Can
yeleklerimizi giyip botlara bindiğimizde saat gece yarısını biraz geçiyordu.
Ben ne olursa olsun hep birlikte kalalım istiyordum ama Ragıp haklıydı,
şansımızı artırmak için çocukları da ayırıp ayrı botlara binmeliydik. İkimiz de
iyi yüzme biliyorduk ama battığımız takdirde çocuklardan ikisine birden göz
kulak olalım derken elimiz ayağımıza dolaşabilirdi. Hem belki biri batsa diğeri
batmayacaktı. Daha önce hiç böyle korkunç şeyler düşünmek zorunda kalmamıştık.
Ancak o akşam, o basık tenha lokantada çocukların karınlarını iyice doyurmaya
çalışırken düşünmekle kalmayıp sessiz sedasız konuştuk. Hesaba katmak zorunda olduğumuz
düşünce öylesine dehşet vericiydi ki bizi çocuklar değil de düşüncenin kendisi
duymasın diye fısıldaşıyorduk sanki.
Can’ı
ben alacaktım, Eylül’ü o. Can henüz beş yaşında olduğundan onun benimle
kalmasında fayda vardı. Eylül de yalnızca altı buçuk yaşındaydı ama olan biteni
tam olarak anlamasa da seziyordu. Ben ise ileride tüm bunları hatırlamalarından
korkuyordum. Hatırlıyorum, Eylül daha bebekken aklımızı yalayıp geçmişti günün
birinde böyle bir işe kalkışmak zorunda kalabileceğimiz. Bu deniz daha o
yıllarda, şişmiş ve yenmeyi bekleyen bedenlerin üst üste yığıldığı bir mezarlık
haline gelmişti. Yine de bir gün o dehşet verici, uzak yolculuğa bizim de
çıkabileceğimiz düşüncesini savıp durmuştuk aklımızdan. Şimdi ise o denizin
kıyısında ayrılmıyor da aksine birbirimize yeni kavuşuyormuş gibi kenetlenerek
vedalaşmaya çalışıyoruz işte. Ragıp’la birlikte çocuklara sarılırken onlara bu
korkunç düşünceleri, boğazımızı düğümleyen kaygıları belli etmemek için son
gücümüzü harcıyoruz.
Aramıza
şişkin can yelekleri ve soğuk deniz girmeden önce son bir defa daha sarıldık. Son
dediysem lafın gelişi, yine bir araya geleceğiz. Peki ya bizimle gelmemek için
direnen, geride bırakmak zorunda kaldığımız annelerimiz… Onları bir daha
görebilecek miyiz? Neden bu acıyı yaşıyoruz? Bu ülkeye, ondan kaçmak zorunda
kalacak kadar kötü olan ne ettik? Ragıp da ben de ömrümüz boyunca okuyup
yazmaktan, yazıp çizmekten gayrı bir şey yapmadık. Değil elimize bir gün silah
almak, hiçbir canlıyı incitmedik. Kimsenin emeğini sömürmedik; çalmadık,
aldatmadık. Biz niye şu an buradayız? Neden canımız, canlarımız tehlikede? Sarı
sıcak bir huzurla mayışık yaz günlerimizi geçirdiğimiz sahiller neden giderek
bizden uzaklaşıyor? Çaresizliğimizle hepten ağırlaşan botun tabanı hafif
dalgalarla bir olup çakıl taşlarına sürtünüyor. Yuvarlanan çakıl taşlarının
sesiyle birlikte doğup büyüdüğümüz toprağın elleri de kayıp gidiyor sanki
ellerimden. Oysa iki karanlığın birbirine geçtiği şu ufuk çizgisinde belli
belirsiz yanıp sönen lambalardan daha dost, daha müşfik değil artık arkamızda
bıraktığımız lambalar. Gitmekten başka çaremiz yok.
Can’ın
küçük elleri can yeleğimin altından uzanıp belime sarılınca aklımı çıkarıp
aldım daldığı faydasız düşüncelerden. Yavrum nedense oldum olası korkar
karanlıktan. Ona şimdi bu uçsuz bucaksız siyah denizin aslında dost olduğunu,
yüzmeyi bile bu denizin kıyılarında öğrendiğini, o turkuaz suyla bu dipsiz zift
gibi kuyunun aynı deniz olduğunu nasıl anlatırım? Botu hafifçe sarsan ufak bir
dalgadan korkup daha da sıkı tutundu belime. Pis bir ur gibi içine yuvalanan
korkuyu, canını hiç yakmadan çekip almak isterdim ince çelimsiz bedeninden.
Bizi hayatta tutmaya yarayabilecek olan korku onun düşmanı şimdi.
“Ne
kocaman bir balina değil mi Can? Az önce yeleklerimizi giydiğimiz ağzı ne
ufaktı hâlbuki. Çok iyi kalpli bir balina olduğu için bizi midesinde taşımayı
kabul etti. Bak bütün bu kapkara su onun midesindeki su aslında. Bak nasıl da
hafifçe sallanıyoruz bazen. Balina kocaman olduğu için ağır ağır yüzüyor ama
kendisi gibi kocaman olan kuyruğunu yüzerken aşağı yukarı salladığı için biz de
onun içinde, onunla birlikte bir aşağı bir yukarı hareket ediyoruz. Yukarıdakiler
mi? Onlar balinanın sırtına yapışarak tutunmuş yakamozlar. Hani geçen yaz
görmüştün hatırlıyor musun? Hiç ışık olmayan bir denize gitmiştik hep birlikte,
elinle denizi sevince parlayan ufacık canlılar vardı. İşte bu çok iyi kalpli
bir balina olduğundan onları da almış taşıyor karşıya. Onlar da sevinçlerinden
parlıyorlar böyle.”
Gözlerini
yumuyor, keşke uyusa. Ragıp’la Eylül’ün botunu seçemiyorum, çok mu hızlı
gittiler acaba? Ama nasıl giderler ki, hepsi aynı bot. Sesi de duyulmuyor ki
bunun sesinden. Ya ilerimizde ya gerimizdeler işte, telaşlanmamalıyım. Neyse ki
gözüm alışıyor karanlığa. Şu adam da eşiyle iki çocuğunu diğer bota bindirdi.
Berisindeki ufak tefek, kısa ak saçlı kadın annesi olmalı. Epey de yaşı var,
nasıl dayanacak bu yolculuğa? Onun yanındaki ince, uzun boylu genç çocuk ile
sarıp sarmaladığı kadın anne oğul. Ne tuhaf, onu korumak istercesine tutuyor
kadını ama gece kâbus görüp de annesinin elini bırakmak istemeyen küçük
çocukların telaşlı korkusu var bu tutuşta. Botun ucundaki sakallı adamın
siluetini gözüm bir yerden ısırıyor. Şu uluslararası edebiyat ödülünü kazanan
yazar galiba. Ragıp okuduktan sonra okuyayım diye masama bırakmıştı da vakit
bulup okuyamamıştım bir türlü. Keşke okusaydım. Can’la bizim arkamızda da bir
on kişi var herhalde.
Botun
gerisinde yakamozlardan iz bırakıyoruz muhakkak ama bırak şimdi bunu, dönüp bakarsam
dengemi yitirebilirim. Yukarıdan bakıldığında kuyruklu yıldız gibi mi
görünüyoruz acaba? Oysa yok, yok işte… Yukarıdan bize bakan, bizi izleyen kimse
yok. Eğer olsaydı, kim olursa olsun, insanların bu hale düşmesine razı olmazdı
gönlü. Bir gönlü olsaydı tabi yukarıdan bakanın. Olsun, kimse görmese de bir
kuyruklu yıldızı andırıyor olmalıyız.
“Babanla
Eylül… Aynı yere gidiyoruz tabi ama onlar başka yoldan geliyorlar gideceğimiz
yere. Dün sen uyurken Eylül bir deniz kaplumbağasıyla tanışmış, arkadaş
olmuşlar. Ama bu deniz kaplumbağası yüzme bilmiyor… Uçuyor. Evet, havalarda
yüzgeç çırpan bir deniz kaplumbağası bu. Sen denizden gitmeyi daha çok sevdiğin
için sana söylemedik. Babanla Eylül şimdi kaplumbağanın kabuğunu iki yanından
böyle sıkı sıkı tutmuş, bulutların bir solundan bir sağından, bir altından bir
üstünden geçerek uçuyorlar. Korkma hiç, kaplumbağacık öyle yavaş uçuyor ki
düşürmez onları. Hem Eylül söz verdi, pamuk şekerinden tepeciklerin yanından
geçerken elini uzatıp senin için pamuk şekeri toplayacak. Karşı kıyıya
vardığımızda birlikte yersiniz, olur mu, ister misin?”
Vardığımızda…
Başka hiçbir şey istemiyorum. İnan bana bebeğim, bu denizin sularından daha
kara geride bıraktığımız toprak. Soluk aldırmaz oldu her yandan saran nefret. Kanlı
elleriyle cellatlar dolaşıyor sizin yaşınızdayken oynadığımız sokaklarda. Bizi
besleyen bereketli toprakları, altında gökkuşağından uykulara daldığınız ceviz
ağaçlarını, zeytinleri, narları tanıyın istedik ama bir avuç çimeni bile çok
gördüler, bırakmadılar canımın parçası. İnan ki uğraştık engin denizlerin,
sonsuz göklerin altında havasız kutular içine hapsolmayın diye. Yapamadık.
Affedin bizi. Ne olur affedin. Ne inandığımız o özgür, eşit, adil dünyayı
bırakabildik size, ne alabileceğiniz derin bir nefes, ne de kana kana
içebileceğiniz berrak bir kaynak suyu. İnanın ki denedik ama gücümüz yetmedi,
yapamadık. Şimdi ise tek arzumuz yaşamanız. Ne olursa olsun görmeniz, duymanız,
koklamanız şu dehşetli güzel dünyayı. Büyüseniz de bir bilseniz ne tatlı kokar
yasemen, güneş nasıl olanca heybetiyle doğar Annapurna’nın tepesine, Chopin’in
noktürnleri nasıl tamamlar buna hiç benzemeyen geceleri… Hayatı yalnız kendine
hak görüp, canımızı avcumuza bırakarak bizi bu yola koyanlar bilmezler
hiçbirini. Bir bilseler ki dünya hepimize yeter ve hayat var ölümden önce.
“Üşüdün
mü yavrusu? Gel sokul biraz daha, gel bakayım. Neden soğuk oldu biliyor musun?
Çünkü iyi kalpli koca balina kuzeydeki denizlerden geçiyor şimdi. Hani
izlemiştik hatırlıyor musun? Nasıl karlı buzlu, bembeyazdı her yan. İşte balinanın
içinde yüzdüğü sular da karlar kadar soğuk neredeyse. O hiç üşümüyor, üzülme.
Sen üşüyor musun peki? Gel bakayım annesinin can tanesi.”
Eylül’ün
montu yeteri kadar ısıtıyor mu acaba? Biraz inceydi sanki. Neredeler bunlar,
neden görünmüyorlar? Denizin ortasındaki soğuk amma ısırganmış. Ragıp da
sarılmıştır şimdi Eylül’e. Deniz suyu bu kadar soğuk değildir herhalde,
olmaması gerek. Düşünmek istemiyorum şimdi bunu. Değildir. Ayağım üşüyor.
Ayağım… Su bu, su alıyor bot! Hayır, ne olur. Ne olur, hayır. Şimdi ne olacak,
ne yapacağız? Ragıp’ı aramalıyım. Ulaşamıyorum. Ulaşamıyorum.
…
“Beni
izle kuzum. İşte böyle sırtımızı denize verecek ve kuşlar gibi kanat
çırpacağız, böylece hiç üşümeyeceğiz. Hazır mısın minik kuşum? İşte böyle. Bak
yıldızların bile ne kadar üstünden uçuyoruz, görüyor musun? Kanatlarını
çırptıkça yeni yıldızlar çıkıyor bak. Sonra o yıldızları geride bırakıp bir
daha çırpıyoruz kanatlarımızı, yeniden yıldızlar çıkıyor. Yine çırpıyoruz. Bak
nasıl da yıldız yapıyoruz biz. Bu koskoca gök hep yıldızla dolacak. Biz hep böyle
aralarından uçarak yenilerini yapacağız. Ayaklarını da çırpınca nasıl ışıldıyor
bak, hem daha hızlı uçuyoruz o zaman. Ha gayret benim minik kuşum, ha gayret.
Babanla Eylül uçan deniz kaplumbağasının sırtından inip aşağıya konmuşlar bile,
bizi bekliyorlar.”
30
Ağustos 2019. Ege’de mülteci dramı. İçlerinde yirmişer kişinin bulunduğu tahmin
edilen ve Bodrum’un Akyarlar koyundan yola çıktığı anlaşılan iki lastik bot
Yunanistan’ın İstanköy Adası’na yarım mil mesafe kala battı. Yunan Sahil
Güvenlik Ekipleri dört kişiyi kurtarırken, dokuzu çocuk olmak üzere on dört
kişinin cansız bedenine ulaşıldı. Geri kalan mülteciler için arama kurtarma
çalışması başlatıldı.
Ayşecan Ay
19 Ağustos 2016