27 Kasım 2013 Çarşamba

Ankara Revisited

...
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.

Melih Cevdet Anday, "Anı" şiirinden


Bundan 4 yıl önce ılık bir akşamüstüydü. Boş evimizin her odasına son kez bıraktım gözlerimi, sonra kapıyı arkamdan usulca çekip kapadım. Kapı tokmağında asılı duran küçük süsü alıp çantama attım anı olsun diye. Koca bir kentin başlı başına anı olacağını bildiğim halde, alıp attım çantama.

Bahçeli 3, nam-ı diğer Azerbaycan Caddesi’ne açılan apartman kapısından önce annem çıktı. Ben onu biraz gönülsüzce, arkadan izliyordum. Arkamdan gönülsüzce sürüklenen orta boy valizi ve de ayaklarımı sürüyerek yürüyordum. Yağmur çiselemeye başladı. Yağmur sevdiğim bir semboldü o zaman. Gözlerim dolmuştu.

Ankara’yı terk etmek yalnızca Ankara’yı terk etmek değildi. Kayıp bir aşkı ve geri gelmeyecek bir gençliği geride bırakmaktı. Okumak için bu şehre geldiğimde yepyeni bir şeylerin başladığını biliyordum. O an ise, başlayıp biten her şeyi geride bırakıyordum işte. Bu boktan şehre aşkla bağlanmıştım, bir otobüsle terk edebileceğime inanamıyordum. En boktan yanı da İstanbul’a dönmesiydi. Bozkırı olmayan şehre.

3 yıl önce bir bahar şenliğiydi. Akşam yaklaşırken çimenlik bir tepede durdum, biraz aşağıda birbirine hararetle kenetlenmiş bir kızla oğlanı izledim. Buz kesti içim. Ankara beni o gün orada terk etti. Bahar da şenlik de bitmişti. Bir daha bahar şenliğine gitmedim.

2 yıl önce lanet bir kış günüydü. Hocamın cenazesi için gittim Ankara’ya. Kalmadım. Ölüm vardı. Hatırladım.

1 yıl önce çene takırdatan bir kış günüydü. İş için Ankara’da olmak da vardı, güldüm. İzmir Caddesi’ndeki otel odamın penceresinden bulvara düşen karı izledim. Bir gece kaldım yalnız. Otel odasından iş dışında hiç çıkmadım. Ankara’ya hala küstüm ve nezaketen kondurduğum gülümseme idareten duruyordu yüzümde.

Geçen hafta İstanbul’da kapalı bir sonbahar günüydü Ankara’ya doğru arabayla yola çıktığımızda. Anterior servikal diskektomi için revan olmuştuyola. Ziyaretçi değil refakatçi olmaya gidiyordum bu defa. Ankara’nın beni nasıl karşılayacağını bilmiyordum. Beyaz bir sayfa gibiydi içim. Arka koltukta sol yanıma devrildim, yarin kucağına bıraktım başımı.

Ankara’ya yaklaştıkça içim şenlendi, bahar geldi sanki, güneşler doğdu içimde. Üstündeki ağaçları tek tek sayabileceğim kuru düzlükleri izledikçe içim yeşerdi, Doğu Karadeniz ormanları bitti gözlerimin içinde.

Bu şehre okumak için elimde valizimle gelmemden tam 10 yıl sonra elimde bir elle geldim Ankara’ya. İlk defa görüyordum sanki. Sanki gözlerimle değil de ellerimle görüyordum şehirleri ve elimdeki elle Tunalı, Kızılay, Olgunlar, Esat ve hatta Söğütözü bile bambaşka görünüyordu gözüme. Bambaşka, Umutlu...

O, benim geldiğim yaşta terk etmişti Ankara’yı. Onun İstanbul’da yaşadığı gençliği ben Ankara’da yaşamıştım. Hızla geride kalan gençliğime selam çakar gibi tavaf edesim vardı bildiğim anlamda Ankara’yı. Seri halde mekan ismi sayıyordum. Sorsalar, İstanbul’da bu kadar mekan bilmiyordum. Ankara, Limon’la başlamıştı benim için; Gölge ile devam etmişti. SSK’dan çıkıp Sakarya’da köfte veya kokoreç yerdik. Rumeli’de tuzlama, biraz sonra. IF her yolun çıktığı, her gecenin bittiği yerdi. Overall’da düşünmezdik eğlenirken, bodyguardları sapır sapır öldürülürdü halbuki. Su’dem vardı, Aylak Madam ve Sakal. Olgunlar’daki o binayı olduğu gibi yıktılar sonra. Çok üzülmüştüm önce. Şimdi biraz hoşuma gidiyor. Tamtam’ın mekanı Soul Pub Olgunlar’da şimdi. “Çekmiş yine converseleri, 20 yaşından farkın yok” diyebilen eski bir tanıdık. Rembetiko’da yaptığım gibi bar taburesine tüneyip kalabildiğim mekanlar açan adam Tamtam. Hoş, 3-4 yaşımdan beri severim barda oturmayı. Huyum kurusun.

IF’le hasret giderdikten sonra yeni açılan bir yere gittik. En iyi orada dank etti zamanın geçtiği. 18-20 yaşındaki kızları izlerken buldum kendimi. Onlar bendim ama artık değildim. Genç bedenlerinin doyasıya tadını çıkarıyor, bütün dünyanın da onları görmesini ve beğenmesini istiyorlardı. Kendilerini dünyanın hâkimi gibi hissediyorlardı. Biliyordum. Yeni mekanda takılmamız yalnız bir bira sürdü. Rumeli’nin kapısını açıp da sarımsak kokulu bir sıcaklık içinde tuzlamamızı, kelle paçamızı beklemek ise bir ömür sürdü sanki. Ama sarımsak tabağıyla birlikte gelen o saadet… “Hayır, almayın. Kalsın.”

Devrez’de yediğimiz gün kalp krizi geçiriyordum az daha. Tavukçu’da yiyip içtiğimiz gün ise ölmezdik, biliyordum. Café des Cafés hala keyifli, Ezgi Çayevi’nde hala küçük taburelere oturuluyor ve Siyah Beyaz’a gitmediğim için pişmanım hala.

Ankara’daki ilk göz ağrım Mülkiyeliler’di. Amma keyif alırdım tek başıma gidip şarap içerek kitap okumaktan. Okuduğum kitabı da anımsıyorum: Tutunamayanlar. Unutmak mümkün mü? Yıllar sonra tezimi ithaf edeceğim ve teşekkür mail’ini aldıktan yalnız birkaç gün sonra cenazesine katılmak için apar topar Ankara’ya geleceğim hocamı ilk orada tanımıştım. Bir konudan bahsederken zarafetle kullandığı ellerini izlerken duyduğum hayranlık bakidir. Ankara’nın beyaz saçlı güzel adamları ekseriyetle Mülkiyeliler’de rakı içer akşamları ve kanserlerine de birer kadeh doldurur fakat kadehlerini hayata kaldırıp içerler.

Dost’a uğradım. Birkaç kitap aldım gitmişken. Karakter Aşınması /Richard Sennett, Kahkahanın Zaferi /Barry Sanders ve Cogito’nun Heidegger: Varlığın Çobanı sayısı. “Dost’un önünde buluşalım. Büyük Dost.”

Ankara’da yaşama fikri peyda oldu ilk defa. Daha önce düşünmemiştim çünkü hatırlayış ve özleyişin dokunmadığı kaldırımı yoktu. Şimdi ne olmuştu da… Çok sevişin ama vazgeçişin başkenti değil artık Ankara. Benim gençliğim, en güzel hislerimle dolu sayfaların ardından Ankara bembeyaz bir sayfa şimdi. Parkın kuğuları, düşen ilk kar kadar beyaz.

Kurtuluş’ta bir evi ekledim Ankara’da sevdiğim yerlere, bir anne ve anneanneyi ekledim Ankara’da sevdiğim insanlara. Elini tuttum bir adamın, sıcacıktı. Avucuna bıraktım yüreğimi, ne isterse yapsın. Emanet değilim onda, ne olacaksa olsun. Kimse gelip beni almayacak, Ankara artık surat asmayacak.

2013’ün Kasım ayında Tunalı’da el ele yürümüş olmanın mutluluğu ve içime dolan huzur aklımdan hiç çıkmayacak.





13 Kasım 2013 Çarşamba

Asılacak Soru

-Yok bir şey. 

Buna kendi de inanmadı. İnsan hiç düşünebilirdi ama bir şey hep vardı. Gözlerini, zeytin tabağındaki zeytinlerden birine, onun da üzerinde duran kekiklerden yalnız birine mıhlamış çayını karıştırıyordu. Oysa esmer şeker tavşanın kanına karışalı epey olmuştu. Çay kaşığının geniş fincan içinde çıkardığı hafif ses gürültülü sükuneti için bir metronomdan farksızdı. 

Ağrı adamı ele geçirmiş gibiydi. Uykuları huzursuzdu. Uyandığında ise acı içinde kıvranmak üzere uyanıyordu. Ağrıyı bastırmak için biraz daha uyumak istiyor ama ağrı buna da izin vermiyordu. Hiçbir madde ağrıyı kesmiyordu. İki ayın sonunda ağrı, bir varoluş biçimi halini almıştı. Nefes alıp vermek bile canını acıtıyordu. Hayat, dinmek bilmeyen yekpare bir ağrı gibi gelmeye başlamıştı. Kalbi nasıl atıyorsa göğsü de öyle ağrıyordu. 

Kadın adamdan geç yattığı halde ondan erken kalkmıştı. Adam kadından erken yattığı halde ondan az uyumuştu. Adamın gece boyu acı içinde uyanışları kadını da uyandırıyor ama elinden bir şey gelmeyeceğini bilerek çaresizlik içinde yeniden uykuya dalıyordu. Adam ise çektiği acıyı hafifletecek bir konum kollayarak dönüp durmaya devam ediyordu. 

Yüzünü yıkadıktan sonra bilgisayara bir Hindi Zahra koydu kadın. Sesini, mutfaktan duyabileceği fakat adamı uyandırmayacak kadar açtı. Tam mutfağa giderken duraksadı. Çay suyunu koymakla çiçeklere su vermek arasında kalmıştı. İkilemin güzelliğini sevdi ayak üstü. Gözlerini nasıl kırpıyorsa hayattan da öyle keyif alıyordu. 

Mutfağa gidip eski cam sürahiye musluktan su doldurdu. Yere su damlamaması için bir elini altında tutarak çiçeklerinin yanına geldi. Her zamanki gibi önce minik mor menekşesinin tabağına su koydu. Ayrımcılık yaptığı için içi sızladı her zamanki gibi ama yine bir tek onunla konuştu. 

-İyi misin güzelim? Bakayım n'olmuş o yapraklara öyle...

Sonra sıklamenin toprağına döktü suyun birazını. Balkon kapısını açmasıyla güneşli serin hava dokundu yüzüne. Gözlerini yumarak gülümsedi bir an. İçinde sarı lale soğanları bulunan ve ağzına kadar yalnız toprakla doluymuş gibi görünen üç saksıya baktı. Önce küçük olana su verdi. O daha yeni gelmişti; küçücüktü, bir başınaydı, hiç çiçek vermemişti daha. Sonra diğer iki büyük saksıya boca etti kalan suyu. Onlara kırgındı biraz. Geçen bahar o kadar soğan yalnız iki yaprak vermiş, çiçeklerini göstermemişti. Dargınlığını belli etmemeye çalışarak kalan suyu boca etmek yerine usulca dökerek bitirdi. 

Balkon kapısını kapattığında içeriden horlama sesi geliyordu hala. Horlama az sonra kesilecek, iniltiyle uyanan adam isteksizce giyinerek işe gitmek üzere evden çıkacaktı. Kadın bu defa gelişi güzel bir kahvaltı etmek istemedi tek başına. Demlik poşetler yerine Karadeniz'den hediye gelen iyi çaydan koydu demliğe. Tek kişilik çayın kokusunu içine çekip öyle kapattı kapağını. 

Uzun zamandır dinlemediği şarkıların nakaratlarına anımsayabildiği kadar eşlik ederek, anımsamadığı yerde uydurarak hazırlamaya koyuldu kahvaltılık küçük tabakları. Tek bir tabağa yiyebileceği kadar alabilirdi hepsinden. İstemedi. Özendi bu sabah. Kabuğunu soyduğu domatesleri nar ekşisi, zeytin yağı ve taze nane yaprakları ile şımarttı. Yanında duran diyet peynire nispet yaparcasına yavaş yavaş döktü zeytin yağını. Banacağı ekmeğin hayaliyle keyiflendi. Bir de güzel Türk filmi bulsa daha ne isterdi!

İçeriden gelmeye devam eden horultuya bakılırsa adam işe gidemeyecek kadar kötüydü. İçi burkuldu kadının. Küçük sofrasına bir servis daha serdi; bir tabak, bir çatal bıçak ve bir çay kaşığı daha koydu. Dilimlediği sosisleri sarımsak, salça ve kekikle şenlendirdi. Şen sosislerle buluşmayı bekleyen çırpılmış yumurtalara bir yenisini daha ekledi. Küçük mutfak taze demlenmiş çayın kokusu ve çaydanlıktan çıkan ses ile sımsıcak olmuştu. 

Sofranın nihayet hazır olduğuna ikna olunca adamı uyandırmaya gitti. Uykusunun derinliğinde bile ağrı onu bulmuş, kaşlarını birbirine çatmıştı. Öperek uyandırmak istese de salkım saçak dalgaları kendinden önce davrandı. Adam, ışık görmüş tavşan misali şaşkınlık ve tedirginlik içinde açtı gözlerini. 

-Kahvaltı hazır.

Acı içinde yeniden kapayıp horlamaya devam etti. Kadın iliştiği kenardan kalkıp çıktı odadan. Sofraya oturdu, çayına şeker atıp karıştırmaya başladı. Yumurtadan bir yudum aldı, nefis olmuştu. Neden sonra adam kalkıp geldi, oturdu sofraya. Göğsüne sağından solundan bastırarak acısını dindirmek için çırpınıyordu. Dakikalarca ne kadının ne de kahvaltının yüzüne baktı. Çünkü adamın mutlulukla bir ilgisi yoktu. İlgisizliğinden de mutsuzdu ama elinden bir şey gelmiyordu. Ağrı hayatı olmuş, hayat ağrıdan ibaret kalmıştı. Bezgin yüzü daha da bezmiş, yere düşüp kırılmıştı.

-İlaç alacak mısın, su getireyim mi?
-Hemen çıkmayacaksan bir çay daha koyayım mı?

Kadının sorduğu bütün sorular havada asılı kalıyordu. En sonunda bıraktı asılacak sorular sormayı. Her şeyden ardı ardına lokmalar alarak sofranın tadını çıkarmaya koyuldu. Çayını bir yudumda bitirdi. Güzel film de yoktu zaten. Çok geçmeden bıraktı yemeği. Adam elini bile sürmemişti sofraya. Kadın çayını karıştırırken gözlerini zeytin tabağındaki zeytinlerden birine, onun da üzerinde duran kekiklerden yalnız birine mıhlamış bakıyordu. Zeytin küçülürken üzerindeki kekik tanesi büyüdükçe büyüdü. 

Çay kaşığından metronomu düşüncelerine ritm tuttu. Bu ritmle ağrımaya başladı kalbi. Gözlerini bu ritmle kırptı. Göğüs kafesi içinde yankılandı ağrı. İyi etmeye yetmeyen sevgisi acıdı. Kulaklarıyla duydu acının tadını. Havadaki sıcak çay kokusu soldu. Soğuktan sızladı elleri ayakları. Sevgisinden daha fazla hiçbir şeyi yoktu ve hiçbir şeyi yetersiz olmamıştı sevgisi kadar. Hepi topu bu kadardı, buncağızdı kadın. O da bir halta yaramıyordu. Kekiğin içinde kaybolduğunu fark edince kadının kolundan tuttu adam. Günlerdir savrulduğu fırtınalı denizin koynunda yitip gidecekken son gücüyle çapa atar gibi tutup sordu. 

-Neyin var?





12 Kasım 2013 Salı

"Phalanges! Phalanges!"*

Şurup gibi bir hava var İstanbul'da. Kasım'ın ortası demezsin. 
Eve tıkılıp kalmış olmanın acısını en çok bu öğleden sonra, balkonu mesken belleyen siyah küçük küllüğü boşaltmak için elimi uzatınca duydum. Güneşten ısınmıştı. Oysa ben içeride hırkayla oturuyor, günün sonunda ne olduğunu bile hatırlayamadığım şeylerle geçiriyorum günü. 
Ayak serçe parmağımı kenara köşeye vurup bir dakika kadar acıdan kitlenmek yeteri kadar iyi değildi benim için. Hızla vurup kırmayı tercih ettim. Doktora gitmediğim için kırdığımı varsayıyorum tabi. İki hafta sonunda hala şiş ve zonkluyor olmasına bakılırsa başarmışım. Kaynasın dursun şimdi. Kemik bu, işi ne.
Eve tıkılmak kötü işte. Hele de işsizsen ve şehrin olanca güzelliği ve pisliğiyle yalnızca bir akbil mukabilinde senin olduğunu bilirken. 
Bu ara tek düşünebildiğim işsizliğim zaten. İşi bıraktığım için bir an bile pişman olmadım. İşsizliğimi daha iyi değerlendiremediğim için biraz oldum. Şimdi ise ne halt edeceğimi düşünüyorum kara kara. Aksi gibi tam da bu dönemde bastırdı dünyayı gezip görme isteğim. Güzel şeyler satın almak için değil gitmek, gezmek için para biriktirmek istiyorum şimdi. Malum, bir hayat planım var artık. 
Freelance çeviri ve redaksiyon ile olursa proje bazlı araştırma işleri beni ayakta tutar mı diye merak ediyor, tutsun istiyorum. 
Bir ara da yazacaktım ben. Sahi ne oldu o iş?
Hay bin kunduz, hava da şurup gibi hala. 



*Bildiğin parmak

5 Kasım 2013 Salı

Kıskançlık

Günlerdir kafamı kurcalıyor. İlkin ne olduğunu bile anlamadım. Yalnızca birkaç kez uzaktan gördüğüm ama gidip tanışmadığım, adını sormadığım, bilmediğim biri gibi. Hem tekinsiz hem de aşağılık bir şey. Tanımıyor, tanışmak da istemiyorum. İstemiyordum. Kendimle verdiğim savaşlarda hep yenilirim.

Vücudumun gözle görülür bir yerinde büyükçe bir sivilce baş göstermiş, ardından patlamış ve hızla akan cerahatin önünü alamamışım gibi. “Önünü alamamak” ifadesini tercih etmem bunu irademe bir tehdit olarak gördüğüme işaret ediyor. Her şeyden önce bu bir irade meselesi ve iradem bununla baş etmekte yetersiz kalıyor.

Cerahat demişken… Tiksinme eşiğim oldukça yüksektir fakat bu cerahat, kendi bedenimden çıkan bu pis kokulu yapışkan sıvı midemi bulandırıyor. Uzun zaman kapalı kalan bir ceset gibi kokuyor. Tiksinti dolu bakışlarımla karşılaşınca gözlerimi kaçırıyorum aynadan. Bu ben olamam.

Lise bitene kadar ilişkim olmadı. Bu, ortaokul ve lise hayatım boyunca sınır tanımayan çılgın bir aşk hayatım olduğu anlamına gelmiyor. Olanlar vardı. Benim yoktu. Derslerde kitap okuyan ve resim atölyesinden çıkmayan kızdım ben. Hiç çekici değildim, oğlanların beni sevmemesine şaşmamalı. Oysa ben tanıdığım bazı oğlanları kafamda kura kura kahramanlara dönüştürüp onları çok sevdim. Bu benimle ilgili bir şeydi, bilmelerine ve her şeyi bozmalarına ihtiyacım yoktu.

İlk sevgilimden bu yana tam on yıl geçmiş. Bu on yıl içinde akmaz kokmaz platonik aşkları özlediğim zamanlar oldu ama arzu edilme arzusu hep baskın çıktı. Yani hayatımın ilk on sekiz yılı sevmekle, izleyen on yıl ise sevilmenin tadını çıkarmakla geçti. Baktım çıkmıyor, sevgi arsızı oldum çıktım. Sevilmeyi çok sevdim ama ilişkideki mülkiyet esasından, sahiplenmelerden hiçbir zaman hoşlanmadım. Birine ait olmak, birinin olmak fikri hiç de romantik gelmedi. Zilyon tane açık ilişki yaşamadım ama iyelik kipini güvenli bir mesafede tutmaya çalıştım.

Kısaca kıskanmadım, kıskanılmaktan da hoşlanmadım. Kıskanmak fiili bana kıskacı çağrıştırıyor ve mülkiyet esasının bir uzantısı olduğunu düşünüyorum. “Bana aitsin ve öyle kalmalısın” gibi bir şey söylüyor. Ben de o duyguya dönüp “değilim ve olsam bile bu konuda senin yapabileceğin hiçbir şey yok” diyorum.

Şimdi görüyorum ki aslında ben de herkes gibiyim. Oysa bugüne kadar değildim. Bu denli su yüzüne çıkan, yüzleşmem gereken bir şey olmadı bu. Güvenli bir derinlikte tuttum, hatta tamamen boğulup gitmesi için kafasına bastırdım. Ehlileştirdim. “Modern”, “geniş” ve “rahat” tabir edildim. İşin doğrusu kıskançlığa kafam basmadı pek. Birini kıskanmak için kişinin özsaygısı, özgüveni yerlerde olmalıydı; kendiyle bir sorunu olmalıydı. Yediremedim kendime, yakıştıramadım.

Tiksintiyle baktığım cerahati tanımlamaktan bile aciz olduğumu fark ettim. Daha ne olduğunu bile tam bilmiyordum. Evrimsel psikolojik açıklamasını az çok tahmin eder gibiydim. Genç ve doğurgan kadın, imkânlara sahip erkek ve türün devamlılığı vs. Karanlık ya da yükseklik korkusu gibi hayatta kalmamızı sağlayan bir şey işte. Öte yandan psikolojiden aldığımız gazla evrensel olduğu sonucuna varamayız. Kültürel olarak belirlendiği muhakkak. Bunu karşılayan tek bir sözcük bile barındırmayan diller olduğuna eminim. Ekonomik olarak ise gayet tutarlı. Aile sosyolojisinde yaptığımız Lenin okuması geldi aklıma. Türün devamlılığını sağladıktan sonra aile kurumunu ayakta tutabilmek için de son derece işlevsel.

Tamam da ne bu? İlk yaptığım, hakkında yazılmış tezlere göz gezdirmek oldu. Sonra makaleler. Ardından Türkçe ve İngilizce etimoloji sözlükleri. En son da kütüphanemde bulunan ve en son üniversitedeyken kapağını açtığım “aşk kitapları”.

"Aşk kitapları"

Çok geçmeden, bu konulara kafa patlatmanın da ötesinde, incelemeye ve irdelemeye neden bir son verdiğimi hatırladım. Zarar vermişti. O zaman çok daha gençtik. Tıkır tıkır işleyen radyoların, televizyonların nasıl işlediğini görebilmek için açıp incelemek gibi bir şeydi ilişkilerimize beşerici gözüyle bakmak. Tam on yıl sonra bir mühendis kafalıya, bir Düz adam Sami’ye, benim Sami’me hak vereceğim aklımın ucundan geçmezdi: “Çalışıyorsa dokunma.”

Yazıya başlarken niyetim küçük literatür taramamdan süzülen ilginç noktaları paylaşmaktı. Vazgeçtim. Kaldı ki psikoloji camiası da net bir kavramsallaştırmada uzlaşmış değil. Eh ben de Othello vakasından fersah fersah uzağım… Ortalığı velveleye verecek bir durum yok.

Ben anlayacağımı anladım. Hala kıskanç bir insan değilim. Yalnızca, 28 yaşında kıskanma duygusuyla barışmış bir kadınım. Bundan önce hiç mi sevmedim de kıskanmadım? Eşşek yüküyle sevdim. Bunun daha çok benle ilgisi var. Kurguladığım ideal bende böylesi ilkel duygulara yer yoktu. Bundandır ki baş etmek için de rasyonel açıklamaların dibine vurdum.

 
Roland Barthes. 2005. "Bir Aşk Söyleminden Parçalar". Metis Yayınları: İstanbul 


http://www.youtube.com/watch?v=1Jh4aGQBUZM