Hava, ışık ve ses geçirmeyen küp şeklinde bir odanın içindeymiş gibi hissediyorum bazen. Çoğunlukla da dert anlatmaya çalıştığım zamanlarda. Bir yabancı dil seviyesi olarak "derdini anlatacak kadar" denir ya. Son derece yersiz bir ifade olduğu kanaatindeyim. Dert anlatmak küçümsenebilecek bir eylemmiş gibi. Kendi anadil seviyem konusunda bile o kadar iddialı değilim mesela. Anamdan öğrendiğim dil bildiğimi anlatmaya yetmiyor.
Umberto Eco'yu sık sık anar oldum. İletişim kuramında aberrant decoding derdi. Decoding kod açımı diye çevrilmiş. Aberrant'lısının Türkçesini bulamadım ama aberrant da kabul edilen, normal standarttan sapan anlamına geliyor. Eco'ya göre iletişim özetle şunun gibi bir şey: Gönderici mesajını kodluyor, alıcı da aynı mesajın kod açımını yapıyor fakat insanlar birbirlerinden farklı kültürel veya altkültürel deneyimlere sahip olduklarından farklı kodlara başvuruyorlar. Dolayısıyla amaçlanan mesaj ile alınan mesaj hiçbir zaman aynı mesaj olmuyor. Bu kurama göre bizi yakan ön varsayımlarımız: Göndericinin durumunda kişisel önyargılar, yönlendirici koşullar, ifadenin ve muhteva düzleminin kodlanmasına ilişkin muğlaklıklar, altkodların etkisi, ortak bilgi var sayılması. Alıcının durumunda ise yine kişisel önyargılar, saptıran koşullar, tesadüfi çağrışımlar, yorumsal hatalar, altkodlardan medet umma ve alıcının bilgisinin gerçek derinliği. Diğer bir deyişle, yaygın kanının aksine iletişim kuramama o veya bu tarafa atfedilebilecek bir suçun sonucu değil. Farklı sayma sistemlerinde x'e farklı değerler verip yine de aynı x'ten bahsediyormuş gibi konuşmaya çalışmak iletişim.
Gelelim en baştaki kübik odaya. Adı Eco olsun, Eco Odası. Hem rahmetliye selam (güzelim kavramını sığ sulara çekip karaya oturttuğum için beni affetsin), hem de çırpınırcasına çıkan sesin yankısında yapayalnız kalındığı için. Eco Odası'nı revize edebiliriz, camdan olduğunu düşünebiliriz mesela. Böylece komşu küpteki eşine dostuna çaresizce bir şey anlatmaya çalışırken yaptığın el kol hareketleri azıcık hızlı oynatılan bir sessiz filmde komedi unsuru olabileceği gibi içi boş dramatizasyon veya kibarca abartılı vücut dili olarak da düşünülebilir. Zaten birinin neden bahsettiğini anlamıyorsanız her hareketinin anlamsız hatta aptalca gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Anlamadığımızı anlayabilmekse bir tür paradoks oluyor sanırım. Adı ne olursa olsun, ben bu spora gönüllü yazıldım. Aksi takdirde herkesinkinden uzak bir gezegende mezar taşsız kalmaz mıydık?
İnsan sevdiklerine gezegen mesafesinde olmak istemiyor ama 2+1 kombili Eco Odası da yok maalesef. Adı üstünde, Oda. Tecrit gibi bir şey. İçinde delirebilir insan. Kendini içinde nasıl istersen öyle kurgularsın: ister hep haksızlığa uğra, istersen en kurnaz sen ol; hep yanlış anlaşıl ya da hep yanlış anlat kendini; mağdur, mağrur, hasta, suçsuz, suçlu, mutsuz, mutlu... gönlünce. Odada özgürleştirme olasılığı barındıran bir çatlak, ufacık da olsa bir sızıntı aramak yerine, "ha yani ben..." diye diye, var olmak için öteki'ye muhtaç olan her ben gibi savaş açabilirsin hayali düşmanına, her kimi her neyi dilersen o. Tahta kılıcını havaya savurmaktan bitap düşene kadar. Öyle veya böyle, tahtında yalnız da olsa kralıyız kendi odamızın.
Bazen de cam odandan yanı başındaki cam odaya doğru dalar gözlerin. Çırpınmaktan ağrımaktadır ellerin kolların, volta atmaktan ayak tabanların ve bükmekten boynun. Terin soğumaya başlar yavaş yavaş. Gözlerin mıh gibi çakılmış karşı odaya. İçindeki en iyiyi de en kötüyü de salıvermişsindir çırpınırken, onları saklamak ister saklayamazsın, her yer cam. Bitkin, ümitsiz, tükenik kalırsın olduğun yerde. Bir dalcık papatya bitseydi şu bela gelesi odada da onu göstereydim istersin zeytin dalı niyetine. Yok. En sonunda gözlerini de çekip alırsın daldıkları yerden. Yeşil yosunlarından önce ip gibi, sonra damla damla gözünün denizi akar. Sonra da bir şey akmaz olur. Kendi öfkende, kendi hüznünde kendi kendine kavrulur acırsın bile kendine. Odanın duvarlarından yankılanan sesin tahammülü yoktur saygısızlığa, sonuçta o el kol hareketlerinin anlamı açık der yankı. "Hiç anlamadı." Belki bir papatya filan olsaydı...
Umberto Eco'yu sık sık anar oldum. İletişim kuramında aberrant decoding derdi. Decoding kod açımı diye çevrilmiş. Aberrant'lısının Türkçesini bulamadım ama aberrant da kabul edilen, normal standarttan sapan anlamına geliyor. Eco'ya göre iletişim özetle şunun gibi bir şey: Gönderici mesajını kodluyor, alıcı da aynı mesajın kod açımını yapıyor fakat insanlar birbirlerinden farklı kültürel veya altkültürel deneyimlere sahip olduklarından farklı kodlara başvuruyorlar. Dolayısıyla amaçlanan mesaj ile alınan mesaj hiçbir zaman aynı mesaj olmuyor. Bu kurama göre bizi yakan ön varsayımlarımız: Göndericinin durumunda kişisel önyargılar, yönlendirici koşullar, ifadenin ve muhteva düzleminin kodlanmasına ilişkin muğlaklıklar, altkodların etkisi, ortak bilgi var sayılması. Alıcının durumunda ise yine kişisel önyargılar, saptıran koşullar, tesadüfi çağrışımlar, yorumsal hatalar, altkodlardan medet umma ve alıcının bilgisinin gerçek derinliği. Diğer bir deyişle, yaygın kanının aksine iletişim kuramama o veya bu tarafa atfedilebilecek bir suçun sonucu değil. Farklı sayma sistemlerinde x'e farklı değerler verip yine de aynı x'ten bahsediyormuş gibi konuşmaya çalışmak iletişim.
Gelelim en baştaki kübik odaya. Adı Eco olsun, Eco Odası. Hem rahmetliye selam (güzelim kavramını sığ sulara çekip karaya oturttuğum için beni affetsin), hem de çırpınırcasına çıkan sesin yankısında yapayalnız kalındığı için. Eco Odası'nı revize edebiliriz, camdan olduğunu düşünebiliriz mesela. Böylece komşu küpteki eşine dostuna çaresizce bir şey anlatmaya çalışırken yaptığın el kol hareketleri azıcık hızlı oynatılan bir sessiz filmde komedi unsuru olabileceği gibi içi boş dramatizasyon veya kibarca abartılı vücut dili olarak da düşünülebilir. Zaten birinin neden bahsettiğini anlamıyorsanız her hareketinin anlamsız hatta aptalca gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Anlamadığımızı anlayabilmekse bir tür paradoks oluyor sanırım. Adı ne olursa olsun, ben bu spora gönüllü yazıldım. Aksi takdirde herkesinkinden uzak bir gezegende mezar taşsız kalmaz mıydık?
İnsan sevdiklerine gezegen mesafesinde olmak istemiyor ama 2+1 kombili Eco Odası da yok maalesef. Adı üstünde, Oda. Tecrit gibi bir şey. İçinde delirebilir insan. Kendini içinde nasıl istersen öyle kurgularsın: ister hep haksızlığa uğra, istersen en kurnaz sen ol; hep yanlış anlaşıl ya da hep yanlış anlat kendini; mağdur, mağrur, hasta, suçsuz, suçlu, mutsuz, mutlu... gönlünce. Odada özgürleştirme olasılığı barındıran bir çatlak, ufacık da olsa bir sızıntı aramak yerine, "ha yani ben..." diye diye, var olmak için öteki'ye muhtaç olan her ben gibi savaş açabilirsin hayali düşmanına, her kimi her neyi dilersen o. Tahta kılıcını havaya savurmaktan bitap düşene kadar. Öyle veya böyle, tahtında yalnız da olsa kralıyız kendi odamızın.
Bazen de cam odandan yanı başındaki cam odaya doğru dalar gözlerin. Çırpınmaktan ağrımaktadır ellerin kolların, volta atmaktan ayak tabanların ve bükmekten boynun. Terin soğumaya başlar yavaş yavaş. Gözlerin mıh gibi çakılmış karşı odaya. İçindeki en iyiyi de en kötüyü de salıvermişsindir çırpınırken, onları saklamak ister saklayamazsın, her yer cam. Bitkin, ümitsiz, tükenik kalırsın olduğun yerde. Bir dalcık papatya bitseydi şu bela gelesi odada da onu göstereydim istersin zeytin dalı niyetine. Yok. En sonunda gözlerini de çekip alırsın daldıkları yerden. Yeşil yosunlarından önce ip gibi, sonra damla damla gözünün denizi akar. Sonra da bir şey akmaz olur. Kendi öfkende, kendi hüznünde kendi kendine kavrulur acırsın bile kendine. Odanın duvarlarından yankılanan sesin tahammülü yoktur saygısızlığa, sonuçta o el kol hareketlerinin anlamı açık der yankı. "Hiç anlamadı." Belki bir papatya filan olsaydı...