6 Nisan 2017 Perşembe

Yerçekimsiz Gün

En son ne zaman hiçbir şey düşünmedin? Ben bugün bir ara hiçbir şey düşünmedim. Utanç bile duymadım bundan. Utanmayı bile düşünmedim.

Sahile gitmek için evden çıktığımda havada bulut yoktu. Buna sevinerek başladı her şey. "Çocuk gibi sevindim" yazmak geliyor içimden. Ama bunu fark etmezdim ki çocukken. Gökyüzümde bulut yoktu o zaman. Bulutların güneşin yüzünü göstermediği yeterince gün gördükten sonra bugünkü kadar sevinebilirdim ancak bulutsuzluğa. Yetişkinler gibi sevindim o yüzden. Varlığından bile haberdar olmadığı bir özlemi dinmiş yetişkinler gibi.

Ellerim eteğimin geniş cepleri içinde sahile vardığım zaman bir kapının içinden geçmiş gibi hissettim kendimi. Şimdi, saatler sonra düşününce bir film sahnesi gibi geliyor. Kadrajdaki her şeyin ve herkesin olduğu gibi donduğu ve protagonistin bu hareketsizlik içinden geçip gittiği o sahnelerden biri. 

Yaprak kıpırdamıyordu. Su kıpırdamıyordu. Ses bile kıpırdamıyordu. Yalnız ben -herkes gibi kendi hayatının protagonisti- ellerim ceplerimde, yüzümü günebakanlar gibi yukarı kaldırıp gülümseyerek acelesiz yürüyordum kıyı boyunca. Tek duyabildiğim, üzerine bastığım küçük taşların sesiydi.



Bu dünyada bir yer aradım kendime. Çok değil, kendimi koyabileceğim kadar bir yer sadece. Büyük kayaların dibinde karar kıldım yine. Denizin bu olağandışı uysallığını fırsat bilip hemen kenarına kurdum yerimi. Bir ayağım mesafesinde yakındım denize; deniz bana ufacık bir dalga mesafesinde uzak. Ne diye ayrı gayrı olalım.



Buz gibi suya bıraktım kendimi. Koyun bir ucundan diğerine yüzdüm durdum. Sol yanımda ay, sağ yanımda güneş. Kah doğan aya doğru yüzdüm, kah batan güneşe doğru. Utanma duygumu o vakit anımsadım biraz. Denizi rahatsız ettiğimi hissettim. Bunu sözcüklerle, hatta fotoğrafla bile anlatması güç. Film belki. Gerçi şimdi düşününce denizi rahatsız etme endişesinin de içinde biraz kibir taşıdığını fark ediyorum. Ben ki bir insancık, denizi olsa olsa gıdıklayabilirim ancak. 

Kıpırtısızlık gözümün alabildiği her şeye sirayet etmişti. Sükunet sinmişti her köşeye. İlişmeye kıyılamayacak öyle bir huzur vardı ki elimde olsa nefes almazdım. Bir bütündü doğa. Ben fazlaydım. Yine de saygılı bir işgalci gibi orada olmaya devam ettim. 

Kurbağalarken kollarımla usulca ikiye ayırdığım suyun sesinden başka ses yoktu koyda. Durduğum vakit, o da yoktu. Evreni duyumsar gibi oldum. Vakumlu bir çukur tabağın içinde serseri gibi geziniyor olabilir miydik evrende? Bıraktım böyle gülünç şeyler düşünmeyi. Onun yerine gözlerimi kapatıp yüzmeye devam ederek uçtuğumu hayal ettim.

Bunu hayal etmeyenler de vardı. Uçan balıklar. Her biri Kalamata zeytini kadar onlarca balık zıplayarak geçtiler önümden. Biraz sonra sokkan büyüklüğündeki balıkların da uçabildiklerini öğrendim. Ama içlerinden birinin sahiden sokkan olduğundan şüpheleniyorum. O uçmuyordu zaten. Taşların arasında yiyecek ararken katılıyordu yalnız uçanlara. Ben yüzerken benimle birlikte yüzenleri ise çıkaramadım ama bir yerden tanıdığıma eminim onları da.


Nasıl da berraktı su, nasıl pürüzsüz. Saten gibi. Cam gibi. Camgöbeği yakıştırmasının sırrına vardım sonra. O yeşilin başka bir açıklaması olamazdı sahiden de. Hele kırılan gün ışığının metrelerce aşağıdaki yansımalarını izlemek... Cennet olsaydı böyle bir şey olmalıydı. Bunun daha azı kesmezdi. Daha fazlası da kesmezdi. 

Dengedeydim. 

Akşamüstü oradan ayrılırken, önüne kurulduğum kayaların arasında paslanmış, benim kadar bir çapa olduğunu gördüm. Ellerim eteğimin geniş cepleri içinde sallana sallana eve döndüm. Ama düşünceler gerisingeri üşüşmüştü bir kere.  



1 yorum:

  1. Evet tam bir gündüz düşü yaşamışsın...Bu düşü yaşamana ve çok güzel ifade etmene sevindim. 24 yıl önceki Atlas Dergisi'nin kapak başlığı geldi aklıma. " Çılgın dünyadan uzak Mazı."

    YanıtlaSil