30 Kasım 2011 Çarşamba

Muallak Hanım'ın Gündüz Düşleri


İhtimamla sürdüğüm bordo ojeyi tırnak kenarlarıma bulaştırdığım için ağlamak geldi içimden. Çünkü biliyorsunuz ya, bordo oje sürmek ihtimam gerektirir. Ellerim annemin ellerine, tırnaklarımın uzayış şekli anneanneminkine benziyor. Bense kendine ait bir hikaye edinmek için çırpınan bambaşka bir kadın. Bazen aynaya uzun uzun bakıp kendimi görmeye çalıştığımı söylemiştim ya? Ellerime…ellerime de öyle bakarım bazen. Bana beni, bana bir şeyleri anlatacaklar gibi gelir. Gözler kadar olmasın konuşkandır eller, habire anlatırlar…anlarsan. Ben bu ara pek bir şey çıkaramıyorum.

Ellerime bakıyor ve ojeyi düzgün süremediğimi görüyorum sadece. İç sesim suçlayıcı: Neyi becerebiliyorsun ki zaten, ne sürmeyi ne sürdürebilmeyi. Bir aynadaki yüzüme, bir ellerime bakıyorum. Ne olacak? Nasıl olacak? Ne yapacağım, ne yapmalıyım? Kafamın içi kazan gibi, günlere yaydım düşünmeyi. Geçmişe bakıyorum, ondan başka kim bana daha iyi bir cevap verebilir? Geçmiş, tekerrüre meyilli; geçmiş, tekerrüre direnişte. Öğrendiklerim yalnızlaştırıyor; birleştiriyor öğrendiklerim. Bir cevap olmak dışında her boka yarıyor yani.

Ellerin aksine kırgınlıklar suskundur. Bağırıp çağırmaz, yerlerini belli etmezler. Çoğalırken derinleşirler sanki. Bir hastalık gibi hissettirmeden yayılır, yerleşirler bedene. Sonra sök sökebilirsen, sök at.

Hafıza-i beşer hatırlayışla malul bence, nisyan bir lütuf. Nisyan, devam etmek için güç, arzu, istek. İstek…isteyen insan her şeye muktedir, öyle olmalı. Öyle olmalı… Heder oluruz yoksa. Heder olmak için daha erken. Ne için çok geç ki zaten? Olmamalı, hiçbir şey için çok geç olmamalı hayatta. Kafamın içi kazan gibi, kalbimde bir ağrı.


28 Kasım 2011 Pazartesi

Balkonumda Deniz Kabuğu Bulduğum Sabah

Pek de sabah sayılmaz. Çok uyuyorum bu aralar. Sabah dediğim öğlen, hatta öğleden sonra. Uyanır uyanmaz evi havalandırmak için balkon kapısını açtığımda duvarın dibinde irice bir deniz minaresi gördüm. Gerçeklik algımı artık hepten yitiriyor muyum diye düşündüm, bir deniz minaresinin kot farkıyla üçüncü kattaki bir balkonda ne işi var. Onu oraya kimse koymadığına göre düşmüş olmalı. Düşmenin etkisiyle kırılmamış olması bir yana nereden düştü bu? Eski üst komşum gibi eline geçen her şeyi balkonuma silkelemekten mutluluk duyan yeni üst komşum mu silkeledi bunu, yoksa aptal bir martı mı düşürdü gagasından? Düşen bir deniz kabuğu, içinde hala bir yaşayanı varmış gibi nasıl duvar dibine yerleşir ki böyle? Onları beslediğim için kumrular bir olup...yok, onların gagaları da fazla narin böyle bir iş için. Velhasılı, bu sabah balkonumda parmak kadar -parmağım kadar- bir deniz minaresi bulmanın şaşkınlığını yaşadım. Gemiyle Amerika'ya gidip pasaportumu çaldırdığım, Ganj misali bulanık nehirlere dalıp çıktığım ve tez hocamın Cumhuriyet dönemi elit kesimini canlandıran bir grup oyuncuyla birlikte devasa bir tiyatro sahnesinde odun sobası yakmayı öğrettiği bir gecenin ardından bunun da bir rüya olabileceğini sandım ama hala orada duruyor. 


Yeni menekşemin çiçekleri bir bir kurudukça moralim bozuluyordu. Bir de baktım pıtır pıtır yapraklar çıkarmış göbeğinden. Eğilip eteğinin altına bakınca mor bir tomurcuk bile gördüm sonra. Üç olmuşlar şimdi. Biraz zaman geçsin toprağını değiştireceğim, vitaminler vereceğim, güzel bir de saksı alacağım ona...


Yine bir şeyler silkiyor. Nevresiminden deniz yıldızı da düşse yukarı çıkıp kapısını çalmam yakındır. 

22 Kasım 2011 Salı

Bebek Evi

Günlerdir, çocukluğumdan kalma bir görüntü gelip duruyor gözlerimin önüne. Sokağa bakan eski evimizdeyiz. Odam hala halıfleks kaplı, astımım yüzünden kaldırılmamış henüz. Yere kurulmuş oyun oynuyorum. Ciltlerce Ana Brittanica'dan ev yapmışım bebeklerime. Öyle çok cilt var ki bir sürü odası var evin. Her biri bir cilt olan duvarları okuyamadığıma göre okula daha başlamamışım, duvar daha yıkılmamış. Aklımdan geçeni anımsıyorum: Bu ev hiç yıkılmayacak, hep böyle duracak. O an sorsalar, bebeklerim için kurduğum bu evi torunlarımın da göreceğini söyleyebilirdim gururla. Öyle kendimden emin, kalıcılık ve geçicilik mefhumlarım öyle ham. Mefhumun kavram demek olduğunu, kavramın da ne demek olduğunu bilmiyorum henüz. Henüz sıra cilt cilt felsefe ansiklopedilerine gelmemiş, o sonra. Elim onlara gittiğinde ansiklopedilerden ev yapılamayacağını öğrenmesine öğrenmiştim de felsefenin ev değil, olsa olsa evsizlik olabileceğini öğrenmeme epey vardı. Bebeklerimin birer ruhu olduğuna inandığım ve bunun beni korkutmak şöyle dursun içimi rahatlattığı zamanlardı. Özal henüz ölmemiş, gece karanlığında fırlatılan ışıklar yerden yükselip bir yay çizerek düşmeye başlamamışlardı henüz. Yine de ellerime, özellikle de baş parmaklarıma dikkatle bakıp, büyüyünce neye benzeyeceklerini dehşetle merak ettiğim zamanlardı. Bir şeye de benzemediler ya neyse. O ellerle kurmuştum ben o evi. Sağlamdı, yıkılmayacaktı. Bir gün o evden bile taşınacağımızı söyleseler herhalde aklım çıkardı. Evlerin de kağıt gibi yıkılabildiğine hele inanmazdım. Kağıt yıkılır elbet akıllım, ama bu duvarların her biri kim bilir kaç kağıttan, haberin var mı senin? Hiçbir şeyden haberim yoktu. 

17 Kasım 2011 Perşembe

Hüznü Güzel


Yazı yazmayı özlüyorum. Eskisi gibi, eskisi kadar yazmıyorum artık. Yazdıklarımın bazılarını beğeniyordum da ama asıl beni rahatlattığı için yazıyordum, buna ihtiyaç duyduğum için. Bulaşıcı bir alışkanlık gibi yıllar içinde yerine yerleşen suskunluğum en nihayet yazıya da sirayet etmiş olabilir. Yıllar içinde kök salıp içimi iyiden iyiye kaplayan bulaşıcı bir alışkanlık susmak. Konuşkan biriydim halbuki. Baktım ki sahiden faydasız, sustum. Alabildiğine sustum. Dilimi kesseler dert etmez, üstüne üstlük rahatlardım belki.

Birbirini yazdıklarından tanıyıp seven iki insanın birbirini tanıdıktan sonra yazımlarının değişmesi nedense ilginç geldi başta. Oysa çok doğal. Ben eskisi gibi melankolik değilim, o eskisi kadar sert eleştiriler yazmıyor çünkü mutluyuz ve hayat daha çekilebilir geliyor. Tek-kişiliğe bunca alışmış hatta teslim olmuşken iki-kişi olmak her şeyi değiştirebiliyor. Daha az homurdanıyor insan ya da daha az hüzünleniyor. Kış geldi ya onun hüznü başka, onun hüznü güzel.

Yalnızlığımı sevdiğim için sevdi beni, öyle çok sevdi ki içime kaçtı yalnızlığım. Ben kaçmadım, ben bi kaldım. Akşam işten çıkıp eve gelirken bir saksı mor menekşe getiren adamı sevmeyip ne yapayım? Kalmasa kalmayabilir insan –dert bir değil ya- ama sevmemek elde mi? Mutlu olmak istedim hep. Beceriksizce uğraşıp durdum bunun için. Küçük hayatımda büyük kararlar aldım. Yine alıyorum; karar almadan, seçim yapmadan olmuyor ya sanki daha becerikliyim artık. Olmalıyım çünkü geçen zamanın bir anlamı olmalı, olmak zorunda.

Suyu seviyor ama üstten konursa yaprakları çürüyor. Tabağına döküyorsun, o istediği kadar alıyor. Işığı da seviyor ama onu da doğrudan almayacak, pek nazlı. Kuruyan çiçekleri dalında bırakmıyor, temizliyorum hemen. Konuşuyorum da. Saksı çiçekleriyle konuşup, beslediği kumrulara gülümseyen kadın oldum. Gülümsemem nefes alıp verir gibi zaten. En azından bana öyle geliyor bazen.

Çok sesli bakıp gülümsüyor, çok esli yazıyorum. Bir de içimden sevmem var ki bulaşıcı olmayan bir alışkanlık olsa gerek bu, yine aynı yıllar içinde geliştirdiğim. Sessiz sedasız sevmekte üstüme yok yani, sessiz sitemsiz. Porselen dükkanında bir fil kadar titiz. Bu kadarı da belki fazla, belki yetersiz. Bilmiyorum, esler muktedir.


 http://grooveshark.com/s/+ylesine/3Ow4tl?src=5
 http://grooveshark.com/s/Mi+/3g92Fv?src=5

13 Kasım 2011 Pazar

Tezel/Bir Düğün Gecesi


“İntihar etmeyeceksek içelim bari!”, Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi adlı romanının ünlü ilk cümlesi. Bunu yıllardır biliyorum ama ilk cümleyi aşıp da kitabı okumayı yeni başarabildim. İlk cümlesi ya da paragrafı bu denli etkileyici olduğu için yıllar boyu o ilk cümle ya da paragrafı aşıp da okuyamadığım kitaplar var. Misal, “[i]t was the best of times, it was the worst of times…” diye açılan A Tale of Two Cities.

1979 basımı kitabın fiyatı 125 Lira. Son satırın altına mavi dolmakalemle not düşmüş babam: 23 Haziran 1980 P.tesi _Beyoğlu_ 23 Haziran 1980… Henüz darbe olmamış, henüz Paris’te yaşamamış, henüz annemle tanışmamış. Beyoğlu’nda kim bilir neresi. Bilmek istemiyorum zaten; hayal etmek, tahmin etmek istiyorum. Çiçek Arif’in yerinde, Çiçek Bar’da mesela. Biraz tuzlu fıstık, biraz bira belki. Bir iş yeri, bir ev veya bir kahve de olabilir ama ben Çiçek Bar olduğunu hayal ediyorum.


Ne zamandır bir roman kahramanını bu kadar sevmemiştim. Neden olacak, yakın hissettim kendime. Romanı açan ilk cümlesiyle kanım ısınmıştı zaten, bu cümleyi kuran bir kadını sevmemem olanaksız. Okudukça daha da sevdim. Kitap bitmesin, Tezel gitmesin istedim. O konyağından bir yudum aldı, ben konyağımdan bir yudum aldım. “Geri kalmış ülkenin geri kalmış nihilisti!” derken haksızlık ettiğinin Ömer de farkında ya kadın nihilist, evet. Bu ve daha birçok şey için yanaklarından öpmek istiyorum Tezel’i.


Bir sinema filmi gibi akıp gitti 362 sayfa. Bittiğinde roman yazmak istiyordum. Yazabileceğimden değil ama istiyordum. Bu isteği uyandırması bile başlı başına güzel değilse ne. Bir gün bir roman yazarsam içinde “mağmum” kelimesini geçireceğim muhakkak. Nasıl ki ne vakit şu siteye baksam fotoğraf çekesim geliyor, işte aynı öyle bir heves. Belki bir gün sahiden yazarım. Hem bir şeye benzer, hem de o güne kadar yaptığım hiçbir işten almadığım kadar keyif alırım yazarken. Kim bilir. Belki benim de romanım toplatılır, hakkımda dava açılır. İşte o zaman daha da emin olurum doğru düzgün bir iş yapmış olduğuma. 



10 Kasım 2011 Perşembe

Van'da Çok Sayıda Gönüllüye İhtiyaç Var

Başta doktor, hemşire, psikolog, psikiyatr, çadır kurup kaldırabilenler olmak üzere çok sayıda gönüllüye ihtiyaç var. 


Gönüllülere binalardan uzak çadırlarda barınma ve üç öğün yemek sağlanıyor. 


İrtibat için Mehmet: 0541 811 77 78



3 Kasım 2011 Perşembe

Nefret, Ölüm ve Daha Çok Nefret Üzerine

                                                                "Suçsuzluğu ispatlanana kadar herkes suçludur."


Günlerdir şuraya bir iki satır yazabilmek için içten içe kıvranıyorum. Sakin bir üslupla yazılmış, bir anlam ifade eden; aklıselim muhteva eden ama suç teşkil etmeyen birkaç satır. Yazamadım. Dilim varmadı. Elim gitmedi. Ağzımı toplayamadım.
Yanlış anlaşılma riskini de göze alamadım biraz. Doğru anlaşılmaktan korkacağım yerde işmiş gibi. Yine de hala daha az zahmetli yanlış anlaşılmak. Ya Kürtçüsün ya Türkçü, ya Kemalist ya bölücü. Milliyetçi bile değilim desem, bu sefer de bertaraf olmak var işin ucunda. Buyur buradan yak. Bu ara siyaset tam iki ucu boklu değnek. Zaten şahtı, şahbaz oldu.
Ne boktan bir aydı, ne kabus gibi bir ay. Yüzlerce cinayet. Yargı tarafından aklanan şiddet ve tecavüz. Yağma, rant telaşı, ikiyüzlülük, cehalet, kibir, cadı avı... ama en çok da nefret. Hepsi son hızla artarken birinciliği nefrete vermeliyiz. 
Barıştan bahsedenler hainse, sevgiden bahsedenler ne olur tahmin bile edemiyorum. En iyi ihtimalle saf herhalde. Siyasi tabirle maşa. Eli maşalı maşalarca maşa ilan edilmenin ironisi de ne tatlı olur ha. Ağlatır adamı.
Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu derlerdi eskiden. Doğruymuş. Şimdi her şeyi bir futbol maçı gibi algılayanlar onlar olmalı. 
İnsanlık konusunda ahkam kesmek haddimi aşar ama utanıyorum, yalan değil. Biraz da utancımdan yazamadım. Yazılıp çizilenlere, söylenenlere, yapılanlara inanmakta zorlandığım oldu. Neden zorlanıyorsam, onu da bilmiyorum. Çok utandım, onu biliyorum.
Son güncellemelerle birlikte asgari ücretin elli katı kadar maaş alacağı belirlenen cumhurbaşkanı da utanıyor mudur acaba? Pardon, konudan saptım. Saptım mı? Git gide absürtleşen bir sistemde sapkın olmak ne kadar vahim olabilir? 
"Muhalefetin Bedeli" çok tuttu. Devam filmlerinin sayısı "Polis Akademisi"ninkini bile geçebilir. "Polis Devleti". Polisiye-dram. 
Bir isim tamlaması daha: Devlet terörü. Evlilik içi tecavüze benziyor ziyadesiyle. İkisinde de bir kontrat var ve taraflardan eli güçlü olan diğer tarafa ne yapsa meşru olacağı kanısında. Dolayısıyla ikisinin de varlığı çok az insan tarafından kabul ediliyor. 
Korkuyorum. Korkmuyorum dersem yalan olur. 1980 sonrasıyla kıyaslayıp bugünü daha vahim bulanların haklı olma ihtimali beni korkutuyor. Bir sabah uyandırılıp kendimi adını bile bilmediğim bir örgüte üye olduğum için suçlu bulunmaktan ve Sosyolojiye Giriş kitabımın, Ten Ten serisinin ya da Kerime Nadir'lerimin delil sayılmasından korkuyorum. İstense bugün hala hayatta olabilecek yüzlerce, binlerce insan öldü burada bugüne kadar. Altyapısızlıktan, denetimsizlikten, açgözlülükten, ikiyüzlülükten, güç ve para hırsı yüzünden öl(dürül)en son insanlar olmayacak son kayıplarımız. Dağda ya da şehirde, orada veya burada ne fark eder, göz göre göre daha çok insan ölecek. Bundan korkuyorum. Kalan sağların ahvali de pek parlak görünmüyor. Öfkelenmesine öfkelenebilen ama muhatabını pek kestiremeyen bir toplumuz sanki. Ya da bilmesine biliyoruz da gözümüz yemiyor belki. 
Öfke, korku, utanç... pek anlatamadım ama böyle bir haldeyim. Bir nevi "memleketin hali benim halim". 555K şiirinin sonunda ne kadar umutlu halbuki Cemal Süreya. O zaman da az kutuplaşmamış insanlar ama bu kadarını tasavvur edemezdi herhalde. Ters kutuplar birbirini çeker derler bir de. Çeker de. Biz daha ziyade birbirine terslenen kutuplarız. Sanki aynı toprak parçası üzerinde sırt sırta verdirilmiş duran ve "on!" dendiğinde dönüp ne gördüğünü bile algılamadan tetiğe basacak olan; ya da aynı rakıyı aynı tütünü içip, aynı halaya durduğu halde biri kendini diğerinden üstün tutan... yani Uzak Asya'dan dört nala mı gelmiş bilmem ama üzüm gibi ezilenlerin, ezilmenin hesabını bağcıya soracakları yerde birbirine düştükleri bu memleket hepimizin. 




http://www.visualnews.com/2011/10/24/the-propaganda-posters-of-the-1/

1 Kasım 2011 Salı

Hindistan-Nepal 3




























"Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim," dedin,
"bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim ülkede."

Yeni bir ülke bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma-
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.



"Şehir"
Konstantin Kavafis