Halılar kaldırılınca ferahlayan parke salonun ortasına eski
gazeteleri yaydıktan sonra küçük güçlü ayakları, kalın ayak bilekleri ve
dizinin altından kalın ayak bileklerine kadar kalınca uzanan çıplak bacaklarını iki
yana doğru açarak oturdu ölü toprakla dolu saksıların ve taze toprakla dolu
torbanın başına. Menekşe haricindeki çiçeklerin toprağını değiştirecekti.
Menekşeninkini ben kendi ellerimle değiştireceğim. Ayrımcılığımdan utanıyorum
ama o benim kıymetlim.
Toprakları ölü de olsa toprağından ayrılmış, kopartılmış
topraklı kökleri havada görünce ürktüm.
- Ölmez değil mi?
- Bahar geldi, ölmez.
Baharda
ölünmez mi? Kimsenin, hiçbir şeyin başına kötü bir şey gelmez mi mevsim bahar
olunca? Taze küçük yeşil yapraklardan, ısıtan gün ışığından ve kuş seslerinden
bir kalkan mı örer bahar üstümüze? Baharda ne gelebilir başımıza?
***
Bana “artık
kaçma ayşec.” değil de “kaç ayşec., kaç” dedi sanki. Ayrılırken duyduğum öğütleri
uç uca eklesem hayatın anlamını bulabilirdim, hele dinlesem mutlu bile
olabilirdim. Bu duvarlar benim mi şimdi, ben mi ördüm bunları? Zırh, duvar gibi
hazzetmediğim klişe metaforların orta yerindeyim allah kahretsin. Dört duvar arasında
kapana kısılmış ve korkmuş küçük yırtıcı bir hayvan gibi telaşla duvarlara
çarpıp duruyorum işte. Dengemi bozma bahar, ben onu daha yeni kurdum; yerleri
daha yeni sildim, basma. Yalnızlığım ne der sonra, biz birbirimizi çok sevdik.
Kaç ayşec., kaç…ma.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder