20 Haziran 2017 Salı

Can Yolculuğu

Can yeleklerimizi giyip botlara bindiğimizde saat gece yarısını biraz geçiyordu. Ben ne olursa olsun hep birlikte kalalım istiyordum ama Ragıp haklıydı, şansımızı artırmak için çocukları da ayırıp ayrı botlara binmeliydik. İkimiz de iyi yüzme biliyorduk ama battığımız takdirde çocuklardan ikisine birden göz kulak olalım derken elimiz ayağımıza dolaşabilirdi. Hem belki biri batsa diğeri batmayacaktı. Daha önce hiç böyle korkunç şeyler düşünmek zorunda kalmamıştık. Ancak o akşam, o basık tenha lokantada çocukların karınlarını iyice doyurmaya çalışırken düşünmekle kalmayıp sessiz sedasız konuştuk. Hesaba katmak zorunda olduğumuz düşünce öylesine dehşet vericiydi ki bizi çocuklar değil de düşüncenin kendisi duymasın diye fısıldaşıyorduk sanki.

Can’ı ben alacaktım, Eylül’ü o. Can henüz beş yaşında olduğundan onun benimle kalmasında fayda vardı. Eylül de yalnızca altı buçuk yaşındaydı ama olan biteni tam olarak anlamasa da seziyordu. Ben ise ileride tüm bunları hatırlamalarından korkuyordum. Hatırlıyorum, Eylül daha bebekken aklımızı yalayıp geçmişti günün birinde böyle bir işe kalkışmak zorunda kalabileceğimiz. Bu deniz daha o yıllarda, şişmiş ve yenmeyi bekleyen bedenlerin üst üste yığıldığı bir mezarlık haline gelmişti. Yine de bir gün o dehşet verici, uzak yolculuğa bizim de çıkabileceğimiz düşüncesini savıp durmuştuk aklımızdan. Şimdi ise o denizin kıyısında ayrılmıyor da aksine birbirimize yeni kavuşuyormuş gibi kenetlenerek vedalaşmaya çalışıyoruz işte. Ragıp’la birlikte çocuklara sarılırken onlara bu korkunç düşünceleri, boğazımızı düğümleyen kaygıları belli etmemek için son gücümüzü harcıyoruz.

Aramıza şişkin can yelekleri ve soğuk deniz girmeden önce son bir defa daha sarıldık. Son dediysem lafın gelişi, yine bir araya geleceğiz. Peki ya bizimle gelmemek için direnen, geride bırakmak zorunda kaldığımız annelerimiz… Onları bir daha görebilecek miyiz? Neden bu acıyı yaşıyoruz? Bu ülkeye, ondan kaçmak zorunda kalacak kadar kötü olan ne ettik? Ragıp da ben de ömrümüz boyunca okuyup yazmaktan, yazıp çizmekten gayrı bir şey yapmadık. Değil elimize bir gün silah almak, hiçbir canlıyı incitmedik. Kimsenin emeğini sömürmedik; çalmadık, aldatmadık. Biz niye şu an buradayız? Neden canımız, canlarımız tehlikede? Sarı sıcak bir huzurla mayışık yaz günlerimizi geçirdiğimiz sahiller neden giderek bizden uzaklaşıyor? Çaresizliğimizle hepten ağırlaşan botun tabanı hafif dalgalarla bir olup çakıl taşlarına sürtünüyor. Yuvarlanan çakıl taşlarının sesiyle birlikte doğup büyüdüğümüz toprağın elleri de kayıp gidiyor sanki ellerimden. Oysa iki karanlığın birbirine geçtiği şu ufuk çizgisinde belli belirsiz yanıp sönen lambalardan daha dost, daha müşfik değil artık arkamızda bıraktığımız lambalar. Gitmekten başka çaremiz yok.

Can’ın küçük elleri can yeleğimin altından uzanıp belime sarılınca aklımı çıkarıp aldım daldığı faydasız düşüncelerden. Yavrum nedense oldum olası korkar karanlıktan. Ona şimdi bu uçsuz bucaksız siyah denizin aslında dost olduğunu, yüzmeyi bile bu denizin kıyılarında öğrendiğini, o turkuaz suyla bu dipsiz zift gibi kuyunun aynı deniz olduğunu nasıl anlatırım? Botu hafifçe sarsan ufak bir dalgadan korkup daha da sıkı tutundu belime. Pis bir ur gibi içine yuvalanan korkuyu, canını hiç yakmadan çekip almak isterdim ince çelimsiz bedeninden. Bizi hayatta tutmaya yarayabilecek olan korku onun düşmanı şimdi.

“Ne kocaman bir balina değil mi Can? Az önce yeleklerimizi giydiğimiz ağzı ne ufaktı hâlbuki. Çok iyi kalpli bir balina olduğu için bizi midesinde taşımayı kabul etti. Bak bütün bu kapkara su onun midesindeki su aslında. Bak nasıl da hafifçe sallanıyoruz bazen. Balina kocaman olduğu için ağır ağır yüzüyor ama kendisi gibi kocaman olan kuyruğunu yüzerken aşağı yukarı salladığı için biz de onun içinde, onunla birlikte bir aşağı bir yukarı hareket ediyoruz. Yukarıdakiler mi? Onlar balinanın sırtına yapışarak tutunmuş yakamozlar. Hani geçen yaz görmüştün hatırlıyor musun? Hiç ışık olmayan bir denize gitmiştik hep birlikte, elinle denizi sevince parlayan ufacık canlılar vardı. İşte bu çok iyi kalpli bir balina olduğundan onları da almış taşıyor karşıya. Onlar da sevinçlerinden parlıyorlar böyle.”

Gözlerini yumuyor, keşke uyusa. Ragıp’la Eylül’ün botunu seçemiyorum, çok mu hızlı gittiler acaba? Ama nasıl giderler ki, hepsi aynı bot. Sesi de duyulmuyor ki bunun sesinden. Ya ilerimizde ya gerimizdeler işte, telaşlanmamalıyım. Neyse ki gözüm alışıyor karanlığa. Şu adam da eşiyle iki çocuğunu diğer bota bindirdi. Berisindeki ufak tefek, kısa ak saçlı kadın annesi olmalı. Epey de yaşı var, nasıl dayanacak bu yolculuğa? Onun yanındaki ince, uzun boylu genç çocuk ile sarıp sarmaladığı kadın anne oğul. Ne tuhaf, onu korumak istercesine tutuyor kadını ama gece kâbus görüp de annesinin elini bırakmak istemeyen küçük çocukların telaşlı korkusu var bu tutuşta. Botun ucundaki sakallı adamın siluetini gözüm bir yerden ısırıyor. Şu uluslararası edebiyat ödülünü kazanan yazar galiba. Ragıp okuduktan sonra okuyayım diye masama bırakmıştı da vakit bulup okuyamamıştım bir türlü. Keşke okusaydım. Can’la bizim arkamızda da bir on kişi var herhalde.

Botun gerisinde yakamozlardan iz bırakıyoruz muhakkak ama bırak şimdi bunu, dönüp bakarsam dengemi yitirebilirim. Yukarıdan bakıldığında kuyruklu yıldız gibi mi görünüyoruz acaba? Oysa yok, yok işte… Yukarıdan bize bakan, bizi izleyen kimse yok. Eğer olsaydı, kim olursa olsun, insanların bu hale düşmesine razı olmazdı gönlü. Bir gönlü olsaydı tabi yukarıdan bakanın. Olsun, kimse görmese de bir kuyruklu yıldızı andırıyor olmalıyız.

“Babanla Eylül… Aynı yere gidiyoruz tabi ama onlar başka yoldan geliyorlar gideceğimiz yere. Dün sen uyurken Eylül bir deniz kaplumbağasıyla tanışmış, arkadaş olmuşlar. Ama bu deniz kaplumbağası yüzme bilmiyor… Uçuyor. Evet, havalarda yüzgeç çırpan bir deniz kaplumbağası bu. Sen denizden gitmeyi daha çok sevdiğin için sana söylemedik. Babanla Eylül şimdi kaplumbağanın kabuğunu iki yanından böyle sıkı sıkı tutmuş, bulutların bir solundan bir sağından, bir altından bir üstünden geçerek uçuyorlar. Korkma hiç, kaplumbağacık öyle yavaş uçuyor ki düşürmez onları. Hem Eylül söz verdi, pamuk şekerinden tepeciklerin yanından geçerken elini uzatıp senin için pamuk şekeri toplayacak. Karşı kıyıya vardığımızda birlikte yersiniz, olur mu, ister misin?”

Vardığımızda… Başka hiçbir şey istemiyorum. İnan bana bebeğim, bu denizin sularından daha kara geride bıraktığımız toprak. Soluk aldırmaz oldu her yandan saran nefret. Kanlı elleriyle cellatlar dolaşıyor sizin yaşınızdayken oynadığımız sokaklarda. Bizi besleyen bereketli toprakları, altında gökkuşağından uykulara daldığınız ceviz ağaçlarını, zeytinleri, narları tanıyın istedik ama bir avuç çimeni bile çok gördüler, bırakmadılar canımın parçası. İnan ki uğraştık engin denizlerin, sonsuz göklerin altında havasız kutular içine hapsolmayın diye. Yapamadık. Affedin bizi. Ne olur affedin. Ne inandığımız o özgür, eşit, adil dünyayı bırakabildik size, ne alabileceğiniz derin bir nefes, ne de kana kana içebileceğiniz berrak bir kaynak suyu. İnanın ki denedik ama gücümüz yetmedi, yapamadık. Şimdi ise tek arzumuz yaşamanız. Ne olursa olsun görmeniz, duymanız, koklamanız şu dehşetli güzel dünyayı. Büyüseniz de bir bilseniz ne tatlı kokar yasemen, güneş nasıl olanca heybetiyle doğar Annapurna’nın tepesine, Chopin’in noktürnleri nasıl tamamlar buna hiç benzemeyen geceleri… Hayatı yalnız kendine hak görüp, canımızı avcumuza bırakarak bizi bu yola koyanlar bilmezler hiçbirini. Bir bilseler ki dünya hepimize yeter ve hayat var ölümden önce.

“Üşüdün mü yavrusu? Gel sokul biraz daha, gel bakayım. Neden soğuk oldu biliyor musun? Çünkü iyi kalpli koca balina kuzeydeki denizlerden geçiyor şimdi. Hani izlemiştik hatırlıyor musun? Nasıl karlı buzlu, bembeyazdı her yan. İşte balinanın içinde yüzdüğü sular da karlar kadar soğuk neredeyse. O hiç üşümüyor, üzülme. Sen üşüyor musun peki? Gel bakayım annesinin can tanesi.”

Eylül’ün montu yeteri kadar ısıtıyor mu acaba? Biraz inceydi sanki. Neredeler bunlar, neden görünmüyorlar? Denizin ortasındaki soğuk amma ısırganmış. Ragıp da sarılmıştır şimdi Eylül’e. Deniz suyu bu kadar soğuk değildir herhalde, olmaması gerek. Düşünmek istemiyorum şimdi bunu. Değildir. Ayağım üşüyor. Ayağım… Su bu, su alıyor bot! Hayır, ne olur. Ne olur, hayır. Şimdi ne olacak, ne yapacağız? Ragıp’ı aramalıyım. Ulaşamıyorum. Ulaşamıyorum.
“Beni izle kuzum. İşte böyle sırtımızı denize verecek ve kuşlar gibi kanat çırpacağız, böylece hiç üşümeyeceğiz. Hazır mısın minik kuşum? İşte böyle. Bak yıldızların bile ne kadar üstünden uçuyoruz, görüyor musun? Kanatlarını çırptıkça yeni yıldızlar çıkıyor bak. Sonra o yıldızları geride bırakıp bir daha çırpıyoruz kanatlarımızı, yeniden yıldızlar çıkıyor. Yine çırpıyoruz. Bak nasıl da yıldız yapıyoruz biz. Bu koskoca gök hep yıldızla dolacak. Biz hep böyle aralarından uçarak yenilerini yapacağız. Ayaklarını da çırpınca nasıl ışıldıyor bak, hem daha hızlı uçuyoruz o zaman. Ha gayret benim minik kuşum, ha gayret. Babanla Eylül uçan deniz kaplumbağasının sırtından inip aşağıya konmuşlar bile, bizi bekliyorlar.”

30 Ağustos 2019. Ege’de mülteci dramı. İçlerinde yirmişer kişinin bulunduğu tahmin edilen ve Bodrum’un Akyarlar koyundan yola çıktığı anlaşılan iki lastik bot Yunanistan’ın İstanköy Adası’na yarım mil mesafe kala battı. Yunan Sahil Güvenlik Ekipleri dört kişiyi kurtarırken, dokuzu çocuk olmak üzere on dört kişinin cansız bedenine ulaşıldı. Geri kalan mülteciler için arama kurtarma çalışması başlatıldı.


Ayşecan Ay
19 Ağustos 2016 

14 Haziran 2017 Çarşamba

Yanlış Numara



"Tûtî-i mu'cize-gûyem, ne desem laf değil". Lâf-ü güzaf, İsmail. Bugünlerde şuraya yazacağım hiçbir şey hayrıma olmayacaktır, biliyorum. Öte yandan, yazmayıp da ne edeyim? Dipsiz kuyulara mı haykırayım? Hem ne haykıracağımı bilmiyorum, hem de dibinde merdivensiz kalmış biri miri çıkar neme lazım, geri seslenirse "yanlış numara" der fıyarım. Fıymak bizim işimiz.

Ne yazsam huysuz, mızmız, zayıf görüneceğim. Ama biliyorum ki yazmazsam daha kötüsü olacak. Görünmekten kötüsü yani. Hem kim görecek ki burayı? Burası da bir dipsiz kuyu en nihayetinde. -En azından- buradaki merdivensiz tek kişi benim. Yukarıdan biri seslenecek olsa evde yok numarası yapıyorum. Günler, aylar geçiyor. Yıllar da geçecek. Geçiyorlar, biliyorum. 

Sanırım buna benzer bir ruh haline en son 2010'da girmiştim. Emin değilim, geri dönüp yazdıklarımı okumam lazım. O da hiç içimden gelmiyor. Hoş, en iyi yazdığım dönem de o dönemdi. Umarım en azından öyle bir getirisi olur bu çakma depresyon öncesi halimin. Yaz da buna hiç uygun bir mevsim değil ya neyse. 

Sebeb-i blogum on gün sonra evleniyor. Aklıma gelen en olağan şüpheli sebep bu oldu fakat korkarım ki değil. Nadiren aklıma geliyor çünkü. 23'ü Cuma'ya denk gelmesine bozuldum, üzüldüm biraz o kadar. Onun dışında, sadece bir yılan hikâyesi işte. On yılın sonunda hikâyeliğinden bile şüpheliyim. Sonuncusu hariç bütün ilişkilerimi derinden etkileyen, varlığımı üzerine kurduğum bir saplantı, bir imaj, bir inşa. Bugün yalnızsam bunda onun da payı olduğunu biliyorum, hissediyorum (Sorun değil, birbirimiz üzerinde her hakka sahibiz. Hakkımın son on gününü de değerlendireceğim.) İçimizden birinin kendini kurtarmış olması sevindirici. 

Onun dışında pek fazla şey hissetmiyorum. Sorun da bu zaten: Hissetmiyorum. Suni solunum cihazından medet umar misali romantik komedilere ve romantik dramlara sarmaya başladım. Kalbim çarpsın diye, gözyaşım aksın diye. Hoş, bu ülke kendi kişisel dramlarına gözyaşı akıtmana fırsat bırakmıyor ama olduğu kadar. Kişisel dramlarımı yaşama hakkımı savunuyorum. Tam tersini düşün. Dünya yanıyor olsa, tam da o sırada âşık olmaya hakkın yok mu? Var. Hatta pek çok film bunun hakkında. Bu da onun tam tersi işte. 

Kimseye bir zararım yok zaten. Kimseciklere ilişmiyorum. Durduğum yerde duruyor ve çalışıyorum. Annem "evli ve çocuklu olmadığım ve para kazanamadığım için" beni arkadaşlarına karşı kahramanca savunurken ben aslında bundan daha iyi bir hayat tahayyül edemiyorum. Az kazanıyorum ama severek, huzur içinde ve özgürce çalışıyorum. Evliliğe gelince... Saygı duyduğum bir kurum değil. Biz sekiz kadınız, aralarındaki tek bekar benim. O kadınlara çok saygı duyuyorum ve mutluluklarını paylaşmaktan keyif alıyorum. Ama kurumlara değil, duygulara saygım var. Galiba özlediğim de onlar zaten. 

Oysa yavaş yavaş siliniyor hafızamdan. Neyi özlediğim, neyi özlemem gerektiği. Bilemez oluyorum yavaş yavaş. İstemez, aramaz oluyorum. "Ah mine'l-aşk ve mine'l-garaib". Bu yaşımda, bu günümde daha farklı olacağımı ummuştum sanırım. Ne bileyim... daha keyifli, daha umutlu, daha az kasvetli, daha az düşünceli. Bazı günler yaşımı geçiyorum. İşte o günleri sevmiyorum ve sayılarının artmasından endişe ediyorum. Ülkenin de büyük payı var bu erken yaşlanmada. Ama asıl sorumlu benimdir kesin. Her zaman benimdir. 

12 Haziran 2017 Pazartesi

Zehir Zıkkım Oldu Bize Bal Badem


Yukarıdaki sahne 1970 yapımı Tatlı Meleğim filminin 49. dakika 8. saniyesi ve Türkan Şoray'ın bu saniyedeki yüz ifadesi duygularıma tercüman. Karşısındaki favorili centilmen Ediz Hun. Ve aslında Şoray'ın bu andaki ifadesi ile senaryo arasında zerre ilgi yok. Erdoğan Tünaş imzalı senaryo her zamankinden: Leyla Murat'a âşıktır ama Leyla çirkindir, o yüzden Murat onu fark etmez, Leyla ne zaman ki güzelleşir Murat o zaman Leyla'ya âşık olur. Kimse burada bir sorun görmez. Mutlu son.

Oysa Leyla'nın şu anlık yüz ifadesinde çok daha iyi bir film var. Birkaç alternatif iç ses sayayım mı?

"Demek sokak çapkını değil yüksek mühendissin öyle mi paşam? Lan sen yüksek mühendissin de ben anaokulu terk miyim ibiş? Murat n'oldu? Öpeyim de tur at, Murat."
"Konuşuyorsun ama dinlemiyorum çünkü çok boş konuşuyorsun. Favorilerine harcadığın zamanı iki favorin arasına da harcasaydın şimdi seni dinliyor olurdum. Arada gülümser gibi yapayım da agresife bağlamasın. Hayranlıktan agresifliğe kestirme yol var, neme lazım."
"Güzel çocuksun allahıma. Güzel de bakıyorsun piç kurusu. Sen şimdi ciddi ciddi birlikte mutlu oluruz mu sanıyorsun? Gözlerinde öyle safiyane bir inanç var da. Nedir mutluluk? Öyle bir şey yok Murat. Hiç kasma anam. Hiç boş yere üzmeyelim birbirimizi. Gel biz olaysız dağılalım en baştan."

Aşağı yukarı bunun gibi şeyler söylüyor bu bir saniyelik bakışı. Belki bir saniyeden bile kısa ama otuz yıllık bir yılgınlık okunuyor. Altmışı görünce otomatikman bilgelik sertifikası takdim edilen teyzeler için otuz yıl püff tabi. Altmış da bir seksen yaş değil ama ben sonu hiç gelmeyecekmiş gibi duran yakınmalarını saatlerce gıkımı çıkarmadan dinliyorum. "Daha altmış yaşındasın cimcime, ben seni sekseninde göreceğim" deyip gevrek gevrek gülüyor muyum? Gülmüyorum. Saygıda eşitlikçi olduğum kadar mükemmeliyetçiyim de zira. 

Taedium vitae demeyeyim de bir tür yılgınlık için otuz yıl kafi bence. Otuz iki yıl kafiden de ziyade. Görsel her şeyi anlattığı için bir şey yazma niyetinde değildim aslında. Bu bakış biraz üstten bir bakış sanki ama karşısındakine olduğu kadar kendine de üzülüyor. Merhametli, öfkeli, bıkkın, bezgin, bitse-de-gitsek. Ümitsiz bile denemez çünkü ümit etmeyi bırakmış. Nefes alıp veriyor ama ışımayı bırakmış, unutmuş daha doğrusu. Unuttuğu şeyi de haliyle pek aramıyor. 

Bu ifadede dolu dolu bir "Bak şuradan siktir git!" var. "Sen benimle kafa mı buluyorsun?" var. "Sence ben bunu yer miyim?" var. "Bebişim, ben yalnızca en yüce değeri yanlış yere harcamana üzülüyorum" var. "En yüce değerin emek olduğunu bilmiyor olabilir mi lan?!" var. "Yok bu iş böyle olmayacak. Işınla beni Sıkati!" var. "Yok lan, yok. Siz çok güzeldiniz. Ben uygun değildim. Şimdi de ne ümidim, ne isteğim var. Esen kalın, beni de esen bırakın. Başka ihsan istemiyorum."

Var.

5 Haziran 2017 Pazartesi

Nükleer Şok Dalgası

Hani nükleer patlamaların ardından şiddetli bir şok dalgası gelir, etki alanındaki her şeyi yıkar ya öyle bir mutsuzluk dalgası gelip vurdu bugün. Nereden geldiğini bile anlamadım. Yazmaya başlarsam patlamanın kaynağını bulmaktan korkuyorum.