28 Ekim 2016 Cuma

Gamlı Hazan

Sevgili yaşlı dostum,

Size ne zamandır yazmıyorum. Fakat sanmayın ki bu içimden sizinle konuşmadığım anlamına da geliyor. Mesela dün gece, kim bilir kaç yıl sonra ilk defa Ben Gamlı Hazan Sense Bahar'ı dinledim. Bet sesimle eşlik ettim şarkıya. Bu da bir nevi sizinle konuşmak sayılırdı bana kalırsa. Bana kaldı....

İş bölümümüz oldukça açıktı değil mi? Siz gamlı hazan bense bahar. Baharlığım kalmadı pek. Hiç kalmadı desem yeri. Yıllar ne acımasız değil mi? Kaybetmem sandığı şeyleri kaybettiriyor insana. Yaşama sevincini, tutkusunu, aşka duyduğu aşkı. Siz de böyle miydiniz acaba tanıştığımızda? Sanmam. Yorgun bir ağaç gibiydiniz daha çok. Yorgun ama bir ağaç. Yapraklarınız solsa da ruhunuz dolanıyordu hâlâ damarlarınızda. Gamınıza gam kattım ben de. Tam tahmin ettiğiniz gibi. 

Uzak diyarlara göçmüşsünüz. Çok sevindim sizin adınıza. Evlendiğinizi okumuştum en son, belki çocuğunuz da olmuştur şimdiye kadar. Gerçi istemiyordunuz ama istemeyen tanıdıklarımın hepsinin yüzü bebek fotoğrafı oldu telefonumda. Bir çocuğum var derseniz şaşırmam o yüzden. Sevinirim. Sizin çocuğunuz olmak da güzel şey olmalı. Pederiniz gibi olmayacağınıza eminim. Sizin aksinize hep emindim. Madem artık burada da yaşamıyorsunuz, bir insanı daha tanıştırmak renklerle ve seslerle güzel olabilir.

Bana hepsi biraz solgun geliyor artık biliyor musunuz? Yaştan mı, ülkeden mi, yoksa hepsi birden mi bilmiyorum. Renklerin pek azını görebiliyor, seslerin ve kokuların pek azını duyabiliyorum sanki. Küçük kolonyalar biriktiriyorum çalışma masamda. Ara sıra burnuma dayıyor, ellerime sürüp içime çekmeye çalışıyorum kokularını. Çekemiyormuşum gibi geliyor, bilmiyorum. Dünyayı ve hayatı olanca yoğunluğuyla algılamamı engelleyen, adı konulmamış bir hastalığım olabileceğini hayal ediyorum. Herkesin her zaman böyle yaşadığını düşünmek bu hayalden daha dehşet verici geliyor bana. 

Çok kitap var, çoğunu okumadım. Çok müzik, çoğunu dinlemedim. Çok fikir, çoğunu anlamadım, varlığından bile haberdar değilim çoğunun. Çok azımla yaşıyor gibiyim, anlıyor musunuz? Anlayacağınızdan yana pek umudum yok. Yorgun da olsa bir ağaç gibi yaşıyordunuz siz, nasıl anlayabilirsiniz? Ağaçlığınızdan belki, her şeyi bildiğiniz gibi bunu da bilebilirsiniz. 

Hani akşamdan kalma geçen günlerde aklınız tam çalışmıyor gibi olur ya, sanki bütün hayat akşamdan kalma bir günmüş gibi geliyor. Yapabileceklerimi yapmadığım, sınırlarıma varamadığım, dış koşulların ve kendi kendime dayattığım sınırları genişleteceğim yerde onları iyice daralttığım, bitmeyen günler. Hayatı sevmeyi unutmuş olabilir miyim dersiniz? 

Aşiyan'a uğrama vaktim gelmiş sanırım. Selamınızı söylerim Münir Nurettin'le Turgut Uyar'a. Söyleşir, ağlaşır dönerim yine masamın başına. Özellikle tepeye, Turgut'un yanına çıkıp da yüzümü boğaza döndüğümde gözlerimi kapayayım diyorum. Serin rüzgarı, servilerin hışırtısını duyayım. Orada uzanmış yatanlardan biriymişim gibi. Hem baharda erguvanları da çok güzel açar Aşiyan'ın. Olur da aklınıza düşerse diye söylüyorum, meyilli değilim intihara. Bu yaşadığımız, hayat olmaktan öyle hızla uzaklaşıyor ki intihar falan filan bile anlamını yitiriyor burada. Sönümleniyoruz, hatta sönüyoruz. Hepsi bu.

Nisyan merhametli şeymiş bir yandan. Unuttuğu şeyi özleyemiyor insan. Özlese, özleyebilse deli olur bence. Hatırlayabilsem on dokuz yaşımı, ağlardım herhalde. Şarkılarla şiirlerle sevmeyi sevilmeyi, incelikleri, zihin açan konuşmaları, her gün biraz daha çoğalmayı ama her nasılsa ağırlaşmadan, daha da hafifleyip yerden bir metre yukarıda uçar gibi yürümeyi sevdadan. "Ne yapıyorsanız aşkla sevdayla yapıyorsunuz" derdiniz. Öyle yapıyordum herhalde. Bırakın sözlerini hatırlamayı, güçlükle mırıldanabildiğim bir şarkı gibi hatırlıyorum kendimi. İyi ki buraya bırakmışım birkaç satır. Yoksa hep böyle olduğumu sanabilirdim.

Hep böyle mi olacak artık? Ama biraz da hak ettiğimi düşünmeye başladım biliyor musunuz? Hiç gitmediğim yerlere gitmek istiyorum mesela, hiç geçmediğim sokaklardan geçmek. İstiyor ama hiçbir şey yapmıyorum. Eyleme dökecek kadar isteyemiyorum demek ki. İstek de laf mı, öyle güçlüydü ki arzum, "ışık olsun!" desem ışığı oldurabilecek gibiydim. Işığım olsun istiyorum şimdi, içime biraz aydınlık. Ama hiçbir şey olmuyor. Olduramıyorum yaşlı dostum. Hâlâ benden yaşlı olduğunuz gibi hâlâ dostumsunuz da. Bunu bilip bilmemeniz konu dışı. 

Eve biraz kil alıp heykel mi yapmalıyım, musıki cemiyetine mi katılmalıyım... madem sittin sene burada kalacağım gibi görünüyor, ben ne yapmalıyım? Bir şeyler üretmeliyim galiba. En yoğun bastıran duygu bu son zamanlarda. Nasıl, neresinden başlamalı bunu bulmalıyım. Özgürleştirmeliyim esirlerimi. Ölümün olduğu yerde özgürleşmemek korkunç değil mi zaten? Korkunç. 

Bir yolunu bulacağım. Umarım. 

Sevgiyle gözlerinizden öperim dostum. Ne olur bu zırvaları okumayın, sağlıcakla kalın.


Ayşe 

16 Ekim 2016 Pazar

Hail the Conquering Hero (1944, Preston Sturges)

Paramount'un bir yönetmene "Yıldık senden, istemiyoruz seni" deme yollarından biri olarak film afişi

Preston Sturges'ın en iyi yedi filmi olarak anılan, Sturges' Seven da denebilecek yedi filmin sonuncusunu nihayet izledim ve kariyerindeki parlak döneminin sınırları kalın çizgilerle çizilebilen bu adamın o döneminin neden son filmi olduğunu anladım. Buraya sırf seri bozulmasın diye not düşüyorum, o derece. 





Konu


Tek boyutlu anne karakteri
Film, konusunu o sırada devam etmekte olan İkinci Dünya Savaşı'ndan alıyor. Woodrow (Eddie Bracken) bir küçük kasaba sakinidir. Babası o doğduğu sıralarda Birinci Dünya Savaşı'nda ölmüş, Woodrow'u annesi büyütmüştür. Kafasında "kahraman baba" imgesiyle büyüyen çocuk tıpkı babası gibi asker olmayı, esasen kahraman olmayı hayal etmektedir. İkinci Dünya Savaşı kendini göstermesi için biçilmiş kaftandır. Deniz piyadelerine katılır fakat bir hafta sonra kronik saman nezlesi nedeniyle terhis edilir. Woodrow utancından eve gidemez, annesini hâlâ orduda olduğuna inandırması çok zor olmaz zira anne karakteri tam ulus inşa süreçlerinde arzu edilen, teşvik edilen niteliktedir. Erkeklerini savaşa yollar, dönen olursa onu pancake'lerle besler doyurur, kendisini erkeklerinin kahramanlıkları üzerinden kurar ve sıkı sıkı ona tutunur. Fazlasıyla klasik bir gözü yaşlı, vefakar, cefakar anam, garip anam karakteridir.


"Şşş içcen mi bi tane daha? Şşş kime diyorum!"

Woodrow utanç içinde vakit öldürürken bir akşam yolu altı deniz piyadesiyle kesişir ve olaylar gelişir. Hikayesini paylaşınca askerlerin yürekleri burkulur ve onu annesine bir kahraman gibi teslim etmek üzere yola koyulurlar. Aslında Woodrow her zaman dürüstlükten yanadır ama filmin sonuna kadar pek bir irade gösteremez. Ordu Woodrow'a el koymuştur. 



Barda tanışma apayrı bir boyut kazanırken

Dedesinin çiftliği üzerine kurulmuş küçük kasabada her nasılsa annesiyle ipotekli bir evde oturmaktadırlar. Herkes herkesi tanır. Dolayısıyla Woodrow kasaba halkı tarafından coşkuyla karşılanır. Farklı şartlar altında kurban kesip kanını Woodrow'un alnına sürebilirlerdi, öyle bir esriklik hali. Tam o sıralarda bu küçük kasaba yeniden belediye başkanı seçmeye hazırlanmaktadır. Kadrolu belediye başkanının açıktan büyük bir fenalığını görmeyiz ama iyi bir adam olmadığı mesajı açıkça verilir. Woodrow'un sevdiceği Libby (Ella Raines) Woodrow'un "başkasına aşık oldum, bekleme beni" temalı mektubunu aldıktan sonra yıkılmış ama "kız kurusu" da olmak istemediğinden, yine birlikte büyüdüğü Forrest'la (Bill Edwards) nişanlanmıştır. Hatun boşa çıktı ya koş Forrest koş. Forrest kim? Belediye başkanı Noble'ın oğlu. Libby laf ola beri gele onunla evleneceği sırada Woodrow tekrar hikayeye girince olaylar hareketlenir tabi. 



Film boyunca Woodrow'un iyi kalpli ordu mensuplarıyla didişerek doğruyu söyleme çabasını, annesi ve kasaba karşısında küçük duruma düşme korkusunu, babasının pabuçlarını dolduramamış olmaktan duyduğu utancı izleriz. Tabi bir de gaza gelip onu belediye başkanı seçmeye kalkan halkı kendine getirmesi gerekmektedir. 



Yani?

Sturges'ın bu satirinin hedefinde kahramana tapınmacılık var. "Yapmayın, etmeyin gözünüzü seveyim" diyor. Savaş ve savaşanlar yüceltilmektedir, sivil cephedekiler de ellerinden geleni yapmaktadır. Ellerinden gelen en iyi şey de insanları kahramanlaştırmaktır. Sturges bu bakımdan en afili replikleri gedikli oyuncu kadrosundan William Demarest'e yazmış. Filmde, "gözünüzde büyütmeyin" mesajının taşıyıcısı filmdeki en üst rütbeli asker, en gözünde büyütenler ise siviller: Woodrow ve halk. Bunun yanı sıra, filmin hızlı temposu içinde gözden kaçabilecek şiddet referansları var. Onlar bana bilhassa çarpıcı geldi (halkı dövmek üzere kemerleri çıkarma?!!). Bizde olsa "orduyu yanlış gösteriyor" gerekçesiyle sansürde takılıp kalırdı. 


Kötülüğe bak, Domestos mikrobu gibi.
Filmin, kahramana tapınmacılığının yanı sıra küçük yer politikacılarını da eleştirdiği söyleniyor. Fazla aşina olduğuna körleşir ya insan, ben de o hesap pek dikkat etmedim o kısımlara. Fakat iyi laf çarptığı yerler var, hakkını yiyemem. Ayrıca Amerikan toplumundaki annelik algısını, "anneciliği" eleştiriyormuş. Anneliği gördüm de eleştirisi benim seçemeyeceğim kadar ince yapılmış olabilir. 



Bu arada filmin adındaki "Hail"e takıldım. Filmde çalınan marşlardan biri ve yanılmıyorsam şiirden uyarlama. Avrupa'nın "Heil Hitler" ile inlediği bir dönemde kahramanlık konusunu tartışmaya açan bir filmin adında "Hail" geçmesi... Sonuçta Hitler de kimilerine göre bir kahraman o sırada. Fatihliğine gelince, ona şüphe yok zaten. Geçen gün izlediğim Monsieur Verdoux'dan (1947, Chaplin) bir replikle bağlayayım burayı:  "Wars, conflict - it's all business. One murder makes a villain; millions, a hero. Numbers sanctify, my good fellow!"




Yapım

Nitekim o dönem orduyla ilgili olan filmler, standart sansür prosedürünün yanı sıra bir de savaş departmanının denetiminden geçiyor ama yalnızca birkaç küçük revizyonla yetinmişler. 

Öte yandan film Sturges'ın kariyerinde bir kırılma noktası olmuş. Kötü bir film olduğu için değil (aksine eleştirmenler bayılmış, en iyi senaryo dalında aday gösterilmiş vs), Paramount stüdyosu Sturges'ın pahalıya patlayan mükemmeliyetçiliklerinden ve kafasına buyrukluğundan (yani sanatsal özgürlüğünden) yıldığı için. Süresi dolan kontratını yenilememişler ve Sturges daha filmin kurgusu bitmeden sahneyi terk etmiş. Yapımcı DeSylva ön gösterimlerden aldığı olumsuz tepkiler doğrultusunda kesip biçmiş filmi. Ne zaman ki Sturges'ın bir önceki filmi The Miracle of Morgan's Creek hit olmuş, o zaman yapımcı Sturges'ı filmi bilabedel revize etmek üzere yeniden çağırmış. 


Arkada görülen, Sturges'ın hemen bir önceki filmi The Miracle of Morgan's Creek'in (1944) reklamı



Ella Raines (1920-1988)
Stüdyonun takıldığı nokta bize pek anlamlı gelecek cinsten değil: "Sürekli aynı yüzleri kullanıyorsun, halk sıkılır, farklı insanlar kullan azıcık". İnternet bilgisine göre Sturges da bir tür minnet duygusuyla ısrar ediyor bu insanlarla çalışmakta. Valla ben şikayetçi değilim kendilerinden. Hem zaten seyirci olarak alışığım beş bin filmde birden aynı yan rolleri görmeye. Ha Eddie Bracken'a kılım, onu tekrar görmesem de olurdu; aramaz, özlemezdim. Fakat stüdyo bir konuda haklı. Gerçekten Ella Raines'de küçük kasaba kızı tipi var mı allasen kim yaptı bu oyuncu seçimini? Stüdyonun hayvanlığı çekimler başladıktan sonra kadını kadrodan çıkarmaya kalkması, Sturges da ona atarlanıp karşı çıkmış. 


Eddi Bracken'a kıl olmamın sebebi şu pozlar sanırım. O parmağı alıp...

Filmin bir noktasında Sturges yine iki karakteri kaydırma planında veya takip planında konuşturuyor. Yani karakterler uzun uzun yürüyorlar, kamera da onları takip ediyor. Bunun ne kadar meşakkatli olduğunu bir önceki filminden biliyoruz. O yüzden izlerken "aynı seti, aynı rayları kullanmış sanki" diye gülerek geçirdim içimden. Hakikaten de öyle yapmış. Bir de adama pahalı diyorlar. 


Eddie Bracken'ın solunda Franklin Pangborn (1889-1958), sağında William Demarest (1892-1983)

Preston Sturges'ın şimdiye kadar izlediğim filmleri çıtayı epey yükselttiğinden bu en az sevdiğim filmi oldu. İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Amerika'daki sivil halkın ruh haline dair bir fikir edinmek için izlenebilir. Sturges'ın her zamanki gibi makineli tüfek temposundaki replikleri arasından yakalanabilenlerde yine ışık var ama göz möz almıyorlar. 

Sturges'ı bununla kapatmayacağım. Bonus olarak Unfaithfully Yours (1948) var sırada. 

8 Ekim 2016 Cumartesi

Giovanni Scognamillo

Her gün bir yas havasında geliyor artık. Sonbahar diğer mevsimlere el koymuş, egemenliğini ilan etmiş sanki. Ölüm haberi almadığımız gün geçmez oldu. Ölüm haberi almasak ölecekmiş haberi alıyoruz. Kansermiş, metastaz yapmış. İki ay demişler. Cenaze yarın öğlen.

İyi güzel, verba volant, scripta manent de yetmiyor işte. Birini her kaybedişimizde tarihin o bölümü de geri döndürülemez biçimde kararıp yok oluyor sanki. Bir Alzheimer hastasının hafızası içinde yaşıyormuşuz gibi. İnsanlar ölmüyor yalnız, çok şeyleri daha beraberlerinde götürüyorlar. Siliniyoruz o cepheden.

Yeşilçam'ın günahı boynuna. Nedenlerinden ve sonuçlarından biridir halimizin. Ne bizden masum, ne bizden alçak. Ataerkil hegemonyayı, içi boş hamasiliği yeniden üretmiş ha üretmiş. O nabza göre şerbet verdikçe, nabız da şerbetine göre atmaya devam etmiş. İsimli isimsiz bin bir emek, sömürü, kan ter, kâr ve sefalet görmüş. Yer yer kendisi de inanmış söylediğine, çoğu zaman inandırmış yalnız. Güle oynaya inanmışız. 

Günahıyla sevabıyla bir Yeşilçam geçmiş bu ülkeden. Safi yokluk ve terslikler üzerine inşa edilmeye çalışılmış. Ekmek derdine sanat sepete atılıp kaldırılmış bir köşeye. Fakat Ayastefanos'taki o Rus abidesinin yıkılmasıyla başlatılan süreçte iyi kötü bir tarih yazılmış. İyisiyle kötüsüyle işlemiş içimize. (Ne kadar eleştirsem de olmazsa olmaz bir parçamdır benim.)

O sürecin tarihine ömrünü adayanlardan biriydi Giovanni Scognomillo. Adamakla kalmamış, içine doğmuştu sinemanın. Şimdi o gidince, sinema da gitti biraz. Bir derya daha eksildi yeryüzünden, biraz daha kuraklaştı. Ona ağlıyorum ben. 

3 Ekim 2016 Pazartesi

"Kitapsız İlim, Ahmet Tarık Tekçe'siz Filim Olmaz!"



4 Ekim Ahmet Tarık Tekçe'nin ölüm yıl dönümü. 

Yeşilçam'a "Kitapsız ilim, Ahmet Tarık Tekçe'siz filim olmaz!" düsturuyla ismini kazıyan bu güzel adam 1964'ün 4 Ekim'inde, son filmi Yankesici Kız'ın galasına katılmak için eşi ve Filiz Akın'la birlikte Karabük'e gitmektedir. Safranbolu yolunda bir kamyon aniden önlerine çıkar. Otomobilin şoförü ve Tekçe oracıkta hayatını kaybeder, arkada oturan eşi ile Filiz Akın sağ kurtulurlar. Boğulmaktan çok korkan Natalie Wood'un bir tekne gezisinde boğularak ölmesi misali Ahmet Tarık Tekçe de en korktuğu biçimde, araba kazasında can verir. Sonrasında "filim"ler isteseler de istemeseler de Ahmet Tarık Tekçe'siz kalırlar. (Fakat öncesi, yani yaşam hikayesi de bir hayli ilginçtir. Bir googlelayıverip okumanızı tavsiye ederim.)






Yukarıdaki videonun çekip alındığı Bekarlık Sultanlıktır (1963) filmini henüz izlemedim, Ahmet Tarık Tekçe'nin gözlerimi ışıldatan performanslarından birine kesinlikle benzemiyor. Fakat Vahi Öz ile Hüseyin Baradan arasında geçen laf dalaşının hikayesini anlatmazsam dilim şişer. Atıştıkları esnada Vahi Öz "Allah cezanı versin Osman Bey!" diyor, Hüseyin Baradan da ona "Erkeklik öldü mü Atıf Bey!" diye çıkışıyor. Burada geçen "Osman", Osman Fahir Seden; "Atıf" ise Atıf Yılmaz Batıbeki. İki büyük yönetmenin film afişleriyle kavga ettikleri bir iki yıl öncesine atıf yapılıyor.

Atıf Yılmaz 1961 yılında, senaryosunu Vedat Türkali'nin yazdığı, "Allah Cezanı Versin Osman Bey" adında bir film çeker. Bu isme ayar olan Osman Seden 1962 yılında, senaryosunu Bülent Oran'ın yazdığı, "Erkeklik Öldü mü Atıf Bey?" adında bir filmle karşılık verir. Bu arada her iki filmin başrolünde de erkek güzeli Orhan Günşiray oynamaktadır. İşte 1963 tarihli Bekarlık Sultanlıktır filmindeki Vahi Öz-Hüseyin Baradan atışması da aslen bu atışmaya dayanıyor. [önemli edit: Bugün (11.10.2016) Sinematek 50. Yıl kapsamında düzenlenen MAFM'deki Adı Vasfiye filminin gösteriminden sonra Deniz Türkali'ye bu muhabbetin aslı astarı olmadığını sordum. Yokmuş, bizimle eğlenmişler o kadar. İnternet sayesinde hepten yayılma fırsatı bulan bu şehir efsanesini de burada sonlandıralım. MYTH BUSTED. Eğlenceli mit ama, hakkını yiyemem.]

Ahmet Tarık Tekçe'yi anmak için başlayıp, yüreğim kaldırmayınca cıvıttım. Affola. 


Not: "Kim bu bağıran?" sorusu üzerine Aziz Basmacı'nın "Rıfat diye biri!" dediğini şimdi fark ettim. Rıfat Diye Biri (1962) de başrollerinde Ayhan Işık ve Semra Sar'ın oynadığı, senaryosu Attila İlhan'a ait çok sevdiğim bir Ertem Göreç filmidir. Kim bilir kaçırdığım daha kaç referans var...

1 Ekim 2016 Cumartesi

The Miracle of Morgan's Creek (1944, Preston Sturges)



Filmin Ocak 1944'te gösterime girmesinden yola çıkacak olursak sene 1943. Hiroşima ve Nagazaki henüz yalnızca yer isimleri. Ankara'da Gençlik Parkı açılıyor. İsmet İnönü, Churchill ve Roosevelt'le görüşme halinde. Varlık Vergisi'ni ödeyemeyenler Aşkale'ye gönderiliyor. İstanbul'da tifüs salgını var. Kapalıçarşı yanıyor. 

Aralık ayında Şehir Tiyatrosu'nda Reşat Nuri Güntekin'in romanı Yaprak Dökümü sahneye konuyor. Türkiye sineması savaş koşulları nedeniyle o yıl yalnızca iki film çıkartabiliyor. Savaş her şeyi olduğu gibi ülke sinemasını da etkiliyor. Öncesinde Avrupa ve Amerikan filmleri ülkeye eşit sayıda gelirken Avrupa filmleri gelmez oluyor. Amerikan filmleri ancak Mısır yoluyla Türkiye'ye girebiliyor ve Mısır sinemasını da peşlerine takıp getiriyorlar. Halk kendisine "Holivut"tan daha yakın bulduğu bu sinemayı bağrına basıyor (Nijat Özön, Türk Sineması Tarihi 1896-1960). Böylece Mısır sineması; Türkiye sineması, televizyonu ve dizileri üzerinde yıllarca etkisini sürdürecek bir iz bırakıyor. 

---SPOILER---

O sırada Preston Sturges "acaba şöyle bir film çeksem nasıl olur" diye düşünüyor: Cepheye gidecek genç ve yakışıklı birlikler, hemen öncesinde küçük bir kasabada konaklamış olsunlar. Eh askerlerimizi eğlendirmek, savaşa moralli yollamak vatan borcu. Sabaha kadar dans etmeli, hepsini öpücüklerle uğurlamalıyız. Hah işte, bu kasabada bir de büyük kızı Trudy (Betty Hutton) ve küçük kızı Emmy (Diana Lynn) ile birlikte yaşayan bir Mr. Kockenlocker (William Demarest) var. Emmy 14 yaşında, bilgiçliğiyle biraz Lisa Simpson'ı andırıyor (o da müzik aleti çalıyor). Trudy yaşça büyük ama bir reşit değil. Trudy'nin birlikte büyüdüğü Norval Jones (Eddie Bracken) ona kendini bildi bileli aşık ama Trudy oralı değil. Sonuçta Norval, Sean Penn'i andırsa da bir Clark Gable değil, o yüzden batasıca dünyamızda sevilmeye layık olduğunu kanıtlamak için bir şeyler yapması gerekiyor.



Filmin başında Betty Hutton'ın bir şarkıya play back yaptığı güldürüklü sahne

Trudy bir gece vatani görevini yapmak bahanesiyle bir katalog dolusu üniformalı askerle dans ederken hem içmenin hem de kafasını avizeye vurmanın etkisiyle gecenin bir kısmını hatırlamıyor. Seyircinin görmediği bir noktada kim olduğunu hatırlamadığı bir askerle evlenmiş, sevişmiş, sen bir de hamile kalmış mı! Ortada bir evlilik var ama belgesi yok (kendi ismini de gırgırına yanlış söylediği için kaydı bulunamıyor (evet, yanlış isimle de olsa evlilik akdi geçerliymiş)). Belge yok, çocuk var. Norval bunu bir kahramanlık fırsatı, aşkını ve yüce gönüllülüğünü ispat etmek için bir şans bilerek onu "kurtarmaya" çalışıyor ama işler iyice sarpa sarıyor. Zaten filmdeki bütün parlak fikirler her nasılsa hep erkeklerden çıkıyor.

"Şşş... Ne sen prenssin, ne de ben prenses. Pelerinini de alıp şuradan git" diyemedi ya la.

Sonra inanmazsınız her şey tatlıya bağlanıyor. Yani savaşın olanca hızıyla sürdüğü bir yılda bir kadın savaşı açıkça bahane ederek sayısız oğlanla eğleniyor (neticeyi saymazsak baya da güzel eğleniyorlar bu arada) ve bir noktada hamile kalıyor. Birincisi, tecavüzü ima edecek bir ipucu veriliyor mu diye dikkat ettim ama yoktu (Sonuçta tecavüz 2016'da bile bir güldürü unsuru olarak kullanılabiliyor). Yani Trudy'nın basbayağı keyfe gelip seviştiğini anlıyoruz. İkincisi, evlilik konusu olay örgüsünü çetrefillendirmeye yaramış ama olmasa da olurmuş. Muhafazakarların gazabına karşı bir salvo olabilir. Kocasız belgesiz evlilik, alın bunu gidin uzakta oynayın kendi kendinize.


"Her şeyi anlatacağım ama yemin et kimseye demeyeceğine. İki gözüm önüme aksın ki de."
Bana kalırsa filmde çok vurgulu bir ana fikir var: İkiyüzlülük. Hem de kendisini birden fazla şekilde ifade eden bir ikiyüzlülük. Filmi istediğin kadar evir çevir, her yerden ikiyüzlülüğe çarpıyor. Trudy'nin askerlere veda dansına gitmek için attığı tirat mesela. Hatun savaş halini açıkça kendi çıkarına kullanıyor. Fakat burada Trudy'yi vatan hainliğiyle suçlamak yerine savaş halini kendi çıkarına kullanan ve tirat bakımından Trudy'den geri kalmayan liderlere odaklanmak gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta Trudy kimseyi öldürmüyor.

İkinci ikiyüzlülük evlilik. Kiminle olduğu belli değil, belge yok. Öyleyse bu evlilik namus kurtarmaya yeter mi yetmez mi? Namusa halel gelmemesi için tam nasıl evli olmak gerek? Bir kasaba halkının çenesini kapatmak için nasıl evlenilmesi gerekiyor? Hangi format sizi mutlu eder?

Kasaba halkının ikiyüzlülüğünün yanı sıra kızların babası kızlara ar namus nutukları atmaya çalışıyor ama onlara 'gitmeyin' dediği yerlere kendi gidiyor. Bu arada film bekleneceği üzere cinsiyetçi "esprilerle" bezeli, hatta bir açıdan "kız çocuğunu başıboş bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya" sonucu bile çıkarılabilir ama bana öyle geliyor ki o dangozluğun altında bir katman daha var. Demarest'in oynadığı "kız babası", kızlarına "sert baba"yı oynamaya çalışıyor ama örneğin ne zaman Emmy'yle çatışsa kıç üzeri düşen kendisi oluyor. O sahnelerde rasyonaliteyi temsil eden Emmy karakteri. Baba ise höt zöt yapayım derken ancak gülünç duruma düşüyor. Film sona yaklaştıkça iki karakter de (Emmy ve baba) olgunlaşarak uzlaşıyorlar ama sonuçta Sturges'ın çizdiği bu baba karakterini önemli buldum ben. Baba sürekli "kızın mı var derdin var" modunda gezse de eylem düzeyinde terör estirmiyor, iktidar anlamında -elinde tabanca tutarken bile- kendini kızlardan yukarıya koymuyor. Bir ana karakteri bu şekilde oluşturunca araya serpilen cinsiyetçi replikler de göstermelik gibi kalıyor (ya da ben öyle olduğuna inanmak istiyorum).



Filmdeki en bangır bangır ikiyüzlülük toplumun ve politikacıların ikiyüzlülüğü. Filmin sonunda artık her şey boka sarmışken Trudy'nin doğuma girmesiyle siyah beyaz film şeker pembesine dönüyor. Teoride evli de olsa ne idüğü belirsiz bir adamdan hamile, toplum baskısı nedeniyle kasabadan taşınmak zorunda kalmış ve ne idüğü belirsiz babanın peşine düşüp onu 6 ay aradıktan sonra bulamayıp geri dönen Norvalcığı yine gerisin geri hapsi boylayan Trudy altız doğurunca her şey birdenbire "mucizevi" bir şekilde değişiyor. Sanırsın ilk çağ, bir şenlik ateşleri eksik. Belediye reisi devreye giriyor, bu büyük olay şerefine Norval'ın cezası affedilmekle kalmıyor hayali olduğu üzere sırtına janjanlı bir de üniforma geçiriliyor (çünkü yaşasın militarizm), Trudy'nin teorik evliliği bir çırpıda iptal ediliveriyor, Norval'la evlendiriliveriyor, Trudy'nin babası terfi ettiriliveriyor ve bunların hepsi, karakterlerin başarmak için haftalar aylar yıllar boyunca uğraştıkları şeyler. Demek ki aslında her şey yalnızca önemli bir adamdan gelecek bir telefona bakıyor? Demek ki çektiğimiz onca çilenin anahtarı birilerinin iki dudağı arasında saklı? Demek uğruna cinayetler işlenen o genel ahlak, gücü elinde tutanın işine geldiği gibi yoğurabildiği bir oyun hamuru. Bak sen. 


Eddie Bracken (1915-2002) çekimler sırasında Betty Hutton'dan rol çalmak için epey uğraşmış diyollar.
Ahlak bekçisi ikiyüzlü toplum da sanki 20 yıllık komşusu Kockenlocker ailesini bir çırpıda silip atmamış, kasabadan kovmamış gibi onları bağrına basıyor, ulusal kahraman ilan ediyor. Toplumsal hafıza bir çırpıda yeniden yazılıyor. Aslında Trudy çok eğlendiği bir parti gecesinde hamile kalmadı, o Norval'ın iffetli eşi. Hem içinden 6 çocuk çıkarınca bonus olarak yüzüne nur da indi, kutsal Meryem'e bağladı. Hepimiz rahatladık. 


"Işık şefi nerde olm? Hangi açıdan inecek bu nur?"

Buradan film triviasına yumuşak geçiş yapabilirim. O sırada nüfuzu olan Catholic Legion of Decency, filmin reytingini "Olmaz olsun böyle film"den "Bazı yerlerde gözünüzü kulağınızı kaparsanız izleyebilirsiniz"e çekmek için değişiklik talep ediyor ve yönetmen bir gün boyunca revizyonları çekmekle uğraşıyor. 

Filmin sonunda vargücüyle devreye giren siyasi oportünizm, altız doğumunu yalnız ulusal değil uluslararası düzeyde bir reklam aracı olarak kullanıyor. Çeşitli ülke gazetelerinde haber manşetten veriliyor. Hatta haberi duyunca öfkeden kuduran, saçını başını yolan bir Mussolini ve bir Hitler görüyoruz çünkü Faşist İtalya ve Nazi Almanya'sı, ülkelerinin nüfuslarının artması için anneliği, doğurganlığı, doğurmayı teşvik etmekle meşguller (tanıdık geldi mi?). Savaş koşulları da olsa Allah rızkını verir. Artık karneyle marneyle. Sen fazla düşünme, doğur sadece. E bu durumda altız doğurmak büyük olay tabi. 

Filmde ülke gazetelerinin tepkileri montajlanırken Kanada başbakanına da yer verilmiş. Onun da nedeni şu: 1940ların en sansasyonel haberlerinden biri, Kanadalı bir ailenin beşiz sahibi olması. Doğal olarak altız haberi pabucunu dama atıyor. Kanada başbakanı da bunun üzerine "Possible, but not probable" ("Mümkün fakat muhtemel değil") diye demeç veriyor. Mesela yani. 

Filmin ilk dakikalarında beni en çok eğlendiren şey Sturges'ın eski filminden karakterlere çapraz referans yapması oldu. The Great McGinty'deki (1940) McGinty (Brian Donlevy) ve the Boss'un (Akim Tamiroff) o filmdeki rolleri aynen buraya taşınmış. Referans sevdiğim için çok eğlendim.




Konu gereği karakterler çoğu zaman gergin, Sturges karakterlerin birbirleriyle konuşurken sokak boyunca yürümelerini göstermeyi belki de bu sinirli ruh halini seyirciye vermek için istemiştir. Nedeninden emin değilim ama sonuçta o dönem için hayli zahmetli olan uzun takip planları ekibin canını çıkarmış. Altı kişi rayların üzerindeki kamerayı çekiyor, ses ekibi elinde mikrofonlarla onların peşinden koşuyor, ekibin bir kısmı da 300 metrelik kablo, ışık ve reflektörü taşımakla uğraşıyor. Sturges daha en başta, bu konularda kimseye sil baştan dert anlatmamak için, Sullivan's Travels'da (1941) birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni John Seitz'ı filme transfer etmiş. 


William Demarest (1892-1983) yönetmenin gedikli kadrosundan.

Filmin yapım aşamasına dair en ilginç şey temposu. Preston Sturges normalde çok mükemmeliyetçi bir yönetmen ama bu film çok fazla işin arasına sıkıştığı için çekim esnasında Sturges'ın stres seviyesi baya yüksekmiş. Stüdyonun sıkıştırmasına ek olarak mükemmeliyetçiliğinden ödün vermemesi de stresini artırmış olmalı. Hiç yapmadığı bir şey yapıp çekimlere yalnızca 10 sayfalık bitmiş senaryoyla başlamış (neden? çünkü çekime gününde başlanacak!). Her gün, gündüzleri 8 saat çekim yapıyor, geceleri de senaryoyu yetiştiriyormuş. Bir yandan başka işlere de yetişen Sturges'ın sinirleri en sonunda harap olduğundan sette en ufak şeylere patlar olmuş. Kız kardeşleri oynayan oyuncuları birkaç defa ağlattığı söyleniyor. 


Betty Hutton (1921-2007)
Diana Lynn (1926-1971)





















Zamanla yarışıyor ama mükemmeliyetçiliğinden de ödün vermiyor dedim ya. Mesela bütün günü kamerayla prova yaparak geçirmesine ve öğleden sonra 4.00'te elinde çekilmiş tek bir kare olmamasına stüdyo deli oluyormuş ama Sturges 4.00-6.00 arasında 11 sayfalık senaryoyu tak diye çekebiliyormuş ki bu NŞA 3 günlük çekim süresine denk geliyor imiş. IMDB Trivia'nın yalancısıyım, bana olabilir gibi geldi. 

Filmin "mucizesi" son anda belirlenmiş. Hikayeye hem bir anlatı çerçevesi vermesi hem de siyasi oportünizme geçirmek için McGinty'deki karakterlerini oturtmuş telefon başına. Evet, biraz aceleye getirilmiş duygusu geçiyor ama mesajı da alıyorsunuz. Hikaye de çözülüyor mu çözülüyor. Dahası durum evlilikle ne kadar çevrilmeye çalışılsa da "iffetsizlik" eden kadın "cezasız" kalıyor ki bu çok şaşırtıcı. Geçmiş geçmemiş yerli sinemamızda da, sansürcülerin gönlünü etmeye uğraşan eski Hollywood'da da "ahlaksızlığın cezasız kalmadığının gösterilmesi böylece halkın genel ahlakının güçlendirilmesi" esastır. Fakat görüldüğü gibi her zaman değil. 

"Israr etme Norval, seninle evlenemem. Ölürüm daha iyi."
"Gazı açıp intihar edeyim diyorum, ne dersin Norval?"
"Balım, ağzından yel alsın. İki eşliliğin nesi var allasen!"

Preston Sturges'ın filmlerinde kendi kişisel tarihinin izlerini sürmek mümkün görünüyor. Sistem eleştirilerini ince bir alaycılıkla döşerken evlilik-boşanma mevzuları (yine Reno muhabbeti oldu mesela, kendisinin de hızlıca boşanmak için gittiği yer) kendini tekrar ediyor. Altıncı filmde artık adını koyalım: Preston Sturges'ın evliliğe yaklaşımını beğeniyorum. Dönemin sansürcüleri, Katolikleri o kadar beğenmemiş ama bence dalgasını çok iyi geçiyor. Bigami (iki eşlilik) ile ilgili repliklerde baya baya "aman canım çok da şey yapmamak lazım" noktasına varılabiliyor. Sene 1943 diyorum. Bu adam bu filmleri nasıl yedirmiş hâlâ şaşıyorum. Kaliteli komedi yapması sayesinde olabilir.