Not düşeceğim.
Dün Cevahir'de tiyatroya gittik. Zor bilet bulunan bir oyundu, bu nedenle iki hafta öncesinden biletlerimiz hazırdı. Afişini yıllardır Gümüşsuyu'ndan Taksim'e çıkarken görürdüm ama biletini ben almamış, oyunu ben seçmemiştim. Yalnızca afişinden bile iyi olduğu izlenimi edinebildiğim oyunu göreceğim için çok mutluydum. Gel gör ki gölgeli bir mutluluktu en nihayetinde. Tüketimciliğin kaleleri olan AVM'lerde sinema, tiyatro gibi kültür sanat faaliyetlerini içime sindiremiyordum. (Yalan yanlış fiil zamanı kullanmayayım, sindirememe geniş zaman.) Kimisi buna -hiç hazzetmediğim o tabirle- beyaz türk refleksi teşhisi koyabilir. Aydınlanmacı Cumhuriyet eliti gibi davrandığım söylenebilir. Kentli, eğitimli orta sınıf davranışı deyip geçilmesi tercihimdir ama zannediyorum gerçeğe en yakını, Bourdieu'nün tanımladığı sermaye biçimlerinden en fazla sahip olduğum sermaye biçimini, kültürel sermayeyi, kim bilir belki tam da en çok ona sahip olmam nedeniyle en yukarıya koymamdır. Yoksa Emek neden bir AVM'nin tepesine kuş gibi kondurulmasın? Hatta boş verelim gitsin, AVM'ler bize "isteyebileceğimiz" her şeyi tek bir yerde sunarken ne gerek var ayrıca tiyatro, sinema salonuna?
Film Festivali'nde film seçerken City's sütununu görmezden gelen önyargılı bir kişi olarak (bir kez Ah Güzel İstanbul için, bir kez de Gerontophilia diye bir film için gitmişliğim var) hepten sevmediğim bir AVM olan Cevahir'de tiyatro fikri içimi epey sıktı. Hani neredeyse daha görmeden keyif almadım oyundan. Tiyatro salonunun AVM'nin "lunapark" kısmı içinde kalması da tuz biber ekti. Çocuklukları AVM köşelerinde heder olan çocukların adrenalinli çığlıkları salona, oyuna girecek diye endişe ettim. Yani bir türlü koyamadım işte, yakıştıramadım oraya. Abartılı gelecek ama çamura düşüp pislenmiş değerli bir maden imgesi belirdi aklımda. Hatta seyircilerin koltuklarına yerleşme konusunda gösterdikleri ağırkanlılık ve rahatlığı da AVM'ye bağladım.
Sonra salon karardı. Daktilo tuşlarının sesi duyulmaya başlandı. Daktilonun başında Yetkin Dikinciler'i gördük sonra. Onu tiyatro sahnesinde ilk ve son görüşüm Kaygusuz Abdal'dı, nereden baksan en az on yıl önce Taksim Sahnesi'nde izlemiştim. Sahnelere sığmayan o cüssesi, müşfik bakışları, başlı başına bir insan kadar söyleyecek şeyi olan karakterli sesiyle yeniden karşılaşınca içim ısındı. Bülent Emin Yarar'ı en son AKM'de Efrasiyab'ın Hikayeleri'nde izlemişim ama aklıma kazınacak olan oyunu bu gibi duruyor. İki saat soluksuz oynadılar. İki saat soluksuz izledik. Yüz ifadelerimizdeki ani değişimleri de ayrıca izlemek isterdim aslında. Ekseriyetle güldürürken, bazı anlarda tak diye aşağı çeken bir oyundu. Sonra yine kahkahalar. Konusundan bahsetmeyeceğim. Zaten alt tarafı not düşecektim, ne hale geldi.
Şunu diyecektim: Oyun bittiğinde "AVM'de tiyatro" başlığı altındaki fikirlerim bir bakıma yumuşamıştı. Hâlâ içime sinmiyor, o pek değişebilecek gibi durmuyor fakat kabul edilemez bulmuyorum. Gölgeli bir mutlulukla oyunu beklediğim günlerde "ben böyleysem oyuncular nasıl hissediyor" diye merak ediyordum. Dün bunun da cevabını aldım biraz, ya da kendimce bir cevap verdim onların ağzından. Sanırım oyunun ortasında "yaşasın tiyatro!" diye bağırdıkları anda gerçekleşti bu hayali soru cevap anı. Şuna benzer bir şeydi: Oyun, oyuncu, seyirci neredeyse sahne orası. Değil yaşam tarzımız, yaşam hakkımızın güle oynaya ihlal edildiği bu günlerde bildiğimiz anlamda kültür sanat da zor zamanlardan geçiyor. Bütün tiyatro salonlarımıza girildi, bütün sinemalarımız yıkıldı. Tarihi yapılar, yeşil alanlar ne varsa ırzına geçildi. Madem öyle, madem şartlar böyle evet, oyun izlemek için AVM'ye de gidilecek demektir. Şimdilik şartlar bunu gerektiriyorsa, şimdilik kabul edilebilir.
Kim bilir şimdilik falan değil, belki de hepten yerleşir bu iş. Opera için Zorlu'ya, sinema için City's'e, tiyatro için Cevahir'e gitmek kanıksanır. Yerlerine otel yapılınca toplumsal belleğimizden hızla silinecek olan Şinasi ve Akün sahneleri ya da şehrin merkezinde gerçekleşen kitap fuarının dahil olduğu eski kültür sanat hayatı da rakıyı boğazımıza dizen konu başlıklarından biri olarak yer bulur kendine. Niyeyse -uysa da olur uymasa da- Rhett Butler'ın Scarlet'la konuşan sesi çınlıyor kulaklarımda: "The South is sinking to its knees. It'll never rise again."
Dün Cevahir'de tiyatroya gittik. Zor bilet bulunan bir oyundu, bu nedenle iki hafta öncesinden biletlerimiz hazırdı. Afişini yıllardır Gümüşsuyu'ndan Taksim'e çıkarken görürdüm ama biletini ben almamış, oyunu ben seçmemiştim. Yalnızca afişinden bile iyi olduğu izlenimi edinebildiğim oyunu göreceğim için çok mutluydum. Gel gör ki gölgeli bir mutluluktu en nihayetinde. Tüketimciliğin kaleleri olan AVM'lerde sinema, tiyatro gibi kültür sanat faaliyetlerini içime sindiremiyordum. (Yalan yanlış fiil zamanı kullanmayayım, sindirememe geniş zaman.) Kimisi buna -hiç hazzetmediğim o tabirle- beyaz türk refleksi teşhisi koyabilir. Aydınlanmacı Cumhuriyet eliti gibi davrandığım söylenebilir. Kentli, eğitimli orta sınıf davranışı deyip geçilmesi tercihimdir ama zannediyorum gerçeğe en yakını, Bourdieu'nün tanımladığı sermaye biçimlerinden en fazla sahip olduğum sermaye biçimini, kültürel sermayeyi, kim bilir belki tam da en çok ona sahip olmam nedeniyle en yukarıya koymamdır. Yoksa Emek neden bir AVM'nin tepesine kuş gibi kondurulmasın? Hatta boş verelim gitsin, AVM'ler bize "isteyebileceğimiz" her şeyi tek bir yerde sunarken ne gerek var ayrıca tiyatro, sinema salonuna?
Film Festivali'nde film seçerken City's sütununu görmezden gelen önyargılı bir kişi olarak (bir kez Ah Güzel İstanbul için, bir kez de Gerontophilia diye bir film için gitmişliğim var) hepten sevmediğim bir AVM olan Cevahir'de tiyatro fikri içimi epey sıktı. Hani neredeyse daha görmeden keyif almadım oyundan. Tiyatro salonunun AVM'nin "lunapark" kısmı içinde kalması da tuz biber ekti. Çocuklukları AVM köşelerinde heder olan çocukların adrenalinli çığlıkları salona, oyuna girecek diye endişe ettim. Yani bir türlü koyamadım işte, yakıştıramadım oraya. Abartılı gelecek ama çamura düşüp pislenmiş değerli bir maden imgesi belirdi aklımda. Hatta seyircilerin koltuklarına yerleşme konusunda gösterdikleri ağırkanlılık ve rahatlığı da AVM'ye bağladım.
Sonra salon karardı. Daktilo tuşlarının sesi duyulmaya başlandı. Daktilonun başında Yetkin Dikinciler'i gördük sonra. Onu tiyatro sahnesinde ilk ve son görüşüm Kaygusuz Abdal'dı, nereden baksan en az on yıl önce Taksim Sahnesi'nde izlemiştim. Sahnelere sığmayan o cüssesi, müşfik bakışları, başlı başına bir insan kadar söyleyecek şeyi olan karakterli sesiyle yeniden karşılaşınca içim ısındı. Bülent Emin Yarar'ı en son AKM'de Efrasiyab'ın Hikayeleri'nde izlemişim ama aklıma kazınacak olan oyunu bu gibi duruyor. İki saat soluksuz oynadılar. İki saat soluksuz izledik. Yüz ifadelerimizdeki ani değişimleri de ayrıca izlemek isterdim aslında. Ekseriyetle güldürürken, bazı anlarda tak diye aşağı çeken bir oyundu. Sonra yine kahkahalar. Konusundan bahsetmeyeceğim. Zaten alt tarafı not düşecektim, ne hale geldi.
Şunu diyecektim: Oyun bittiğinde "AVM'de tiyatro" başlığı altındaki fikirlerim bir bakıma yumuşamıştı. Hâlâ içime sinmiyor, o pek değişebilecek gibi durmuyor fakat kabul edilemez bulmuyorum. Gölgeli bir mutlulukla oyunu beklediğim günlerde "ben böyleysem oyuncular nasıl hissediyor" diye merak ediyordum. Dün bunun da cevabını aldım biraz, ya da kendimce bir cevap verdim onların ağzından. Sanırım oyunun ortasında "yaşasın tiyatro!" diye bağırdıkları anda gerçekleşti bu hayali soru cevap anı. Şuna benzer bir şeydi: Oyun, oyuncu, seyirci neredeyse sahne orası. Değil yaşam tarzımız, yaşam hakkımızın güle oynaya ihlal edildiği bu günlerde bildiğimiz anlamda kültür sanat da zor zamanlardan geçiyor. Bütün tiyatro salonlarımıza girildi, bütün sinemalarımız yıkıldı. Tarihi yapılar, yeşil alanlar ne varsa ırzına geçildi. Madem öyle, madem şartlar böyle evet, oyun izlemek için AVM'ye de gidilecek demektir. Şimdilik şartlar bunu gerektiriyorsa, şimdilik kabul edilebilir.
Kim bilir şimdilik falan değil, belki de hepten yerleşir bu iş. Opera için Zorlu'ya, sinema için City's'e, tiyatro için Cevahir'e gitmek kanıksanır. Yerlerine otel yapılınca toplumsal belleğimizden hızla silinecek olan Şinasi ve Akün sahneleri ya da şehrin merkezinde gerçekleşen kitap fuarının dahil olduğu eski kültür sanat hayatı da rakıyı boğazımıza dizen konu başlıklarından biri olarak yer bulur kendine. Niyeyse -uysa da olur uymasa da- Rhett Butler'ın Scarlet'la konuşan sesi çınlıyor kulaklarımda: "The South is sinking to its knees. It'll never rise again."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder