Sevgili yaşlı dostum,
Size ne zamandır yazmıyorum. Fakat sanmayın ki bu içimden sizinle konuşmadığım anlamına da geliyor. Mesela dün gece, kim bilir kaç yıl sonra ilk defa Ben Gamlı Hazan Sense Bahar'ı dinledim. Bet sesimle eşlik ettim şarkıya. Bu da bir nevi sizinle konuşmak sayılırdı bana kalırsa. Bana kaldı....
İş bölümümüz oldukça açıktı değil mi? Siz gamlı hazan bense bahar. Baharlığım kalmadı pek. Hiç kalmadı desem yeri. Yıllar ne acımasız değil mi? Kaybetmem sandığı şeyleri kaybettiriyor insana. Yaşama sevincini, tutkusunu, aşka duyduğu aşkı. Siz de böyle miydiniz acaba tanıştığımızda? Sanmam. Yorgun bir ağaç gibiydiniz daha çok. Yorgun ama bir ağaç. Yapraklarınız solsa da ruhunuz dolanıyordu hâlâ damarlarınızda. Gamınıza gam kattım ben de. Tam tahmin ettiğiniz gibi.
Uzak diyarlara göçmüşsünüz. Çok sevindim sizin adınıza. Evlendiğinizi okumuştum en son, belki çocuğunuz da olmuştur şimdiye kadar. Gerçi istemiyordunuz ama istemeyen tanıdıklarımın hepsinin yüzü bebek fotoğrafı oldu telefonumda. Bir çocuğum var derseniz şaşırmam o yüzden. Sevinirim. Sizin çocuğunuz olmak da güzel şey olmalı. Pederiniz gibi olmayacağınıza eminim. Sizin aksinize hep emindim. Madem artık burada da yaşamıyorsunuz, bir insanı daha tanıştırmak renklerle ve seslerle güzel olabilir.
Bana hepsi biraz solgun geliyor artık biliyor musunuz? Yaştan mı, ülkeden mi, yoksa hepsi birden mi bilmiyorum. Renklerin pek azını görebiliyor, seslerin ve kokuların pek azını duyabiliyorum sanki. Küçük kolonyalar biriktiriyorum çalışma masamda. Ara sıra burnuma dayıyor, ellerime sürüp içime çekmeye çalışıyorum kokularını. Çekemiyormuşum gibi geliyor, bilmiyorum. Dünyayı ve hayatı olanca yoğunluğuyla algılamamı engelleyen, adı konulmamış bir hastalığım olabileceğini hayal ediyorum. Herkesin her zaman böyle yaşadığını düşünmek bu hayalden daha dehşet verici geliyor bana.
Çok kitap var, çoğunu okumadım. Çok müzik, çoğunu dinlemedim. Çok fikir, çoğunu anlamadım, varlığından bile haberdar değilim çoğunun. Çok azımla yaşıyor gibiyim, anlıyor musunuz? Anlayacağınızdan yana pek umudum yok. Yorgun da olsa bir ağaç gibi yaşıyordunuz siz, nasıl anlayabilirsiniz? Ağaçlığınızdan belki, her şeyi bildiğiniz gibi bunu da bilebilirsiniz.
Hani akşamdan kalma geçen günlerde aklınız tam çalışmıyor gibi olur ya, sanki bütün hayat akşamdan kalma bir günmüş gibi geliyor. Yapabileceklerimi yapmadığım, sınırlarıma varamadığım, dış koşulların ve kendi kendime dayattığım sınırları genişleteceğim yerde onları iyice daralttığım, bitmeyen günler. Hayatı sevmeyi unutmuş olabilir miyim dersiniz?
Aşiyan'a uğrama vaktim gelmiş sanırım. Selamınızı söylerim Münir Nurettin'le Turgut Uyar'a. Söyleşir, ağlaşır dönerim yine masamın başına. Özellikle tepeye, Turgut'un yanına çıkıp da yüzümü boğaza döndüğümde gözlerimi kapayayım diyorum. Serin rüzgarı, servilerin hışırtısını duyayım. Orada uzanmış yatanlardan biriymişim gibi. Hem baharda erguvanları da çok güzel açar Aşiyan'ın. Olur da aklınıza düşerse diye söylüyorum, meyilli değilim intihara. Bu yaşadığımız, hayat olmaktan öyle hızla uzaklaşıyor ki intihar falan filan bile anlamını yitiriyor burada. Sönümleniyoruz, hatta sönüyoruz. Hepsi bu.
Nisyan merhametli şeymiş bir yandan. Unuttuğu şeyi özleyemiyor insan. Özlese, özleyebilse deli olur bence. Hatırlayabilsem on dokuz yaşımı, ağlardım herhalde. Şarkılarla şiirlerle sevmeyi sevilmeyi, incelikleri, zihin açan konuşmaları, her gün biraz daha çoğalmayı ama her nasılsa ağırlaşmadan, daha da hafifleyip yerden bir metre yukarıda uçar gibi yürümeyi sevdadan. "Ne yapıyorsanız aşkla sevdayla yapıyorsunuz" derdiniz. Öyle yapıyordum herhalde. Bırakın sözlerini hatırlamayı, güçlükle mırıldanabildiğim bir şarkı gibi hatırlıyorum kendimi. İyi ki buraya bırakmışım birkaç satır. Yoksa hep böyle olduğumu sanabilirdim.
Hep böyle mi olacak artık? Ama biraz da hak ettiğimi düşünmeye başladım biliyor musunuz? Hiç gitmediğim yerlere gitmek istiyorum mesela, hiç geçmediğim sokaklardan geçmek. İstiyor ama hiçbir şey yapmıyorum. Eyleme dökecek kadar isteyemiyorum demek ki. İstek de laf mı, öyle güçlüydü ki arzum, "ışık olsun!" desem ışığı oldurabilecek gibiydim. Işığım olsun istiyorum şimdi, içime biraz aydınlık. Ama hiçbir şey olmuyor. Olduramıyorum yaşlı dostum. Hâlâ benden yaşlı olduğunuz gibi hâlâ dostumsunuz da. Bunu bilip bilmemeniz konu dışı.
Eve biraz kil alıp heykel mi yapmalıyım, musıki cemiyetine mi katılmalıyım... madem sittin sene burada kalacağım gibi görünüyor, ben ne yapmalıyım? Bir şeyler üretmeliyim galiba. En yoğun bastıran duygu bu son zamanlarda. Nasıl, neresinden başlamalı bunu bulmalıyım. Özgürleştirmeliyim esirlerimi. Ölümün olduğu yerde özgürleşmemek korkunç değil mi zaten? Korkunç.
Bir yolunu bulacağım. Umarım.
Sevgiyle gözlerinizden öperim dostum. Ne olur bu zırvaları okumayın, sağlıcakla kalın.
Ayşe
Size ne zamandır yazmıyorum. Fakat sanmayın ki bu içimden sizinle konuşmadığım anlamına da geliyor. Mesela dün gece, kim bilir kaç yıl sonra ilk defa Ben Gamlı Hazan Sense Bahar'ı dinledim. Bet sesimle eşlik ettim şarkıya. Bu da bir nevi sizinle konuşmak sayılırdı bana kalırsa. Bana kaldı....
İş bölümümüz oldukça açıktı değil mi? Siz gamlı hazan bense bahar. Baharlığım kalmadı pek. Hiç kalmadı desem yeri. Yıllar ne acımasız değil mi? Kaybetmem sandığı şeyleri kaybettiriyor insana. Yaşama sevincini, tutkusunu, aşka duyduğu aşkı. Siz de böyle miydiniz acaba tanıştığımızda? Sanmam. Yorgun bir ağaç gibiydiniz daha çok. Yorgun ama bir ağaç. Yapraklarınız solsa da ruhunuz dolanıyordu hâlâ damarlarınızda. Gamınıza gam kattım ben de. Tam tahmin ettiğiniz gibi.
Uzak diyarlara göçmüşsünüz. Çok sevindim sizin adınıza. Evlendiğinizi okumuştum en son, belki çocuğunuz da olmuştur şimdiye kadar. Gerçi istemiyordunuz ama istemeyen tanıdıklarımın hepsinin yüzü bebek fotoğrafı oldu telefonumda. Bir çocuğum var derseniz şaşırmam o yüzden. Sevinirim. Sizin çocuğunuz olmak da güzel şey olmalı. Pederiniz gibi olmayacağınıza eminim. Sizin aksinize hep emindim. Madem artık burada da yaşamıyorsunuz, bir insanı daha tanıştırmak renklerle ve seslerle güzel olabilir.
Bana hepsi biraz solgun geliyor artık biliyor musunuz? Yaştan mı, ülkeden mi, yoksa hepsi birden mi bilmiyorum. Renklerin pek azını görebiliyor, seslerin ve kokuların pek azını duyabiliyorum sanki. Küçük kolonyalar biriktiriyorum çalışma masamda. Ara sıra burnuma dayıyor, ellerime sürüp içime çekmeye çalışıyorum kokularını. Çekemiyormuşum gibi geliyor, bilmiyorum. Dünyayı ve hayatı olanca yoğunluğuyla algılamamı engelleyen, adı konulmamış bir hastalığım olabileceğini hayal ediyorum. Herkesin her zaman böyle yaşadığını düşünmek bu hayalden daha dehşet verici geliyor bana.
Çok kitap var, çoğunu okumadım. Çok müzik, çoğunu dinlemedim. Çok fikir, çoğunu anlamadım, varlığından bile haberdar değilim çoğunun. Çok azımla yaşıyor gibiyim, anlıyor musunuz? Anlayacağınızdan yana pek umudum yok. Yorgun da olsa bir ağaç gibi yaşıyordunuz siz, nasıl anlayabilirsiniz? Ağaçlığınızdan belki, her şeyi bildiğiniz gibi bunu da bilebilirsiniz.
Hani akşamdan kalma geçen günlerde aklınız tam çalışmıyor gibi olur ya, sanki bütün hayat akşamdan kalma bir günmüş gibi geliyor. Yapabileceklerimi yapmadığım, sınırlarıma varamadığım, dış koşulların ve kendi kendime dayattığım sınırları genişleteceğim yerde onları iyice daralttığım, bitmeyen günler. Hayatı sevmeyi unutmuş olabilir miyim dersiniz?
Aşiyan'a uğrama vaktim gelmiş sanırım. Selamınızı söylerim Münir Nurettin'le Turgut Uyar'a. Söyleşir, ağlaşır dönerim yine masamın başına. Özellikle tepeye, Turgut'un yanına çıkıp da yüzümü boğaza döndüğümde gözlerimi kapayayım diyorum. Serin rüzgarı, servilerin hışırtısını duyayım. Orada uzanmış yatanlardan biriymişim gibi. Hem baharda erguvanları da çok güzel açar Aşiyan'ın. Olur da aklınıza düşerse diye söylüyorum, meyilli değilim intihara. Bu yaşadığımız, hayat olmaktan öyle hızla uzaklaşıyor ki intihar falan filan bile anlamını yitiriyor burada. Sönümleniyoruz, hatta sönüyoruz. Hepsi bu.
Nisyan merhametli şeymiş bir yandan. Unuttuğu şeyi özleyemiyor insan. Özlese, özleyebilse deli olur bence. Hatırlayabilsem on dokuz yaşımı, ağlardım herhalde. Şarkılarla şiirlerle sevmeyi sevilmeyi, incelikleri, zihin açan konuşmaları, her gün biraz daha çoğalmayı ama her nasılsa ağırlaşmadan, daha da hafifleyip yerden bir metre yukarıda uçar gibi yürümeyi sevdadan. "Ne yapıyorsanız aşkla sevdayla yapıyorsunuz" derdiniz. Öyle yapıyordum herhalde. Bırakın sözlerini hatırlamayı, güçlükle mırıldanabildiğim bir şarkı gibi hatırlıyorum kendimi. İyi ki buraya bırakmışım birkaç satır. Yoksa hep böyle olduğumu sanabilirdim.
Hep böyle mi olacak artık? Ama biraz da hak ettiğimi düşünmeye başladım biliyor musunuz? Hiç gitmediğim yerlere gitmek istiyorum mesela, hiç geçmediğim sokaklardan geçmek. İstiyor ama hiçbir şey yapmıyorum. Eyleme dökecek kadar isteyemiyorum demek ki. İstek de laf mı, öyle güçlüydü ki arzum, "ışık olsun!" desem ışığı oldurabilecek gibiydim. Işığım olsun istiyorum şimdi, içime biraz aydınlık. Ama hiçbir şey olmuyor. Olduramıyorum yaşlı dostum. Hâlâ benden yaşlı olduğunuz gibi hâlâ dostumsunuz da. Bunu bilip bilmemeniz konu dışı.
Eve biraz kil alıp heykel mi yapmalıyım, musıki cemiyetine mi katılmalıyım... madem sittin sene burada kalacağım gibi görünüyor, ben ne yapmalıyım? Bir şeyler üretmeliyim galiba. En yoğun bastıran duygu bu son zamanlarda. Nasıl, neresinden başlamalı bunu bulmalıyım. Özgürleştirmeliyim esirlerimi. Ölümün olduğu yerde özgürleşmemek korkunç değil mi zaten? Korkunç.
Bir yolunu bulacağım. Umarım.
Sevgiyle gözlerinizden öperim dostum. Ne olur bu zırvaları okumayın, sağlıcakla kalın.
Ayşe