13 Kasım 2013 Çarşamba

Asılacak Soru

-Yok bir şey. 

Buna kendi de inanmadı. İnsan hiç düşünebilirdi ama bir şey hep vardı. Gözlerini, zeytin tabağındaki zeytinlerden birine, onun da üzerinde duran kekiklerden yalnız birine mıhlamış çayını karıştırıyordu. Oysa esmer şeker tavşanın kanına karışalı epey olmuştu. Çay kaşığının geniş fincan içinde çıkardığı hafif ses gürültülü sükuneti için bir metronomdan farksızdı. 

Ağrı adamı ele geçirmiş gibiydi. Uykuları huzursuzdu. Uyandığında ise acı içinde kıvranmak üzere uyanıyordu. Ağrıyı bastırmak için biraz daha uyumak istiyor ama ağrı buna da izin vermiyordu. Hiçbir madde ağrıyı kesmiyordu. İki ayın sonunda ağrı, bir varoluş biçimi halini almıştı. Nefes alıp vermek bile canını acıtıyordu. Hayat, dinmek bilmeyen yekpare bir ağrı gibi gelmeye başlamıştı. Kalbi nasıl atıyorsa göğsü de öyle ağrıyordu. 

Kadın adamdan geç yattığı halde ondan erken kalkmıştı. Adam kadından erken yattığı halde ondan az uyumuştu. Adamın gece boyu acı içinde uyanışları kadını da uyandırıyor ama elinden bir şey gelmeyeceğini bilerek çaresizlik içinde yeniden uykuya dalıyordu. Adam ise çektiği acıyı hafifletecek bir konum kollayarak dönüp durmaya devam ediyordu. 

Yüzünü yıkadıktan sonra bilgisayara bir Hindi Zahra koydu kadın. Sesini, mutfaktan duyabileceği fakat adamı uyandırmayacak kadar açtı. Tam mutfağa giderken duraksadı. Çay suyunu koymakla çiçeklere su vermek arasında kalmıştı. İkilemin güzelliğini sevdi ayak üstü. Gözlerini nasıl kırpıyorsa hayattan da öyle keyif alıyordu. 

Mutfağa gidip eski cam sürahiye musluktan su doldurdu. Yere su damlamaması için bir elini altında tutarak çiçeklerinin yanına geldi. Her zamanki gibi önce minik mor menekşesinin tabağına su koydu. Ayrımcılık yaptığı için içi sızladı her zamanki gibi ama yine bir tek onunla konuştu. 

-İyi misin güzelim? Bakayım n'olmuş o yapraklara öyle...

Sonra sıklamenin toprağına döktü suyun birazını. Balkon kapısını açmasıyla güneşli serin hava dokundu yüzüne. Gözlerini yumarak gülümsedi bir an. İçinde sarı lale soğanları bulunan ve ağzına kadar yalnız toprakla doluymuş gibi görünen üç saksıya baktı. Önce küçük olana su verdi. O daha yeni gelmişti; küçücüktü, bir başınaydı, hiç çiçek vermemişti daha. Sonra diğer iki büyük saksıya boca etti kalan suyu. Onlara kırgındı biraz. Geçen bahar o kadar soğan yalnız iki yaprak vermiş, çiçeklerini göstermemişti. Dargınlığını belli etmemeye çalışarak kalan suyu boca etmek yerine usulca dökerek bitirdi. 

Balkon kapısını kapattığında içeriden horlama sesi geliyordu hala. Horlama az sonra kesilecek, iniltiyle uyanan adam isteksizce giyinerek işe gitmek üzere evden çıkacaktı. Kadın bu defa gelişi güzel bir kahvaltı etmek istemedi tek başına. Demlik poşetler yerine Karadeniz'den hediye gelen iyi çaydan koydu demliğe. Tek kişilik çayın kokusunu içine çekip öyle kapattı kapağını. 

Uzun zamandır dinlemediği şarkıların nakaratlarına anımsayabildiği kadar eşlik ederek, anımsamadığı yerde uydurarak hazırlamaya koyuldu kahvaltılık küçük tabakları. Tek bir tabağa yiyebileceği kadar alabilirdi hepsinden. İstemedi. Özendi bu sabah. Kabuğunu soyduğu domatesleri nar ekşisi, zeytin yağı ve taze nane yaprakları ile şımarttı. Yanında duran diyet peynire nispet yaparcasına yavaş yavaş döktü zeytin yağını. Banacağı ekmeğin hayaliyle keyiflendi. Bir de güzel Türk filmi bulsa daha ne isterdi!

İçeriden gelmeye devam eden horultuya bakılırsa adam işe gidemeyecek kadar kötüydü. İçi burkuldu kadının. Küçük sofrasına bir servis daha serdi; bir tabak, bir çatal bıçak ve bir çay kaşığı daha koydu. Dilimlediği sosisleri sarımsak, salça ve kekikle şenlendirdi. Şen sosislerle buluşmayı bekleyen çırpılmış yumurtalara bir yenisini daha ekledi. Küçük mutfak taze demlenmiş çayın kokusu ve çaydanlıktan çıkan ses ile sımsıcak olmuştu. 

Sofranın nihayet hazır olduğuna ikna olunca adamı uyandırmaya gitti. Uykusunun derinliğinde bile ağrı onu bulmuş, kaşlarını birbirine çatmıştı. Öperek uyandırmak istese de salkım saçak dalgaları kendinden önce davrandı. Adam, ışık görmüş tavşan misali şaşkınlık ve tedirginlik içinde açtı gözlerini. 

-Kahvaltı hazır.

Acı içinde yeniden kapayıp horlamaya devam etti. Kadın iliştiği kenardan kalkıp çıktı odadan. Sofraya oturdu, çayına şeker atıp karıştırmaya başladı. Yumurtadan bir yudum aldı, nefis olmuştu. Neden sonra adam kalkıp geldi, oturdu sofraya. Göğsüne sağından solundan bastırarak acısını dindirmek için çırpınıyordu. Dakikalarca ne kadının ne de kahvaltının yüzüne baktı. Çünkü adamın mutlulukla bir ilgisi yoktu. İlgisizliğinden de mutsuzdu ama elinden bir şey gelmiyordu. Ağrı hayatı olmuş, hayat ağrıdan ibaret kalmıştı. Bezgin yüzü daha da bezmiş, yere düşüp kırılmıştı.

-İlaç alacak mısın, su getireyim mi?
-Hemen çıkmayacaksan bir çay daha koyayım mı?

Kadının sorduğu bütün sorular havada asılı kalıyordu. En sonunda bıraktı asılacak sorular sormayı. Her şeyden ardı ardına lokmalar alarak sofranın tadını çıkarmaya koyuldu. Çayını bir yudumda bitirdi. Güzel film de yoktu zaten. Çok geçmeden bıraktı yemeği. Adam elini bile sürmemişti sofraya. Kadın çayını karıştırırken gözlerini zeytin tabağındaki zeytinlerden birine, onun da üzerinde duran kekiklerden yalnız birine mıhlamış bakıyordu. Zeytin küçülürken üzerindeki kekik tanesi büyüdükçe büyüdü. 

Çay kaşığından metronomu düşüncelerine ritm tuttu. Bu ritmle ağrımaya başladı kalbi. Gözlerini bu ritmle kırptı. Göğüs kafesi içinde yankılandı ağrı. İyi etmeye yetmeyen sevgisi acıdı. Kulaklarıyla duydu acının tadını. Havadaki sıcak çay kokusu soldu. Soğuktan sızladı elleri ayakları. Sevgisinden daha fazla hiçbir şeyi yoktu ve hiçbir şeyi yetersiz olmamıştı sevgisi kadar. Hepi topu bu kadardı, buncağızdı kadın. O da bir halta yaramıyordu. Kekiğin içinde kaybolduğunu fark edince kadının kolundan tuttu adam. Günlerdir savrulduğu fırtınalı denizin koynunda yitip gidecekken son gücüyle çapa atar gibi tutup sordu. 

-Neyin var?





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder