4 Şubat 2018
Derdim nice bir sînede
pinhân ederim ben /Bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben. Bu mısraları okuyup yazabildiğim noktada bırakmıştım
Osmanlıcayı. Varmak istediğim yer, söylemek istediğim söz buydu. Chagrin’i
çok sevmek gibi biraz. Şimdi hepsi dinmeyen bir ağrı yumağı gibi hayatımın orta
yerinde duruyor.
Sevdiğim; aradığım lisan-ımahsusu bulmaya vaktim yetmeyince, sînemdeki dert misali pinhân bir lisan aradım
fakat biliyorsun ketum değilim sen gibi, hele böylesini sarahaten söylemekten
başkası gelmiyor elimden.
İnan ben de beklemiyordum
böyle olacağımı. Fakat sen daha da beklemiyordun, malum. Yokuşun aşağısında
sağa dönüp gözden kaybolurken hiç bu denli sevilmeyi bekleyen bir adama
benzemiyordun. İzledim, evet. Bunu tahmin etmiş olmalısın.
Hani çocukken bütün
saflığımızla inanarak tekrar tekrar izlediğimiz filmler var ya. Beni
yaralayacağından endişe ettiğin gelenekselliği ben yıllar boyunca o filmlerden zehir
misali tatlı tatlı içtim. Doğu toprağında Batı kültürüyle yetişirken bir sen
bocalamadın. Bir sen bastırmadın, bir sen ehlileştirmeye çırpınmadın ki bu iki
değirmen taşı arasında un ufak olurken elekte kalan marazlarını. Sana dair,
yalnız olmadığımı hissettiren bir sürü şeyden biri de bu arada kalmışlığın. Haksızlığa
da uğrasan, araya ayrılık hatta ömür de girse yıllar boyunca içinde yaşamaya
devam edecek aşklara, iki insan arasında kuruldu mu bir daha kopması mümkün
olmayan bağlara bütün kalbimle inanmaya devam ederken eyvallahı olmayan bir
insan, kendi gücünden gayrısına güvenmeyen bir kadın olmayı öğrenmek kolay
mıydı sanıyorsun?
Şimdi bu satırları
yazıyorsam, biraz da o filmlere hâlâ inandığımdan. Görünürde inanılabilecek
hiçbir şey olmayınca, kendime aşktan sevdadan daha inanılası bir şey
bulamadığım için. Lütfen tek inancımı alma elimden.
Kirpiklerim günlerdir
gözyaşı harcıyla tutunuyor birbirine ama önemli bir farkım var ağlamaklı
Türkân’dan: Arzuma ket vurmamayı öğrendim ben. Hani şu meşum uygarlığımızın
üzerine basarak, bastırarak üzerinde yükselmek için yüz yıllardır çabaladığı o
dehşet verici dişil güç. Kadının ürkek bakışlarının gerisinde saklaması,
fazlasının erkekte bulunması makbul sayılan arzu. İşte ben gücümü, onurumu, bedenimi
geri aldım o filmlerden. Öte yandan bir adamı aşkla sevdayla, yıllar boyu döner
mi dönmez mi, seviyor mu sevmez mi bilmeden sevmek, beklemek bende kaldı. Bu
adanmışlıktan daha geleneksel bir şey geliyor mu aklına sevdiğim? Yoksa tutkumun,
arzumun şiddeti bunu göremeyecek kadar dehşete mi düşürüyor seni? Düşme ne olursun.
Kaldı ki bunu ben tek başıma
var etmedim. Sen de bu işin içindesin. “Aşk, sizde olmayan bir şeyi, onu
istemeyen birine vermektir” diyordu Lacan. Sana verebilmek için böylesi
çırpındığım aşk seni tanımadan önce bende yoktu. Onu, kendinde var olduğunu
bile bilmediğin aşkla sen var ettin. “Onu istemeyen birine” vermeye çalışır
insan çünkü aşkta asimetri esas. Kusurluluk gibi olmazsa olmaz. Kusurlarımız,
daha doğrusu kusur saydıklarımız… çok dahası var, biliyorum, öyle ha deyince dökülüvermeyen
cinsinden. Çok daha derin, çok daha karanlık, belki çok daha çiğ, çok daha acı
muhtemelen. O yüzden en çok ağlarken yaklaşıyoruz birbirimize. Yoksa ne ben
Leylâyım, ne de sen Mecnun. Biliyorum. Hiçbir şeyi sakınmadım, saklamak
istemedim senden. Sen de saklanma istedim… Sense isminden, sesinden, nefsinden
ve nefesinden eyledin beni.
Dışarıda kendinden emin
adımlarla yürürken tek yaptığımız saklanmak değil mi? Hâlbuki başımızı
yastıklara koyup yorganı da başımıza çektiğimizde kurulan o iki nüfuslu, ılık,
güzel dünyanın tek sakini ben değildim, biliyorum. Dışarıda başı bulutlara
değen adamın âşık olduğum başını sînemde sevdim ben, yanağımla öptüm perçemine
takılmış bulutları, dudaklarımla okşadım. Gözlerini gördüm. İçi gülen, içi
dolan, içi yanan gözlerini. Beni yaralayacağını sandığın hırçınlığını da sevdim.
Bana bunu yapmaya gücü yeten olmamıştı; gücünü sevdim, güçsüzlüğünden geldiğini
bilerek. Her şeyin gibi kendimden bilmem gereken firarîliğini göremedim bir
tek. Bizi bırakıp gideceğini hiç düşünmedim. Ne yapayım, sen de kırk, ben
diyeyim otuz yıl, yerimi hiç böylesine sevmedim. Doğrusu, bir yerim olduğunu
bile hiç düşünmedim. Bu kadar güzelini hayal edemezdim.
Sînende sakladığın bir
derdin var, biliyorum, çözmeye ne benim ne bir başkasının gücü yeter. Çözüp
çözememenin bir önemi yok bu bahiste. Çözmek istiyor musun, istemiyor musun; salt
bunu düşünmek için bile yalnız kalmalısın, biliyorum. Fakat yalnızlığını ihlal
etmeyi aklımdan bile geçirmedim. Biliyorum sen çözmek, çözülmek isterken ancak
izin verdiğin müddetçe, izin verdiğin kadar yaklaşabileceğimi. Bilmediğimi
düşünecek kadar tanımamış olamazsın beni. Baktığımız zaman… pek de tanımadın.
Ne kendine fırsat tanıdın, ne bana. Oysa yirmi küsur yıldır içinde büyüttüğün, gittikçe
ağırlaşıp yüzüne sinen, içine yuvalanan, bakışlarını kekreleştiren, seni hep
ayrı ve uzak kılan o duyguyu tanıyorum. Bırak konuşayım onunla, bırak susalım
birlikte.
Geçmişte verdiğin yanlış
kararlardan bahsedip onlara bir yenisini ekliyorsun. Asıl geç kaldığını söylerken
göz göre göre geç kalıyorsun. Hikâyelerinin ortak noktası sensin, düğüm senin
içinde. Bunun senden başka kimseyle ilgisi yok, olmayacak. O yüzden, birini
senden az seviyor diye, birini senden çok seviyor diye kendinden uzaklaştırmaya
devam edemezsin. Olmayan bir simetriyi arayarak ömrünü tüketemezsin. Bırak
içindeki düğümle seveyim seni. Çözmeye çalışırken ya da onunla birlikte
yaşarken yanında olayım. Yeterince acı var zaten. Bir de biz birbirimize acı
vermeyelim ne olur. Yokluğumuz değil varlığımız acı vermeye başladığı zaman
ayıralım yollarımızı. Birlikte mutluyken ve birbirimizi seviyorken değil. Bu
acıyı çekmek zorunda değiliz. Kendine de, bana da izin ver. Bu acıya bir son
ver. Yaşayacak günümüz varken bırak paylaşalım. İçimizdeki şeytanlara karşı
savaşırken yalnızız zaten, bırak dışarıya karşı birlikte savaşalım. Çirkinliğe,
hoyratlığa, yaşadığımız her günü bize zehir eden, dört yanımızı saran o pişkin
kötülüğe karşı beş vakit hiç usanmadan küfredelim, okuyalım, yazalım, üretelim,
güzel olan neyimiz varsa çoğaltalım, burada böyle debeleniyor olmanın kederine
kadeh kaldıralım, güzelleşelim, birbirinden kötü espriler yapalım birbirimize, inceliklerden,
iyilikten, sevgiden güç alalım. Rüyamız bir, dünyamız bir… Sana bu karanlık bu
gürültü içinde ellerimi uzatıyorum.
Gittiğinden beri pek bir şey
yemedim. Ya içiyor ya uyku hapı alıyorum. Onulmaz acılar içinde kıvranan
hayvanlar gibi uyutuyorum kendimi. İkişer hap da uyutmaz olunca hapı bıraktım
gerçi. Dudaklarımı, parmak uçlarımı uyuşturuyor. Kalbim de ağrıyor ama haptan
mı emin değilim. Kaburgam fena değil, yataktan daha kolay kalkıyorum artık. Sağ
kolum hâlâ güçsüz, sol kolumdaki ağrı artıyor. Kontrole gitmedim, devam ederse
gideceğim. Senin yerine ben antidepresana başlayacağım belki. Bunları üzülesin
diye demiyorum. Aksine. Ne yaparsan yap benim için üzülme. Er ya da geç bir
yolunu bulurum yaşamanın, hiç ağlamadığım günler olmaya başlar yeniden.
Yalnızlığımla ezelden beri barışığım. Bugüne dek sensiz olduğumu bilmiyordum
yalnız. Sensiz olduğumu bilmezken sadece yalnızdım. Zaten bunca yılın sonunda
bulup da kaybettiğimiz şeye ağlıyorum sadece. Ayrılık sevdaya dâhil filan
değil, senin de benim de içten içe müptelası olduğumuz ıstırap pekâlâ aşka dâhil
yaşanabiliyor. Bu çektiğim ıstırap değil başka bir şey. Kopkoyu bir yas. “Karanlık
bir gece, yol görünmüyor, yürüyorum dikenlerin üstünde” hafif kalıyor.
İçi boş bir kabuk gibiyim.
İfadem yüzümde katılaşıyor. Senin o meftun olduğum acılığın sirayet ediyor her
zerreme. Hayatın her veçhesini doyasıya paylaşabileceğimizi fakat bunun için
azıcık uğraşmak yerine birbirimizden kilometrelerce ötede, önümüzde duran
ekranlara bomboş baktığımızı bilerek yaşıyorum. Evin her eşyasına, her köşesine
nefretle bakıyorum kaç gündür. Seni çok, çok fazla özlüyorum. Bir tek kapı
ziliyle mesafeli bir ilişkim var. Ne gidişin gitmeye, ne ayrılık ayrılığa benziyor;
sen ne gidebildin, ne kalabildin sevdiğim. O yüzden beni suçlayamazsın kapının
çalmasını beklediğim için. Bir şey bildiğimden değil. Hiçbir şey bilmediğim,
anlayamadığım için de bu haldeyim biraz. Tek bildiğim, hayatın ne kadar zor
olduğu. Severek ayrılmanın ondan da zor olduğu. Hem sevip hem de hayatı
paylaşabilmenin bu kadar kolay vazgeçilebilecek bir şans olmadığını biliyorum. Kapı
çalarsa, kim olduğunu sormayacağım bile. Seni adımlarının basamaklarda
çıkardığı tok sesten tanıyorum.
İkimiz birlikteyken
başımızdan ne geçerse geçsin, birlikte hangi süreçlerden geçersek geçelim, sen
bana aklına gelebilen en büyük kötülüğü de etsen ama en affedilmez saydığını,
yine de şu an olduğumdan daha vîrân olmayacaktım. Eğer bunun kararını,
böylesinin daha iyi olacağı kararını benim adıma da vermişsen o zaman öfkelenirim
sana. Birlikteyken uzaklaşıp yakınlaşarak, susarak ve paylaşarak üstesinden
gelebileceğimiz bir şeyi kendini koparıp atarak çözdüğüne gerçekten inanıyorsan,
öfkelenirim. Beni sevdiğini, özleyeceğini, benimle mutlu olduğunu, hiç böyle
sevilmediğini söyleyerek gittin. Bana ve kendine ettiysen bir bu kötülüğü
ettin. Bir de hesabın yanlıştı, eksik ömür biçtin.
Çok özlüyorum seni. Sen de
beni özlediğin için delilik gibi geliyor bu çektiğimiz. Bensiz daha mutlu
olacağını bilseydim yazmazdım, inan. Eğer biraz olsun özlüyorsan, lütfen
özlemeyi bırak ve acımıza bir son ver. Dayanamıyorum.