:)
24 Ağustos 2019 Cumartesi
21 Ağustos 2019 Çarşamba
Sızlanış
58. gün berbat başladı.
İşten eve ancak gece dönebileceğim için Müjgan'ı uzun gezdirmek amacıyla Ortaköy'e uzanmışken sancı saplandı. Çocuğun hiçbir yeri koklamasına izin vermeden acele ettire ettire eve zor attım kendimi. İlaç alıp kanepede bayıldım ağrıdan, o da benle birlikte kıvrıldı, esirgemedi sıcaklığını.
Kendimi toparladım, evden çıktım. Belediyeye birkaç metre kala doluya yakalandım. Akşam kokteyl hikâyesine giydiğim elbiseyle topuklu ayakkabılar kendimi dar bela ofise atabildiğimde suya sokup çıkarılmış gibiydi. Arkadaşımın ofiste tuttuğu fazla ayakkabılar hayatımı kurtardı. Hele büyük gelmemeleri mucize kabilinden.
Aklım Müjgan'da. Evimin fazladan tek anahtarı en son 58 gün önce gördüğüm insanda. Yüzümü kızartıp eve uğramasını, Müjgan'ı bir tur gezdirmesini rica ettim. O da kendi hayatıyla cebelleşiyor. Ortalıkta anahtar filan da yok. Yüzüm kızardığıyla kaldı, Müjgan da çitin içinde.
Yağmur durup durup boşalıyor hâlâ. Bari akşam kokteyl mekânına toplu taşıma yerine taksiyle gideyim diye düşündüm (yağmurda taksi, İstanbul'da?) yanımda yeterli nakit yok. Arkadaşımın emanet ayakkabılarının ıslanmaları riskini alamayacağım için mecbur, kendi ıslak ayakkabılarımı giyeceğim çıkarken. Toplu taşımaya razıyım, yine sıçana dönmesem bari. Müjgancık çok bunalmasa o kadar saat. Nasıl bunalmasın yavru, kolay mı?
Buraya yazmayayım da kime diyeyim derdimi, kimden yardım isteyeyim? Kavanozları aslında açabiliyorum, evet ama günün ağırlığından kime yakınayım, hem nasıl yakınayım hiç hakkım yokken, herkesin hayatı bundan on kat daha ağırken?
İşten eve ancak gece dönebileceğim için Müjgan'ı uzun gezdirmek amacıyla Ortaköy'e uzanmışken sancı saplandı. Çocuğun hiçbir yeri koklamasına izin vermeden acele ettire ettire eve zor attım kendimi. İlaç alıp kanepede bayıldım ağrıdan, o da benle birlikte kıvrıldı, esirgemedi sıcaklığını.
Kendimi toparladım, evden çıktım. Belediyeye birkaç metre kala doluya yakalandım. Akşam kokteyl hikâyesine giydiğim elbiseyle topuklu ayakkabılar kendimi dar bela ofise atabildiğimde suya sokup çıkarılmış gibiydi. Arkadaşımın ofiste tuttuğu fazla ayakkabılar hayatımı kurtardı. Hele büyük gelmemeleri mucize kabilinden.
Aklım Müjgan'da. Evimin fazladan tek anahtarı en son 58 gün önce gördüğüm insanda. Yüzümü kızartıp eve uğramasını, Müjgan'ı bir tur gezdirmesini rica ettim. O da kendi hayatıyla cebelleşiyor. Ortalıkta anahtar filan da yok. Yüzüm kızardığıyla kaldı, Müjgan da çitin içinde.
Yağmur durup durup boşalıyor hâlâ. Bari akşam kokteyl mekânına toplu taşıma yerine taksiyle gideyim diye düşündüm (yağmurda taksi, İstanbul'da?) yanımda yeterli nakit yok. Arkadaşımın emanet ayakkabılarının ıslanmaları riskini alamayacağım için mecbur, kendi ıslak ayakkabılarımı giyeceğim çıkarken. Toplu taşımaya razıyım, yine sıçana dönmesem bari. Müjgancık çok bunalmasa o kadar saat. Nasıl bunalmasın yavru, kolay mı?
Buraya yazmayayım da kime diyeyim derdimi, kimden yardım isteyeyim? Kavanozları aslında açabiliyorum, evet ama günün ağırlığından kime yakınayım, hem nasıl yakınayım hiç hakkım yokken, herkesin hayatı bundan on kat daha ağırken?
18 Ağustos 2019 Pazar
Büyü
Daha en başta, buraya yazarken kendimi tutmayacağım diye söz vermiştim kendime. Kimi zaman incitmek pahasına yazdım, yazıyorum.
İşin doğrusu kendimi yorgun, kırgın, hayalsiz hissediyorum. Dileksiz uykular uyuyor, beklentisiz sabahlara uyanıyorum. İncinmek hafif kalır, orta yerimden gürültüyle kırılmış gibiyim. Kaza süsü verilerek, taammüden. "Büyü"... Zaman zaman anımsar gibi olsam da sonra yine boş gözlerle uzaklara dalıyorum. Doğal herhalde. Ne de olsa daha 55. gün.
Aldatılmak korkunç. Bir başkasıyla sevişmekten bahsetmiyorum. Zamanın hafifçe yavaşladığını hissettiğin ılık bir anda mutlu ve huzurluyken, öyle ki içinden "Ne olur zaman dursun" diye Tanrısız dualar sarkıtırken, karşında içleri gülen bir çift gözde de aynı mutluluk ve huzuru gördüğünü düşünmek; bir ömür ya da yıllar değil, batsınlar yerin dibine, o kısacık ânın içinde kurduğun yuvanın başına yıkılması aldatılmak. Benle hiç mutlu olmamış, asıl bensizken mutluymuş. Sen ne güzel, birlikteyken ne rahatız derken dikenler üzerinde yürüyormuş meğer. Başta ben de seviyordum da sonra geçti. Tam aynı değil şimdi. Geçti. Enkaz menkaz, neyse ki anların velayeti bende. Bakamazdı zaten, onları da düşürüp kırardı.
Büyü sözcüğü dönüyor kafamın içinde birkaç gündür. Kırık bir söğüt dalından farkım yok ki... Gerçeklik bile ayaklarımın altından kayıp gitmişken büyüye nasıl inanırım? Bir daha aldanmayacağımı nasıl söyleyebilirim kendime, inanır mıyım? Keşke daha sık aldansaydım bugüne kadar. Daha kolay gelirdi belki. Bunun can sıkıcı bir rahatsızlık gibi geçebileceğini hiç bilmiyordum. Bense vaktinden geç yakalanılmış bir çocukluk hastalığı gibi geçiriyorum: ağır, yıpratıcı, tehlikeli. Büyüye inancımı da hepten alıp götürmesinden korkuyorum. Götürmeyip bırakmasından daha çok korkuyorum. Genel olarak korkuyorum. Kaçıp saklanasım var. Ah be ne firariydim... En fazla gözlerimi yummaya enerjim var şimdi kaçmak için.
Yalnız bir defa istek üzerine yayından kaldırmıştım bir yazıyı, onu da şimdi geri yüklüyorum.
İşin doğrusu kendimi yorgun, kırgın, hayalsiz hissediyorum. Dileksiz uykular uyuyor, beklentisiz sabahlara uyanıyorum. İncinmek hafif kalır, orta yerimden gürültüyle kırılmış gibiyim. Kaza süsü verilerek, taammüden. "Büyü"... Zaman zaman anımsar gibi olsam da sonra yine boş gözlerle uzaklara dalıyorum. Doğal herhalde. Ne de olsa daha 55. gün.
Aldatılmak korkunç. Bir başkasıyla sevişmekten bahsetmiyorum. Zamanın hafifçe yavaşladığını hissettiğin ılık bir anda mutlu ve huzurluyken, öyle ki içinden "Ne olur zaman dursun" diye Tanrısız dualar sarkıtırken, karşında içleri gülen bir çift gözde de aynı mutluluk ve huzuru gördüğünü düşünmek; bir ömür ya da yıllar değil, batsınlar yerin dibine, o kısacık ânın içinde kurduğun yuvanın başına yıkılması aldatılmak. Benle hiç mutlu olmamış, asıl bensizken mutluymuş. Sen ne güzel, birlikteyken ne rahatız derken dikenler üzerinde yürüyormuş meğer. Başta ben de seviyordum da sonra geçti. Tam aynı değil şimdi. Geçti. Enkaz menkaz, neyse ki anların velayeti bende. Bakamazdı zaten, onları da düşürüp kırardı.
Büyü sözcüğü dönüyor kafamın içinde birkaç gündür. Kırık bir söğüt dalından farkım yok ki... Gerçeklik bile ayaklarımın altından kayıp gitmişken büyüye nasıl inanırım? Bir daha aldanmayacağımı nasıl söyleyebilirim kendime, inanır mıyım? Keşke daha sık aldansaydım bugüne kadar. Daha kolay gelirdi belki. Bunun can sıkıcı bir rahatsızlık gibi geçebileceğini hiç bilmiyordum. Bense vaktinden geç yakalanılmış bir çocukluk hastalığı gibi geçiriyorum: ağır, yıpratıcı, tehlikeli. Büyüye inancımı da hepten alıp götürmesinden korkuyorum. Götürmeyip bırakmasından daha çok korkuyorum. Genel olarak korkuyorum. Kaçıp saklanasım var. Ah be ne firariydim... En fazla gözlerimi yummaya enerjim var şimdi kaçmak için.
Yalnız bir defa istek üzerine yayından kaldırmıştım bir yazıyı, onu da şimdi geri yüklüyorum.
5 Ağustos 2019 Pazartesi
Halhal-ı Pür Melâl
Karşı kıyının radyosundan erişip kulaklarımı öpen klasik müzikle yürüyerek Roma merdivenlerine geldim. Üzerinde ne yazdığını çok merak ettiğim taşın üzerine tüneyip kitap okudum biraz. Sonra dikkatim dağıldı. Bu sarı sıcak kadrajın, bu sesin içine karışıp gittim. Kaç dakika bilmiyorum, bıraktım iplerimi.
İlk defa bu yaz halhal yok bileğimde. Unuttum. İlk defa. Ne çok anlam yüklerdim halbuki. Küçüklüğümden bu yana her yaz halhaldan başka şey takmadığım çıplak ayaklarımla koşar, yaz sonu da dilek dileyerek denize atardım halhalımı. Kendimi bildim bileli hep tek bir dileğim vardı: Çok âşık olmak. Mutluluk opsiyoneldi. O yüzden pek dikkate alınmadı sanırım.
Hindistan'dan gümüş bir halhal alana dek sürdü bu dilekler. O halhalı atmaya kıyamadım. Halhalsız tek bir yaz geçirmedim ama. Denizin sularına gömmeyi bırakmış olsam da yaşama sevincimi, umudumu, aşka inancımı simgeliyordu. Bir gün gelip de unutabileceğim, Mazı'ya gelirken geride bırakabileceğim aklımın ucundan geçmezdi. Bu kadar mı kötü durumum, hiç umut yok mu?
Kırkım çıktı halbuki. Yeni doğan bebeğin mi yoksa yeni ölen mevtanın mı kırkı, onu zaman gösterecek. Kırk günü geçti; nefes alıp veriyorum, güneş doğup batıyor. Kırklarca gün daha geçecek, biliyorum.
Yarın Bodrum'a inip güzel bir halhal alacağım kendime. Sonra da turkuaz suyun içinde güneşle oynaşmasını seyredecek, altı yaşımda aynı şeyi seyrederken duyduğum katıksız mutluluğun aynısını duyacağım. Hem de inanmadığım ve inanmayacağım kadere inat, izinin kalmasını hiç beklemediğim yaranın, iki insanın geçirdiği müşterek zamandan arta kalabilecek en saçma yaranın olduğu ayağıma takacağım halhalı. En nihayetinde bunu ben diledim. Ben istedim. Eğer yaşamaya devam edeceksem halhal en çok bu yaralı ayağıma yaraşır.
2 Ağustos 2019 Cuma
1 Ağustos 2019 Perşembe
Taze Söğüt Dalı
38. gün.
Birini sevme düşüncesiyle bir gün yeniden barışabilecek miyim?
Yaşamın
her zerresine göbekten bağlıyım zaten. Gün içinde gözüme takılıp da gülümsediğim
ayrıntıları bir bilseler... Gözlerim aşka gülüyor; anamın karnından çıkıp da
açıldıkları an gülmüşler sanki. Ne akıttığım, ne de geride bıraktığım hiçbir yaş her
nasılsa solduramadı bu gülüşü. Ta ki son zamanlara kadar… Yüzüme bu denli koyu
bir gölge düşmemişti hiç.
Yoksunluğun
acısını değil, beni var kılan sevgiyi yazmaya çalışmalıyım; taze yaramı
sağaltacak olan budur belki de. Gözlerinin içine gülümseyerek bakarken ve sen elbette
bunun üzerine gözlerini içinin karanlığına kaçırırken ben bulabildiğim her aralıktan
içine giriyorum aslında. Küflü loş dehlizlerini el yordamıyla hissederek ilerliyorum
içinde. Ben sana bakarken, o âna kadar yaşadığın her ânı, pişmanlıklarla delik
deşik ettiğin geçmişini okşuyorum usulca. Duyduğun ürperti, ılık parmak
uçlarımın senin sıvası dökülmüş soğuk duvarlarında bıraktığı izler. Pişmanlıkların,
geleceğine daha fazla gölge düşürmesin diye adaklar adıyor, kuytularında
yeşerttiğin kavruk ağaçlara çaputlar bağlıyorum. Ben senin gözlerine bakarken çavlanların
düşüşü çağlıyor kulaklarımda, bilemezsin, havada asılı oynayan su damlaları
gökleri rengârenk kuşatıyor. Sen istediğin kadar siyah giy, ben seni ismini
bile bilmediğin renklere ayrıştırıyor, her birini ayrı ayrı sevip tekrar
birleştiriyorum siyahında.
Esmer geniş
yüzünü küçük beyaz avuçlarımın içine aldığımda tutup dokunduğum şey yalnızca
bir insan yüzü değil artık, var oluşumun uçurumunda duruyorum. Sevgimin vardığı
uçsun sen. Bir adım sonrası uçurum, dibini göremiyorum. Aslında bakamıyorum
bile korkumdan. Hâlbuki kendimi bıraksam kanatlanıp uçarım belki. Kara kıvırcık
saçlarının uzarken aldıkları virajlarda savrulup dalgalanıyor saçlarım. Göğüs
boşluğun aşiyanım. Birlikte gülüp birlikte ağladığımız anlarda kurduğum yuvaların
ince dallarını hep o mis kokulu çukurdan topladım. Yeryüzünde yapayalnız
olmadığımı bileyim diye doğmuşsun sanki. Diş çıkarmış, birbiri peşi sıra sarsak
adımlar atmış, koşmuş, okuyup yazmayı sökmüşsün… Sonra aşka gülen gözlerimle
ben geldim dünyaya. Diş çıkardım, sarsak adımlar attım birbirinin peşi sıra,
koştum, okuyup yazdım, çok sevdim; vapurda dışarıyı seyrederken denize değiverecekmiş
gibi uçan kuş sürülerini izlemeyi mesela. Ne o kuşlardan bir şey bekledim ne
senden. Karşılıksız, kendiliğinden oluverdi. Başladığı gibi de bitti. Ben kuşların
uçuşunu hatırlıyorum. Sen de unutma.
“…[V]e
ben, tutkusunu bu şiddete katık edip büsbütün koyultan kadın, son şarkının
kırık güftesi. Bir güç var içimde. Saçımın telinden ayağımın ucuna dek
hissettiğim. Bir güç. Aşk olduğunu düşünmeyi sevdiğim. Mayası mayamla bir;
yolum yoluna, yolu yoluma çıkmış az insan var içimdeki cemreyi alevlendiren ama
her kimse onu bir mecra kılıyorum içimdeki aşkı özgürleştirmek için. Kaçaklık
ruhumda var, onu topraklıyorum.” (9 Nisan 2017)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)