıyor ama olsun. Aşağıda, arabasını caminin yanına park etmiş gençten tıknaz bir adam iki otopark görevlisiyle konuşuyor. Dostça görünen bir pazarlık konuşması olduğu her mesafeden anlaşılabilir. Çalmakta olan piyano solosu, bakmakta olduğum her şeyi bir sanat filmi lensinden geçiriyor sanki. Bugün, benim payıma düşen gökyüzünde hiç sabah olmadığı halde akşam olurken, dışarıda soğuk ve telaş, içeride soğuk ve stres birbirine girmişken piyano solosu hepsinin üzerine biraz dinginlik serpiyor.
Neyi erteleyeceğini iyi seçmeli insan. Bir insanın hayatı da beklenmedik güzel bir hava gibi avcunun içinden kayıp gidebiliyor. Güzel havanın aksine hayat geri gelmiyor. Öte yandan, güzel hava geldiğinde burada olacağımız da meçhul. Hepimiz birinin pişmanlığı olabiliriz. Hayatın bu derece akışkan ve belirsiz olduğunu rakı kadehindeki kuşları izlerken fark etmiş gibiyim.
Bir şeyi daha fark ediyorum, daha ziyade bir hatırlayış. Bir fotoğraf karesi var aklımda. Yirmi beş yıl önce burada, şu an durduğum yerde duruyorum. Yine ellerimi kalorifere yaslamış dışarıyı izliyorum. Yirmi beş yıl önce ortadan ikiye ayrılmış uzun saçlarım dağılarak küçük yeşil kalpli pembe elbisemin üzerine düşüyor, saçlarım ve küçük yüzümün üzerine de akşam güneşi. Babam fotoğrafımı çekerken poz kesmek için bir elimi yumruk yapıp başımı ona dayamış olabilirim. Yalnız suretim değil, o an dışarıyı izlerken aklımdan geçenler de deklanşör sesiyle birlikte fotoğrafa kazınıyor: Ah bir aşık olsam.
Sonra, hiç istemediğim kadar aşık oluyorum. Rüzgar şiddetini artırıyor, tipi başlıyor. Balkondaki saksılarda yeşil yeşil baş vermiş olan sarı lalelerim üşüyecek diye geçiyor içimden, yine, elimde değil. Bunu düşünmeyi erteleyerek işe dönüyorum.
Çalışma masamın penceresinden dışarıyı izliyorum. Bugün güneş doğmadı. Gökyüzü iki buzlu bir rakı gibi beyaz, iki buzlu çünkü soğuk, ara sıra üzerinde siyah kuşlar süzülen iki buzlu bir kadeh rakı. Uçmuyor süzülüyorlar. Rüzgar çok güçlü, rüzgarda savruluyorlar. İyi yapıyorlar, savrulmak da lazım bazen. Kumrular ve güvercinler kim bilir nereye sığındılar, yalnız kargalar ve martılar geçiyor önümden.
Sonra bembeyaz dumanlar geçiyor. Bulvar boyunca uzanan binaların bacalarından çıkıp rüzgarın hızıyla telaş içinde dağılan beyaz dumanlar karışıyor rakıya. Onlara kuşlar, kuşlara ağaç dalları.
Avuçlarımın içi de ısıtmaz oluyor parmak uçlarımı. Kalkıp çalışma masamla pencere arasındaki kalorifere dayıyorum ellerimi. Biraz yanıyor ama olsun. Aşağıda, arabasını caminin yanına park etmiş gençten tıknaz bir adam iki otopark görevlisiyle konuşuyor. Dostça görünen bir pazarlık konuşması olduğu her mesafeden anlaşılabilir. Çalmakta olan piyano solosu, bakmakta olduğum her şeyi bir sanat filmi lensinden geçiriyor sanki. Bugün, benim payıma düşen gökyüzünde hiç sabah olmadığı halde akşam olurken, dışarıda soğuk ve telaş, içeride soğuk ve stres birbirine girmişken piyano solosu hepsinin üzerine biraz dinginlik serpiyor.
Neyi erteleyeceğini iyi seçmeli insan. Bir insanın hayatı da beklenmedik güzel bir hava gibi avcunun içinden kayıp gidebiliyor. Güzel havanın aksine hayat geri gelmiyor. Öte yandan, güzel hava geldiğinde burada olacağımız da meçhul. Hepimiz birinin pişmanlığı olabiliriz. Hayatın bu derece akışkan ve belirsiz olduğunu rakı kadehindeki kuşları izlerken fark etmiş gibiyim.
Bir şeyi daha fark ediyorum, daha ziyade bir hatırlayış. Bir fotoğraf karesi var aklımda. Yirmi beş yıl önce burada, şu an durduğum yerde duruyorum. Yine ellerimi kalorifere yaslamış dışarıyı izliyorum. Yirmi beş yıl önce ortadan ikiye ayrılmış uzun saçlarım dağılarak küçük yeşil kalpli pembe elbisemin üzerine düşüyor, saçlarım ve küçük yüzümün üzerine de akşam güneşi. Babam fotoğrafımı çekerken poz kesmek için bir elimi yumruk yapıp başımı ona dayamış olabilirim. Yalnız suretim değil, o an dışarıyı izlerken aklımdan geçenler de deklanşör sesiyle birlikte fotoğrafa kazınıyor: Ah bir aşık olsam.
Sonra, hiç istemediğim kadar aşık oluyorum. Rüzgar şiddetini artırıyor, tipi başlıyor. Balkondaki saksılarda yeşil yeşil baş vermiş olan sarı lalelerim üşüyecek diye geçiyor içimden, yine, elimde değil. Bunu düşünmeyi erteleyerek işe dönüyorum.